kıymet ve yönelmesidir.Özellikle Müslümanların ve Risâle-i Nûr talebelerinin kaçınması gereken bir hâldir.
Hem teveccüh-ü nâs yapanı değil daha çok yapılanı vartalara atan nefsin çok
hoşlandığı bir hâlettir. Yılandan, akrepten kaçar gibi kaçınılması gereken bir
durum.
Risâle-i Nûrlardan ilgili yerlerle yazımıza devam edelim inşâallah.
- Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir.
- Verilse de onunla hoşlanılmaz.
- Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyâya girer.
- Şan ve şeref arzusuyla Teveccüh-ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki
ihlâssızlık yüzünden gelen bir itab ve bir mücazattır. - Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın
zararına Teveccüh-ü nâs ve
şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye
mukabil, kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nâhoş bir şekil
aldığından, Teveccüh-ü
nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. - Şöhretperestlerin ve şan ve şeref peşinde
koşanların kulakları çınlasın![1]
burada Risâle-i Nûrlara muhatâbîyet cihetimizin anlaşılması gerekiyor.
Biliyoruz ki geleneksel tarzlarda İslâm’a hizmet metodları içeresinde şahsa
dayalı hizmet muteber ve halen de devam etmektedir. Bizler bu yolla hizmet eden
ehl-i îmân kardeşlerimizi ma’kûl ve olumlu bulmakla birlikte (çünkü onların
metodları böyle) Risâle-i Nûr metodu bu son âhirzamân asrında
muhataplarına sahâbe mesleğinin metodu ve yolu olan ve de verese-i nübüvvet
cihetine bağlı velâyet-i kübra yolunu açan bir tarz ve metodla orijinal bir
hizmet metodu ortaya koymuştur.
Bu yolda şahıslar dâhi hatta yüz dâhi derecesinde ve isti’dadında da olsa hizmet
olarak karşı cereyan-ı dalâlete karşı mağlup ve mevzî durumda kalmak zorundadır.
Öyleyse öyle bir yol ve cadde-i kübra olmalıdır ki herkes orada kendisine bir
yer bulabilmeli ve bu caddede devam edebilmelidir. İşte bunun içindir ki Bedîüzzamân
Hazretleri İhlâs Risâlesi’nde şu kaydı koymaktadır. “Cadde-i kübrâ-yı
Kur’âniye olan şu mesleğimizden…[2]” Yani Bedîüzzamân
Hazretleri mesleğimizin cadde-i Kübra-yı Kur’âniye olduğunu ve bu caddede bütün
muhatapların yer bulacağını ve ayrıca inhisarcılığın olmadığını Risâle-i Nûrların
mevzî ve dar bir cadde olmadığını böylece ifâde etmiş oluyor diye düşünüyorum.
Bedîüzzamân Hazretleri Kastamonu Lahikası’nda ise Risâle-i Nûr dairesinin
müteaddid daireler şeklinde olduğunu beyan ediyor.”Risâle-i Nûr, bir daire
değil; mutedâhil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahipler ve haslar ve
nâşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatları var.[3]” Böylece Risâle-i Nûr
mesleği olan cadde-i kübra-yı Kur’âniye mesleği mutedâhil dairelerle herkesi
içine almaya namzet bir meslek olmuş oluyor.
İşte böyle bir mesleğin elbette ki sahâbelerin mesleğinin özelliklerini
taşıması gerekiyor ve i’sâr hasleti olan “Kendileri ihtiyaç halinde
olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.[4]” sırrından bu mesleğe
de hisseler düştüğünü Bedîüzzamân Hazretleri îzâh etmektedir. Ve şöyle devam
etmektedir:
“Sahabelerin senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan îsâr hasletini kendine rehber etmek, yani, hediye ve sadakanın
kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde
gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı
İlâhî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de
almamaktır. Çünkü, hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada birşey istenilmemeli
ki, ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin
etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir.
Verildiği vakit de “Hizmetimin ücretidir” denilmez. Mümkün olduğu
kadar kanaatkârâne, başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine
tercih etmekKendileri ihtiyaç halinde olsalar bile onları kendi nefislerine
tercih ederler.[5]“sırrına
mazhariyetle, bu müthiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir.(İslah Risalesi-Haşiye)
Ayrıca bu hizmetin en önemli husisiyetlerinden birisinin de “Kevsr-i Kur’aniye” olan “Şahs-ı
meneviye” nin oluşturulmasıdır.Bunu da Üstad yine İhlas Risalesinin
haşiyesinde şöyleifade etmektedir.”Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i
Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası
nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.[6]”
İşte böyle
bir hizmet anlayışında şahıs değil şahs-ı mânevî öncelikli ve bu şahs-ı mânevîyeyi
nakzedecek ve kıracak olan ve hem yapana hem de yapılana büyük zararları ve
hataları olan “tevccüh-ü nâs” dan kaçmak ve ürkmek gerekir.
ve ammenin Bedîüzzamân Hazretleri’nin lisânı ile bizlere verdiği dersleri
paylaşalım inşâallah.
1.”Bu âhirde pek ziyade, ahaliyi, memurlar, benimle görüşmekten ürkütmek
cihetiyle anladım ki, hakkımda haddimden fazla ve lâyık olmadığım tevccüh-ü
âmmeyi kırmak içinmiş.
Ben de size bunu kat’iyen beyan edip ve has kardeşlerime mahremce yazdığım
mektuplarda tevccüh-ü âmmeyi
kat’iyen-mesleğimize ve ihlâsımıza muhalif olduğu için-şahsıma kabul etmiyorum
ve reddediyorum.
Ve o hususta, çok has kardeşlerimin de hatırlarını kırmışım.
Yalnız Kur’ân-ı Hakîmin hakikatını
emsalsiz bir surette tefsir eden Risâle-i Nûr’un kıymetini gösteren eski
zatların gaybî haberlerini kabul edip yazmışım.
Ve kendim, âdi bir hizmetkâr olduğumu ispat etmişim. Farz-ı muhal olarak, bu tevccüh-ü âmmeye taraftar olsam da, âsâyiş lehinde
hizmet edecek ve sizin gibi âsâyiş memurlarına faydası dokunacak.[7]”
2.”Eğer îmâna ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik
ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra havale ediyorum.
Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak
için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda
bozmak murad ise, onlara Allah razı olsun diyerek hakkımı helal ediyorum. Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve
insanların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır.
Benimle temas edenler zannederim beni bilirler ki, ben şahsıma karşı hürmet
istemiyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmet ettiği için belki
elli defa tekdir etmişim.
Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden
düşürtmek ve iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i îmâniye
ve Kur’âniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur’ân yıldızlarına perde çekilmez.
Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz.[8]”
fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz.
Tahakküm ve tagallüb etmek
faziletsizliktir.
Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı
içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.
Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde
fazilet var diye fahir suretinde dâvâ etmiyorum.
Fakat nimet-i İlâhiyeyi tahdis suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:
Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, ulûm-u îmâniye ve Kur’âniyeye çalışmak ve
fehmetmek faziletini ihsan etmiştir.
Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i İlâhî ile şu
millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh-ü
nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dâhi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur,
onlardan kaçıyorum.
Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum.
Fakat Risâle-i Nûr’u beğenmelerine bir
emâre biliyorum, onları küstürmüyorum.[9]”
sene evvel, Cenab-ı Hakkın inayetiyle,dünyada muvakkat şan ve şeref
ve enaniyetli hodfuruşluk ve şöhretperestlik ne kadar zararlı ve ne kadar
faydasız ve mânâsız olduğunu, hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle anlamış
bir adam, o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmaresiyle mücadele edip,
mahviyet etmek ve benliği bırakmak ve tasannu ve riyakârlık yapmamak için,
elinden geldiği kadar çalıştığına ona hizmet veya arkadaşlık edenler kat’î
bildikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve tevecüüh-ü nâs ve şahsını
medh ü senâdan ve kendini mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten, herkese
muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığını, hem has kardeşlerinin, onun
hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip, o has kardeşlerinin hatırlarını kırması ve
yazdığı cevabî mektuplarında onların kendi hakkında medihlerini ve ziyade
hüsn-ü zanlarını kırması ve kendini faziletten mahrum gösterip, bütün fazileti Kur’ân’ın tefsiri olan Risâle-i
Nûr’a ve dolayısıyla Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsine verip, kendini
âdi bir hizmetkâr bilmesi kat’î ispat ediyor ki, şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde,
onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden, onun hakkında ziyade hüsn-ü
zan edip medhetmek gibi bir makam vermesi…[10]”
hakikatler Risâle-i Nûr mesleğine muhatap olanların “teveccüh-ü nâs” beklentilerini
inşâallah bitirir ve ihlâs-ı tamme muvaffak eder.
- Amelinizde rıza-yı
İlâhî olmalı. - Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte,
makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden
şeylerde tercih ediniz. - Bu hizmet-i
Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde
faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir. - Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda
ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne
iftihar etmektir. - Hubb-u cahtan gelen şöhretperestlik saikasıyla
ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati
kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam
vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i
hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı
zedeler. - Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetindeki
mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini
kardeşler içinde fâni edip onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek
olduğundan, mâbeynimizde bu nevi hubb-u cahtan gelen rekabet tesir etmemek
gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün münâfidir. Madem kardeşlerin
şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i mânevîyi şahsî,
hodfuruşâne, rekabetkârâne, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek, Risâle-i
Nûr şakirtlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim. - Evet, Risâle-i Nûr şakirtlerinin kalbi, aklı,
ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste
nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir
derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb
ve ruh ve aklınızı itham etmem. Risâle-i Nûr’un verdiği tesire binaen
itimad ediyorum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve vehim bazan aldatıyorlar.
Onun için bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis ve hevâ ve
his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız. - Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam
bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit
istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat
mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini
takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar
olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil
eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve
ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine
delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri
içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o
azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.[11]”
tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rıza ve
muhabbet gösterirlerse, iyidir. Şayet
onlarınki dünya hesabına olursa, kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin
gibi aciz kullardır. Maahaza, ikinci
şıkkı takip etmekte şirk-i hafi olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir.
Evet, bir maslahat için sultana müracaat eden adam sultanı irza etmişse, o iş
görülür. Etmemişse, halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamafih, yine sultanın
izni lazımdır. İzni de rızasına mütevakkıftır.”[12]
Vehme maruz, fütura düşen bazı dostlarıma kuvve-i mâneviyeyi teyid edecek yedi
emârenin delâletiyle, sırf hizmet-i Kur’ân’a ait bir ikram-ı Rabbânîyi ve bir
himayet-i İlâhiyeyi beyan etmeye mecburum ki, o zayıf damarlı bir kısım
dostlarımı kurtarayım.
O yedi emârenin dördü, dost iken, sırf birer maksad-ı dünyevî için, şahsıma
değil, Kur’ân’a hâdimliğim cihetinde düşman vaziyeti almalarıyla, o
maksatlarının aksiyle tokat yediler. O yedi emârenin üçü ise, ciddî dost idiler
ve daima da dostturlar. Fakat dostluğun iktiza ettiği merdâne vaziyeti
muvakkaten göstermediler, tâ ki ehl-i
dünyanın teveccühünü kazanıp birer maksad-ı dünyevî kazansınlar ve başlarından
emin olsunlar. Halbuki, o üç dostum, maatteessüf, o maksatlarının
aksiyle birer itab gördüler.
Evvelki dört zâhirî dost, sonra düşman vaziyeti gösterenlerin,
Birincisi: Bir müdür, kaç
vasıta ile yalvardı, Onuncu Sözden bir nüsha istedi. Ona verdim. O ise, terfi
için, dostluğumu bırakıp düşmanlık vaziyeti aldı. Valiye şekvâ ve ihbar
suretinde verdi. Hizmet-i Kur’âniyenin bir eser-i ikramı olarak, terfi değil,
azledildi.
İkincisi: Diğer bir müdür, dost
iken, âmirlerinin hatırı için ve ehl-i
dünyanın teveccühünü kazanmak fikriyle, şahsıma değil, hizmetkârlığım
cihetinde rakibâne ve düşmanâne vaziyet aldı, kendi maksadının aksiyle tokat
yedi. Ümit edilmediği bir meselede iki buçuk seneye mahkûm edildi. Sonra
Kur’ân’ın bir hizmetkârından dua istedi. İnşaallah belki kurtulacak; çünkü ona
dua edildi.
Üçüncüsü: Bir muallim, dost
görünürken, ben de ona dost baktım. Sonra Barla’ya nakledip yerleşmek için
düşmanâne bir vaziyeti ihtiyar etti, o
maksadının aksiyle tokat yedi. Muallimlikten askerliğe atıldı, Barla’dan
uzaklaştırıldı.
Dördüncüsü: Bir muallim, hâfız,
hem mütedeyyin gördüğüm için, Kur’ân’ın hizmetinde bana bir dostluk edecek
niyetiyle ona samimâne bir dostluk gösterdim. Sonra, o, ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak için, bir memurun birtek
kelâmıyla bize karşı çok soğuk ve korkak vaziyeti aldı. Sonra o maksadının
aksiyle tokat yedi. Müfettişinden şiddetli bir tekdir yedi ve azledildi.
İşte, bu dört adam düşman vaziyeti almakla böyle tokat yedikleri gibi, üç
dostum da, ciddî dostluğun iktiza ettiği merdâne vaziyeti göstermedikleri için,
tokat değil, bir nevi ihtar nev’inde aks-i maksatlarıyla ikaz edildiler.
Birincisi: Gayet mühim ve ciddî
ve hakikî bir talebem olan bir zât-ı muhterem, mütemadiyen Sözleri yazar,
neşrederdi. Müşevveş büyük bir memurun gelmesiyle ve bir hadisenin vukuu ile,
yazdığı Sözleri sakladı, muvakkaten istinsahı da terk etti. Tâ ki, ehl-i
dünyadan bir zahmet görmesin ve bir sıkıntı çekmesin ve onların şerlerinden
emin olsun. Halbuki, o hizmet-i Kur’âniyenin muvakkaten tâtilinden gelen bir
eser-i hata olarak, bir sene mütemadiyen bin liraya mahkûmiyet gibi bir belâ
gözü önüne konuldu. Ne vakit istinsaha niyet etti ve eski vaziyetine döndü; o
dâvâsından tebrie etti, lillâhilhamd beraat kazandı, fakr-ı haliyle beraber bin
liradan kurtuldu.
İkincisi: Beş seneden beri mert
ve ciddî ve cesur bir dostum, ehl-i dünyanın ve yeni gelen bir âmirin hüsn-ü
zannını ve teveccühünü kazanmak için, komşum iken, düşünmeyerek, ihtiyarsız,
birkaç ay benimle görüşmedi. Hattâ bayramda ve Ramazan’da uğramadı. Halbuki
maksadının aksiyle karye meselesi neticelendi, nüfuzu kırıldı.
Üçüncüsü: Haftada bir iki defa
benimle görüşen bir hâfız, imam olmuş, sarık sarmak için iki ay beni terk etti.
Hattâ bayramda yanıma gelmedi. Hilâf-ı memul olarak, maksadının aksiyle, yedi
sekiz ay imamlık ettiği halde, hilâf-ı âdet bir surette ona sarık
bağlattırılmadı.
İşte bu gibi vukuatlar çok var. Fakat bazılarının hatırlarını kırmamak için
zikretmiyorum. Bunlar ne kadar zayıf birer emâre ise de, fakat içtimaında bir
kuvvet hissedilir. Onunla kanaat gelir ki, şahsıma karşı değil-çünkü nefsimi
hiçbir ikrama lâyık görmüyorum-belki hizmet-i Kur’ân noktasında, sırf o cihette
bir ikram-ı İlâhî ve bir himâyet-i Rabbâniye altında hizmet ettiğimiz
anlaşılıyor. Dostlarım bunu düşünmeli, evhâma kapılmamalı.
Madem hizmetkârlığıma bir ikram-ı İlâhîdir. Ve madem fahre değil, belki şükre
sebeptir. Ve madem “Rabbinin nimetini
yâd et.[13]”fermanı
var. Bu sırlara binaen, hususî bir surette dostlarıma beyan ediyorum.[14]”