• İman kalpte ve kafada yani dimağda daimi manevi bir yasakçıdır.
• Fena meyelanlar ise his ve nefisten çıkar.
• Bu meyelanları iman bekçisi yasaktır der, tard eder ve kaçırır.
• İnsanın güzel fiilleri ise kalbin temayülatından çıkar.
• Kalpten çıkan meyiller ruhun özel araştırmalarından ve ihtiyaçlarından gelir. Demek ki ruh kalpten zuhur edecek olan meyillere ihtiyaç duyacak ve onu arayacak şekilde yaratılmıştır.
• Ruh ise iman nuru ile harekete geçer. Sanırım en önemli nokta burası olmalıdır. Ruhun kalbin meyillerinden gelecek ihtiyaçlarının karşılanması için kalbin iman nuru ile nurlanması gerekir. Eğer bir kalp iman nuru ile müzeyyen olmazsa ruhun ihtiyaçları için o ruh harekete geçemiyor. İnsanda hakiki insaniyetini kaybediyor olmalıdır. Belki imansızlık yani küfür ile vahşi bir canavar oluyor.
• Ruh kalpten meyleden hayırları yapar ve şer ise kendini çeker.
• Mecazi nefs-i emmârenin bir nevi vazifesini yapan kör hisler yani akıbeti görmeyen hisler kalbi iman nuru ile aydınlanmış olan bir mümini yanlış yola sevk edip onu mağlup edemez.
Bu konuya Lemaat’ten şu kısmı da ekleyerek devam edelim. “İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor mâkes-i nur-u iman. Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman vicdan. Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimâlât-ı kesire olur birer hasm-ı bîeman(merhamet bilmeyen düşman). Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads(sezgi) ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis(altıncı his), tarik-i iman. Fikir ile dimağ, bekçi-i iman.” (Lemaat’ten-2004-s:1191 )
Temayülat-ı kalbiye ile ilgili aşağıdaki ifadelerde çok önemli. “Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı(özel araştırmaları) ihtizaza gelmekle (harekete geçmekle) müyülât tevellüt eder.” (Muhakemat-2006-s:135) Güya aklın borazanı denilmeye şayan olan irade ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan mânâlar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından, mahall-i suver (suretlerin mahalli) olan hayale girerler. O hazinetü’l-hayalde (hayal hazinesinde) buldukları sureti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer. Lâakal bir nişanla çıkar. Hiç olmazsa bir düğmeyle veya bir kelimeyle, kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir. (Muhakemat-2006-s:126)
Ayrıca Lemaat’ten dimağ ile ilgili yer de konumuz ile ilgilidir. “Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise .Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan, taassup iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf(tarafsız), bîbehre(nasipsiz) tasavvurda, tahayyülde(hayelde) safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli.” (Lemaat-2004-s:1148)
Bir fiil kalbin ve de hislerin temayülatından çıkar. Çünkü kalp bu fiillere fıtraten meyillidir. İman kalpte ve kafada yani dimağda daimi manevi bir yasakçıdır. Fena meyelanlar ise his ve nefisten çıkar. Bu meyelanları iman bekçisi yasaktır der ve tard eder ve kaçırır. İnsanın güzel fiilleri ise kalbin temayülatından çıkar.Vesveseleri ve fena meyilleri iman tard eder. Güzel meyillerden sonra fillerin ilk hareketi duygulara ait ise vicdanda makes bulur ve vicdana yansır. Eğer bu filler fikirlere ait ise dimağa yansır. Üstad bu noktayı şöyle ifade etmiştir.” Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.( İşârâtü’l-İ’câz)” Kalpten dimağa makes bulan fikirler dimağda mertebelerden geçer. Önemli olan bu mertebelerin her birisinde farklı bir hükmün oluşmasıdır ki bunun en zirvesi ve makbulü ise itikat dediğimiz son mertebedir. İşte buna salabet-i imaniye diyoruz.
Bir fikir dimağa yansıdığında akıl onu hemen kabul etmez. Önce hayalin elinde tutar. İşte bu hayal mertebesinde iken safsata hasıl olur. Bu tür fikirlerin karşılığı safsatadır.
İkinci olarak tasavvur mertebesine geçen fikir bu mertebede bir takım kesme biçme ve giydirmelere maruz kalır. Bu durumun hükmünde ise insan nasipsizdir. Daha doğrusu bu tasavvur aşamasında netlik yoktur. Bu nedenle akıl bu aşamada bu fikirden nasip alamaz.
Üçüncü mertebe ise taakkul mertebesidir ki akıl burada tartmaya ve de akletmeye başlar. Bu fikrin olur ya da olmazlarını tartar. Bu mertebede ise akıl tarafsızdır.
Dördüncü mertebede ise tasdik gelir. Yani taakkulden sonra akıl bu fikre taraftar olur. Kararı verir ve tasdik eder. İşte bu mertebede bu fikre akıl taraftar olur.
Beşinci mertebede ise iz’an dediğimiz anlayış oluşur. Dimağdaki fikir bu mertebede artık o kişi için bir anlayıştır. Bu fikre o kişi artık sahip çıkar ve benimser ve de tasdik eder.
Altıncı mertebede ise iltizam oluşur ki kişi bu mertebeye ulaştırdığı fikri burada bırakırsa sıkıntılı olabilir. Çünkü bu mertebenin hükmü taassuptur. İşte bir çok kişinin benim fikrim deyip tutucu davranarak herkesin kabul etmesini istediği ve de zorladığı mertebe bu aşamadadır.
Son olarak fikir itikat mertebesine ulaşırsa kemalâta ermiş olur ve salâbete kavuşmuştur. Risale-i Nur hakikatleri bu salâbet-i imaniye mertebesini taşır. Onun için hakikat mesleğine layıktır. Risale-i Nur mesleği de hakikat mesleğidir, talebeleride salâbet-i imaniyeye kavuşurlar. Bu nedenledir ki en tesirli, hatasız, selametli yol bu zamanda Risale-i Nur yoludur.
İnsanın iç aleminde her an yüzlerce meyiller vuku bulmaktadır. Bu meyiller kalbin temayüllerinden ya da nefisin ve hissin temayülatlarından ve ruhun ihtisasatından çıkmaktadır. Bu iç seslere ve temayülatlara ise ruha dercedilen irade borazanı üflemektedir.
Şimdi insan bu iç aleminde tezahür eden temeyülatlara karşı iman nurunu istimal etmesi gerekir. Çünkü kalbdeki iman kalbden doğan güzel meyelanları kabul eder, fena meyelanları ise ruh tard eder. Bu tard etme kalbdeki imanın kuvvetine göre şekil alır.
Eğer kalbdeki iman zaaf ile fena meyelanlara mağlup olmuş ise ve yanlış yola girmiş ise insan bu yoldan yine imana ve kalbe bağlı kalarak ve yanlışta ısrar etmeyerek, akıl, kalb ve ruh ile latifelerinin de yardımı ile kurtulmalıdır. İstiaze ve istifar en tesirli silahları olmalıdır.
İnsanın kusurunu bilmesi ve kabul etmesi zaten yanlıştan dönüşün mukaddimesidir. Aynı zamanda manevi bir istiğfardır.
İnsan hayatını istikamette götürürken elbette ki zaman zaman hatalar yapacak ve yanlışlara düşecektir. İnsanın fıtratına derç edilen mahiyet bunu gerektirir. Çünkü insan melek değil, dünya da cennet değildir. Ancak insan iman ile alay- i illiyine çıkabilir ve manevi bir cennet hayatını dünyada da yaşayabilir.
Kusur işlemek, yanlış yola düşmek ümitsizlik değil Allah’ın Rahman, Rahim, Vedut, Tevvab, Gafur…gibi isimlerinin tecellisine yönelmemizin bir gereği olarak kullanılmalıdır.
Rabbimiz bizleri yanlışa düşürmesin, yanlışa düşersek yanlıştan dönmeyi nasip etsin.