Tekellüf; kelime olarak kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmaktır. Gösterişe kapılmak, yapmacık hâl ve harekette bulunmak ve zoraki hareket mânâlarına gelir.[1] Risâle-i Nur’daki ifadesi ile insanın lâyık olmadığı yüksek makâmlarda görünmek hâlidir. Tekellüf, bir sun’ilikle gösteriş vaziyeti ve sakîl bir davranıştır. Dinimiz; tekellüfü fenâ bir fiil olarak kabul etmiştir. Kötü bir haslet, hoş olmayan bir huy, insanın kendisine ve başkalarına zarar veren bir duygu olarak görülmüştür.
İnsan, olmadığı makamda görünmek için tekellüfkâkane vaziyet aldığında soğuk bir muaraza ve nakıs/noksan bir vaziyet ile karşılaşır. Bir serçe, tavus taklidi yapamaz. Bir damla, ben de deniz gibiyim, güneşi deniz gibi aksettiriyorum diyemez. Ağır ve elemli tekellüflere girişemez. İnsan da kıymetinden fazla görünmeye ve tekellüflü vaziyetler almaya çalışmamalıdır. Çok ağır, soğuk ve nâhoş tekellüf elemlerinden ve hodfüruşluk zahmetlerinden ve tasannu’ zararlarından kurtulmak gerekir. Bazen bîçare insan, insanların hüsn-ü zannını kırmamak veyahud kendini çok aşağı göstermemek için gayet ağır ve soğuk olan gösteriş ve tekellüflerle kendini yüksek ve kuvvetli göstermeğe çalışmak gibi çok elîm ve zevksiz bir vaziyete girebilir. Öyleyse insan, insanların hatırı için çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve elemli tekellüflere ve tasannu’lara mecbur olmamak için, sırr-ı ihlâsa tam münafî olan kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin zararlı ve fâni zevkini aramak haletleri terk etmelidir. Nur talebeleri için “Böyle pek ağır şerait altında imân kurtarmak hizmeti, her şeyin fevkindedir. Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua ve tekellüfe ve sıkıntılı vakara mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz.”[2]
Tekellüf, Risâle-i Nur’un kıymettar yazıları arasına sokulamamıştır. Risale-i Nur’da hiçbir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf görünmüyor. Nur Risaleleri’nde asla öyle hodfuruşâne sun’î ve tekellüflü te’viller ve münasebetsiz, mânâsız yorumlar yoktur. Bediüzzaman, mecâzî aşkı nübüvvete pek uygun görmeyen ve Yusuf’un sahip olduğu güzelliklerin uhrevî olduğu, ona olan muhabbetin de mecâzî sevgililere olandan farklılık arz ettiği şeklindeki, İmam-ı Rabbânî yorumuna da karşı çıkmış ve bunun tekellüflü bir tevil[3] olduğunu belirtmiştir.
Tekellüf ve hodfüruşluk, tasannu’ ve riyasını çürütmek isteyen bîçareler Bediüzzaman’ın hoşlanmadığı ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını istediği mesleğine sadakatle bağlı kalmak zorundadır. Çünkü “Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını emreder. Ve buyururlar ki: “Tekellüf, şer’an ve hikmeten fenâdır, çünkü tekellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevk eder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane bir tezahür ve tefâhur tavrı ve muvakkat soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zedeler.”[4] Tarihçe-i Hayat’ta Eski Saîd şöyle ifade edilir: “Molla Saîd, kat’iyen hodfuruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve âlâyişten müberra olarak hareket ederdi. İlim, cesaret, hafıza ve zekâ itibarıyla pek harîka idi. Aynı derecede, belki daha ziyade olarak, hâlis ve muhlis idi. Tasannu’ ve tekellüften kat’iyen hoşlanmazdı.”[5]
Abdülbâkî Çimiç
[1] https://sorularlarisale.com
[2] Şualar, s.496
[3] Mektubat, s.52
[4]Kastamonu Lahikası(Risale-i Nur şakirtlerinden Feyzi, Emin)
[5] Tarihçe-i Hayat, s.83