Tecelli-i Zâtî, Şuunât-i İlâhi

Kudret-i İlâhî lâzime-i zâtî ile olur. Vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir şey gizlenemez ve haricinde kalamaz. Demek, Sâni-i Zülcelâlin ve Hakîm-i Zülcemâlin ve Kadîr-i Zülkemâlin zâtındaki cemâl-i zâtî ve kemâlât-ı zâtiyesi bizzat tecelli-i zatiyesinin zaruriyetindendir.

Risâle-i Nur’da “birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdahale edemez. Çünkü cem-i zıddeyn lâzım gelir. Bu ise muhaldir. Demek, asıl, zâtî olan bir şeyde meratip yoktur.” denilir.

Yine “Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur; o da muhâldir.

İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlâhiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdesin lâzım-ı zarurîsidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zât-ı Kadîre ârız olması mümkün olmaz.” şeklinde bir izah daha vardır.

Öyleyse ‘Tecelli-Zâtî’, doğrudan doğruya ârızî olmadan, zıddı ona müdahele etmeden asıl ve zatî kudretin kâinattaki eşyaya zatının tecellisidir diyebiliriz.

Suunât-i İlâhiye, Allah’ın ilâhi şuunâtı ve işleridir. İnsan bütün esmâ-i ilâhiyeye nüshâ-i camiadır. İnsanda zâhir olarak yetmişten fazla esma tecellisi açık olarak müşahede edilir ve görülebilir. Demek ki bütün esmâ-i ilâhiye insanda temerküz etmiş, tecelli-i ilâhiye olarak insanda tezâhür eden esma tecellilerini şuunât-ı ilâhiye olarak müşahede edebiliriz. Onun içindir ki insan penceresi enfüsîdir. Cenâb-ı Hak, bütün esmâsını, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor.

İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir aynadır.

Birincisi: Acz ve fakrıyla, naks ve ihtiyacıyla, insan vicdanında nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.

İkincisi: İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine aynadarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, “Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder,” ve hâkezâ.

Üçüncüsü: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye aynadarlık eder. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevahiriyle, letâif ve mâneviyâtıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.(33.Sözden)

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir