Tahtie ve tahtiyecilik…
Tahtie, bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. “Bu hatadır” diye iddia etmek. Doğru bir tanedir, fazla olmaz” fikriyle muhataplarının fikirlerini hatâlı bulan kimselere Tahtieci denir. Tahtieci, hatalı görmeyi meslek edinen kişidir. Kusur bulmaya çalışarak o kusuru karşıdakine yapıştırana kadar durmayan bir hastalıktır. Tahtieciliğin “Mezhebim haktır; hata ihtimali var. Başka mezhep hatadır; sevaba ihtimali var”[1] diyenler olduğu, böyle birinin hiçbir şeyi kabul etmeyerek, kendisi şüphe içinde olduğu gibi, insanları da şüpheye düşürdüğü malumdur. Bediüzzaman da bu nedenle Tahtiecilik fikrini kabul etmez. “Tahtie ile hataya düşmeyiniz.”[2] ikazında bulunur. Bediüzzaman, Tahtieci fikrinin karşısında duran ‘Musavvibe’ fikrini destekler. Sünuhat’taki bir haşiyede “Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder” diyenlere ilm-i usul ıstılahınca Musavvibe denir.”[3] notu düşülür.
Bediüzzaman ve Musavvibe görüşü
Musavvibe görüşü, sadece kendi fikirlerini değil, diğer mezhepleri de hak gören bir anlayışa sahiptir. İslâm’ın ‘teferruat’ mevzularında hakikatin farklı hükümler alabileceğini düşünür. Bediüzzaman’ın “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur” fikri Musavvibe’nin de fikridir. Öyleyse Musavvibe “haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, “Mesleğim haktır” yahut “daha güzeldir” diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek” prensibine muvafık fikirler taşır. Bediüzzaman da Musavvibe’nin fikirlerini isabetli bulur. Musavvibe, nasıl güneş şuâı içinde elvan-ı sebayı taşıyorsa, aynı şekilde bir olan hakikatin içinde de çok renkler barındırdığını, dolayısıyla hakikatin hakiki renginin tek bir mezhebe, kişiye, görüşe, mesleğe hasredilemeyeceğini düşünür.
Zaruriyat-ı diniye, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiyeye tâbi kılınmaz
Bediüzzaman’ın Sünuhat’ta belirttiği üzere, “Zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiye ile mezc edip, ona tâbi gibi kılmak”[4] ‘büyük bir hatar’ içermektedir. Bütün mü’minler kelime-i tevhid başta olmak üzere imanın ve İslâm’ın temel esaslarında tam bir ittifak halinde oldukları halde; gerek fıkha, gerek tefsire, gerek kelama dair içtihadî meseleler, yani ‘mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiye’ hak-bâtıl şekline sokulduğunda kendisi gibi düşünmeyenin imanına ilişen tekçi, inhisarcı yaklaşımlar zuhur etmektedir. Bu vaziyet öyle basit bir hata ve tehlike değildir. Bediüzzaman’ın da ifadesiyle bilakis, ‘hatar-ı azîm’dir. İşte Tahtieci tam da bu hatar-ı azîmi işlemektedir.
Tahtieci, hubb-u nefisten beslenir
Şimdi şu meselenin nereden kaynaklandığına bakalım. Diğer mü’minlere aynı hakikatin farklı renklerle veya cihetleriyle bakan iman kardeşleri olarak bakmak yerine(Musavvibe görüşü), böyle dışlayıcı, ben merkezli ve iftirak barındıran bir yaklaşım(Tahtie görüşü) nereden ortaya çıkıyor?
Bediüzzaman, meseleye psikolojik ve sosyolojik tespitler yaparak yaklaşıyor. Şöyle: “Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş’et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür.” [5] Yani bu vaziyet, nefsine muhabbetin yol açtığı enaniyet ve bu enenin ortaya çıkardığı bir hakikati kendi anladığından ibaret görme inhisarcılığı şeklinde vuku bulur.
Netice olarak Bediüzzaman gelen cümlede Tahtieci’nin öne sürdüğü fikrin yanlışlığını söylüyor: “…Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.”[6] İşte, Kur’ân’ın hakikatini kendi indi, şahsi ve hevesi malumatına indirgeyen Tahtieci, inhisarcı bir yaklaşımla, Kur’ân’ın bütün insanlığa şamil olan, umûmî, câmi ve küllî hakikatlerini ıskalamış oluyor.
Kelâmın kemâli, hangi mezhepten, hangi meşrepten, hangi meslekten, hangi tarikatten, hangi cemaatten olurlarsa olsunlar, ehl-i sünnet çizgisinde bulunmak şartıyla, Musavvibe fikriyatının ve ruhunun Bediüzzaman’ın da tasvip ve tayidi ile ümmete mal olmasına şiddetle ve acilen çalışılması lâzımdır.
Abdülbâkî Çimiç
[1] ESDE(Sünuhat), s.483
[2] ESDE(Divan-ı Harb-i Örfi), s.117
[3] ESDE(Sünuhat), s.483
[4] ESDE(Sünuhat), s.483
[5] ESDE(Sünuhat), s.483
[6] ESDE(Sünuhat), s.483