Masnûâta ma’nâ-yı ismî olarak bakmak ve masnûâtın sûretine müştak olup “Ne güzeldir.” deyip o güzelliği masnûâtın kendine, sebeplere ve tabîata havale etmek geçici ve sönmeye mahkûm olan o görünen sûret-i fâniyeye bakmak ve takılmak olur. Bu bir aldanma ve sûret-i fâniyeye takılmak olur.
Ancak bizler masnûâta ma’nâ-yı harfî ile bakarak her masnûda fenâ cihetine değil o masnûda tecelli eden esmâ cihetine bakmak ve
masnûâtın fenâ olan sûreti altında bekâya bakan esmâ yönüne hamletmek ve geçmekle hem sâret-i fâniyeden hem de kendisine mâlikiyet dâvâsı güden enenin şer ve felsefî cephesinden geçip bekâya ve Rabbimizin ebede bakan ve ebedî tecellî eden esmâlarına yoğunlaşarak duruş yapmak mecbûriyetindeyiz.Biliyoruz ki enenin felsefeyi tutan cephesi kendisini mâlik zanneder, kâinata masnûâtın zatı hesabına bakar. İnsan benliğin bu vechesi ile kendisine mâlikiyet dâvâsından vazgeçip rabbimin bir mahlûku ve mutlak aciz, fakir bir kulu olduğunu bilmekle kendisinden vaz geçmesi gerekiyor.
“Benliğini bırak, enâniyetini bırak mânâsı da var mı? Ben diyen insan, benliğini nasıl bırakabilir?
İşte Allah’ın nefse taktığım ene anahtarını kalbdeki îmân ile rûhtan gelen ihtizâsat ve ihtiyâcat ile Nübüvvet cephesine yönelecek ve eneyi buhar halinde kullanacak eneyi bir kıyas-ı vâhidi olarak istimâl edecek ve sonunda benlik ile önce kendi mülküne sahip olup sonra da buraya kadar benim ya buradan sonrası kimindir sorusunu sorarak eneyi hakîkî mânâsında istimâl edecek. Dahâ sonra da bütüm mülkü mâlikü’l-mülke vererek hakîkî kul olmak yolunda terakkiye ve arş-ı kemalata urûc edecektir.
İşte sûret-i fâniyeden ve kendinden ya’nî enenin şer ve mülke sahibiyet veçhesinden vaz geçmek, böylece fenâdan bekâya namzet olmak ve namzet olduğunu anlamak kulluğun ve imtihânın gereği olacaktır. Ne mutlu enenin bu veçhesini istikâmette kullananlara.