Sû-i zân kapısı
“Ey iman edenler! Zânnın çoğundan kaçının. Çünkü zânnın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.”[1]
Sû-i zân, kesin hüküm bulunmayan bir şeyi kötüye yorumlamaktır. ‘Sû’, ‘fenalık, kötülük’ demektir. ‘Sû-i zân’ da, ‘kötü zân’ anlamındadır. Nur Talebeleri sû-i zân, gıybet ve iftiradan kardeşlerinin hukûkunu muhafaza etmeli. Çünkü kemalâtın katili, iftira, sû-i zân, gıybettir. Bediüzzaman’ın bizlere gösterdiği yol: “Hüsn-ü zân ediniz. Sû-i zân hem size, hem onlara zarar verir.”[2] şeklindedir.
Herkesi kendisinden üstün bilmek!
Sû-i zân, çoğu zaman bilerek ve bilmeyerek istimâl ettiğimiz bir hastalık olarak önümüzde duruyor. Bu hastalığın çaresi de Kur’ân ve Risâle-i Nûr’da var.“Evet insan hüsn-ü zânna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zân saikasıyla başkalara teşmil etmesin.”[3] Nefs-i emmare ve enaniyet taşıyan zatlar kendisini hür, müstakil, rakipsiz ve herkesten üstün bilir. Hâlbuki Bediüzzaman bunun tam zıddını ifade ediyor. Herkesi kendimizden üstün bilmek, bu vaziyet her babayiğidin kârı değildir. ‘Nasıl olur da ben herkesten geri olurum? Herkes benden nasıl daha iyi olur? Halbuki benim hizmetlerim, ibadet ve hasenelerim var? Çevremde benden daha kötü vaziyette olanları görüyorum. Şimdi ben nasıl herkesi kendimden üstün bileceğim?’ İşte görüyorsunuz, nefis nasıl da savunmaya geçiyor. Hasene ve iyilikleriyle iftihar etmeye çabalıyor. O bîçare bilmiyor ki “Halbuki, a’mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar.”[4]
Tecessüs etmeyin!
Sû-i zândan kaynaklanan “tecessüs” hakkında da, daha önce verilen Hucurât Süresi’ndeki âyette, “tecessüs de etmeyin” buyrulmaktadır. Tecessüs, ‘Onun-bunun durumlarını araştırmak, eksiklerini öğrenme isteği’dir. Allah tarafından yasaklanan bu fiille ilgili olarak Peygamber Efendimiz (asm)’de: “Müslümanların eksiklerini, ayıplarını araştırmayın. Zira her kim Müslümanların ayıplarını araştırırsa, Allah Teâlâ’da onun ayıbını tâkip eder, nihayet evinin içinde bile onu rezil ve rüsvây eder” buyurmuştur.[5] Ebu Hureyre’den (ra) bildirildiğine göre: Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Sû-i zândan çekininiz. Çünkü sû-i zân sözlerin en yalanıdır. Birbirinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayınız. Birbirinizin özel hayatını araştırmayınız. Menfaatte bencillik yapmayınız. Hasetleşmeyiniz. Birbirinize nefret etmeyiniz. Birbirinize arka dönmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Hepiniz kardeşler olunuz.”[6]
Bütün bunlardan, zân konusunda çok dikkatli olmak gerektiği ve ‘sû-i zân’ın ise, kesinlikle yasak olduğu, açıkça anlaşılmaktadır. Sû-i zânnın harâm olmayanı, yalnızca fısk ve fucûr (günahkârlık) ile tanınan kimselere karşı yapılanıdır. Durumu kesin olarak bilinmeyen birine hüsn-ü zân gerekmese bile, sû-i zân da câiz değildir. Su-i zân, gıybet ve iftiradan hâsıl olan fitne ve fesat ihlâsın nuraniyetini söndürüyor.
Abdülbâkî Çimiç
[1] Hücurât Sûresi, 12
[2] ESDE(Münazarat), s.256
[3] Mesnevî-i Nuriye, s.106
[4] Age, s.104
[5] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1960, VI, 4471-4473; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İstanbul 1957, s.633-634