Şöhret-i kâzibe kapısı:
Şöhret-i kâzibe; geçici ve yalancı şöhret, aldatıcı ün ve nâm şeklinde tarif ediliyor. Şöhret, riyâdır ve kalbin ölümüdür. İnsanı manen öldüren zehirli bal hükmünde bir musîbettir. Bu zehirli bal insana büyük rahneler açar. İnsanda en zayıf damarlardan biri de şöhret ve makam sahibi olmaktır. Bediüzzaman, Katre’nin Zeyli eserinde, şöhret hakkında diyor ki: “Ey örf-ü nâsta, şan-u şeref namıyla müsemma olan şöhreti isteyen adam! Gel bu mes’eleyi benden işit ve öğren. Zira ben, kat’iyyen gördüm ki, şöhret ayn-ı riyadır ve kalbin ölümüdür. Öyle ise aman ona talib olma ki, insanlara abd ve köle olmayasın. Eğer sana verilmişse, yani içine düşmüş isen “Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz.”[1]söyle.[2] Ayrıca “Ey fahre meftun, şöhrete müptelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemtâ, sersem nefsim!” diye seslendiği nefsine de şöyle seslenir: “Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir.”[3]
Bediüzzaman, nefsi ile her daim mücadele ettiğini ve nefsine itimat değil, onu daima itham ettiğini ifade eder. Hiçbir zaman şahsını öne çıkarmamış daima dâvâsını, Risale-i Nur’u ve şahs-ı mânevîyi nazara vermiştir. Eski Said Dönemi’nde “ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum” dediği noktayı “Riyâkâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet!”[4] şeklinde ifade etmiştir. Divan-ı Harb-i Örfî mahkemesinde ise şöhret-i kâzibenin kırılmasını da şöyle açıklamıştır: “Ey ulü’l-emr! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avama nasihatimi tesir ettiriyordum; maalmemnuniye, mahvettiniz.”[5] Bu şöhret-i kâzibeden muzdarip hâlini de “Müstehak olmadığım teveccüh-ü âmmeden neş’et eden bir şöhret-i kâzibe, bana tahmîl ettiği vazife-i mühimme ile, aczden neş’et eden atlamakla, nümâyişe, sahte ehliyetle ehil olmadığım birşeye girişmeye mecbur oldum.”[6] dedikten sonra “Bir şey kaldı; o da şöhret-i kâzibedir. İşte, ben ondan usandım, kaçıyorum. Zira, uhdesinden gelemediğim çok vazifeyi bana yükletiyor.”[7] diye ifade buyurmuştur.
Tarihçe-i Hayat’ın giriş kısmında Bediüzzaman’ın şan ve şöhrete ehemmiyet vermediği veciz bir şekilde şöyle ifade edilmiş: “Dünyanın ve hayatın mahiyetini bilen insanlar için, muvakkat âlâyişin, şan ve şöhretin hiçbir kıymeti yoktur. Hakikati müdrik bir insan, fânilerin sahte iltifatlarına kıymet vermez ve arkasına dönüp bakmaz. İşte, Said Nursi bu noktadan da mânevî büyük bir kahramandır.”[8]
Netice itibarıyla “Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibariyle cidden kaçıyoruz. Hususan acib bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve cazibedar bir hodfüruşluk olan tarihlere şaşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nur’un bir esası ve mesleği olan ihlasa zıddır ve münafîdir. Onu arzulamak değil, bilakis şahsımız itibariyle ondan ürküyoruz.”[9] Öyleyse yalancı bir şöhret olan şöhret-i kâzibe kapısını hizmet ruhu taşıyan insanların kapaması gerekiyor.
Abdülbâkî çimiç
[1] Bakara Sûresi, 2:155-156
[2] Mesnevi-i Nuriye, Katrenin Zeyli
[3] Sözler, s.364
[4] Tarihçe-i Hayat, s.280
[5] ESDE(Divan-ı Harb-i Örfi), s.137
[6] ESDE(Münazarat), s.203
[7] ESDE(Münazarat), s.297
[8] Tarihçe-i Hayat, s.41
[9] Emirdağ Lahikası-I, s.336