Risale-i Nur’un dâiresindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahâbenin sırr-ı verâset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren ‘meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet’ hakikatidir.”1 Bu sır içindir ki Bediüzzaman Hazretleri de Sahâbe Efendilerimize hüve hüvesine ittiba etmiştir. Çünkü sırr-ı ihlâsa mazhar olmak öncelikle Sahâbe Efendilerimize mahsustur. Çünkü Sahâbeler nübüvvetin rü’yetine mazhar olmuşlardır. Efendimizin (asm) sohbeti ile müşerreftirler. Bu sır içindir ki sırr-ı ihlâsa mazhariyet bir de âhirzamânda verâset-i nübüvvet mesleğine mazhar olan Nur Talebeleri ve onların şahs-ı mânevîsine vasıl olabilir.
Bu sırr-ı ihlâsın in’ikası müteselsilen gelmiyor. Tâ Asr-ı Saâdetten, asr-ı âhirzamâna, Sahâbelerden naklen Nur Talebelerine intikal ediyor olmalıdır. Üstâdımızın şahs-ı mânevîsi ve Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsine sadâkatle bağlı olduğumuz sürece sırr-ı ihlâsın nuru bizlere de in’ikas edebilir.
Sırr-ı ihlâs fertlerden münhasır değildir. Sırr-ı ihlâs bu zamanda Risâle-i Nur Talebelerinin şahs-ı mânevîsine has ve mahsustur. Onun için bu zaman ve zeminde ihlâstan mütevellid bir tek zattan değil, Risâle-i Nur’un müntesip ve müttehid cemâatine meftun ve muktedi olmak lâzımdır.
Yine bu azîm sırr-ı ihlâsa binâendir ki, Risâle-i Nur Talebeleri, îmân ve İslâmiyet hizmetinde ağır şartlar ve kayıtlar ve tahdidatlar içinde muvaffak oluyorlar. Onlar hayatlarını Risâle-i Nur’a ve Üstâdlarına vakfetmişlerdir. Risâle-i Nur’u, sermaye-i ömür ve gaye-i hayat edinmişlerdir. Risâle-i Nur dâvâsı rızâ-yı İlâhî dâvâsı olduğu içindir ki, hamiyet-i İslâmiyeye mâlik mümtaz2 talebeler bu sırr-ı ihlâsa binâen maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî bir gaye gütmeden hizmetlerine devam ediyorlar.
Sırr-ı ihlâs, Sûre-i İhlâs’a dayanıyor olmalıdır. Onun içindir ki ihlâs hakîkati Rabbimizin Ehadiyet ve Samediyet tecellilerine bakıyor olmalı. İnsanın sırr-ı ihlâsa, hâlî ve kalbî olarak terakki ettiğini ancak Ehad-i Samed olan Allah biliyor. Çünkü ihlâs kalbî bir ameldir. Böylece Allah bütün kalblere tecelli ettiği gibi, her birimizin kalbine de Ehadiyeti ile tecelli ediyor. Sırr-ı İhlâs bu cihetle Ehadiyete bakıyor olmalı. Sırr-ı İhlâsa ulaşan bir kul Allah’tan başkasından istemiyor ve beklemiyor. O’ndan başkasına müracâat etmiyor, esbab ve fenadan tecerrüd etmekle de Samediyet tecellisine mazhar oluyor.
Sırr-ı ihlâs küllî mânâda şahs-ı mânevîde tezahür ediyor. Ferdî eşhas şahs-ı mânevîyeye tebaiyeti sırrınca müstefid oluyor. Onun için Kevser-i Kur’ânî havuzu olan sırr-ı ihlâsın âb-ı hayatı olan şahs-ı mânevîye dahil olmak gerekiyor. Çünkü sırr-ı ihlâs Sahâbelerden naklen âhirzamâna in’ikas ediyor. Böylece müceddid-i âhirzamânın has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsine has ve mahsustur.
Şahs-ı mânevî çok ehemmiyetli bir mes’ele-i mühimedir. Çünkü verâset-i nübüvvet sırrıyla Peygamber Efendimizin (asm) şahsiyet-i mânevîyesine bakıyor. Bu sır içindir ki âhirzamânda Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsine meftun olmak gerekiyor. Verâset-i nübüvvet ile sırr-ı verâset ve sırr-ı velâyete ulaşmanın en müessir yolu Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsine ittiba etmektir. En kudsî bir mücâhede-i mâneviyeyi tazammun eden ve sırr-ı verâset-i nübüvvetle velâyet-i kübrânın feyzine mazhar ve Sahâbenin sırr-ı meşrebine medâr olan Risâle-i Nur ile hizmet-i kudsiye-i Kur’âniyemize kanâat3 etmek elzem görünüyor. Bedîüzzamân Hazretleri de “Risâle-i Nur şakirtlerinde sırr-ı ihlâsın ne derece yüksek bir terk-i enaniyet ve hazz-ı nefsîden teberri etmek gibi, ihlâsın en yüksek seciyeleri Risâle-i Nur şakirtlerinde tezahür ediyor diye bir delil oldu”4 diyor.
İhlâs hakîkati abd-i aciz için İlâhî bir nur oluyor. Kalbî bir amel olup o abdi akrebiyet-i İlâhiyeye uruc ettiriyor. Sırr-ı ihlâs mü’minin kalb ve vicdanını nurlandırıyor ve o abdin âlemine nur veriyor ve hayatlandırıyor. Mü’minde bulunan fanî dünyaya karşı gösterilen şiddetli hırs, ihlâs-ı tammı söndürür. İnsanı müflis eder. Ondandır ki “Mü’minde hırs sebeb-i hasârettir” denilmiş. Bunun içindir ki sırr-ı ihlâs, sebeb-i rızâdır, sebeb-i necattır, kalbi masivadan tecerrüttür. Bazen bir tek kelime medar-ı necat ve medar-ı rızâ olabilir. Yeter ki sırr-ı ihlâs ile mayalansın.
Bir ameli, Allah emrettiği için yapmak ihlâs, emredildiği gibi yapmak ise sadâkattır. Sadâkatın biri mânevî, diğeri fiilî olarak iki ciheti vardır. Kişinin bağlandığı dâvâya ciddî ve kalbî samîmiyeti, sadâkatın mânevî cihetidir. Bu mânevî bağlılığın fiilî tezâhürü ise; bağlandığı şeyin icablarını harfiyyen ve tasarruf etmeden yerine getirmek ve fiilen sadâkatını isbat etmeye çalışmaktır.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, 2006, s: 631.
2- Tarihçe-i Hayat, 2006, s: 1073.
3- Lem’alar, 2006, s: 639.
4- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 363.