Şerîat, şereâ kökünden gelir, kànûn yani hüküm koyan mânâsındadır. Şâri-i hakikî (hakikî kànûn koyucu) Allah’tır. Bedîüzzamân Hazretleri’ne göre şerîatın yüzde doksan dokuzu ahlâk, ibâdet, âhiret ve fazîlete aittir. Yüzde bir nispetinde siyâsete mütealliktir. Siyâsete müteallik kısmını ise idareciler düşünmelidir. Ayrıca Bedîüzzamân’ın şerîat tarifi “efrâdını câmi, ağyârını mâni”[1] çok şümullü ve kapsayıcıdır. Klasik ve slogancı bir tarif değildir.
Bedîüzzamân Hazretleri her meselenin iki cihetini nazara sunar. Aklî, ilmî ve dinî yönden tariflerini yapar. Şerîat meselesi de böyledir. O’nun ifadesiyle “Şerîat ikidir.”
Birincisi: Âlem-i asgar(küçük âlem) olan insanın efal(fiil) ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şerîattır.
İkincisi: İnsan-ı ekber(büyük insan) olan âlemin harekât ve sekenâtını(sakinliğini, durgun hâlini) tanzim eden ve sıfat-ı irâdeden gelen şerîat-ı kübra-yı fıtrîyedir(yaratılışta kurulan İlâhî büyük şerîat; kâinattaki kànûnlar) ki, bazen yanlış olarak “tabiat” tesmiye edilir(isimlendirilir).[2] Başka bir tarif ile “O Zât-ı Zülcelâl’in iki vasf-ı kemâlden iki Şer’î tecelli; vasf-ı irâdeden gelen meşîetle takdirdir, O da şer’-i tekvini(şerîat-ı kübra-yı fıtriye)… Vasf-ı Kelâm’dan gelen şerîat-ı meşhure(dinî şerîat). Teşriî evâmire(dinî emirlere) kaşı itâat, isyan nasıl olur. Öyle de tekvinî evâmire(kevnî emirlere, yaratılış kànûnlarına) itâat ve isyan olur. Birincisi(dinî şerîat) galiben dâr-ı uhrâda(ahirette) görür, mücâzâtı, sevabı. İkincisi ağleben(genellikle) dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikâbı.”[3]
Görüldüğü gibi Bedîüzzamân Hazretleri şerîatı ikiye ayırır. Birisi Allah’ın kelâm sıfatından gelen vahiy ve Peygamberimize (asm) gönderilen dinî şerîattır; diğeri irâde ve kudret sıfatından gelen şerîat-ı kübra-yı fıtriyedir ki buna tekvini şerîatta denir. Bu şerîat, kâinattaki kànûn ve kurallardır ki bazıları buna yanlış olarak tabiat kànûnları derler. Dinî şerîata itâat ve isyanın neticesi galiben ahirette verilir; tekvini emirlere uymayanlar ise genellikle dünyada çeker mükafât ve cezasını. ”Meselâ: Nasıl sabrın mükâfatı zaferdir; atâletin(tembelliğin) mücâzatı(cezası) sefâlet. Öyle de, sa’yin(çalışmanın) sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı(cezası) bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattır.”[4]
Yine Bedîüzzamân’ın ifadesiyle “Beşerin asarı (eserleri) ve kànûnları beşer gibi ihtiyar oluyor, tebdil ediliyor (değiştiriliyor). Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kànûnları o kadar sabit ve rasihtir (kuvvetli ve köklüdür) ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor.”[5] Binaenaleyh, şerîat ile devlet nizamı, mâkul ve itibarî emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibârî bir emir olup, hilkatte, yani yaratılışta câri olan âdetullahtan ibarettir.[6] Öyleyse “Şerîat, doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında, hitab-ı İlâhînin neticesidir.”[7] Neticede “Şerîat-ı garrâ kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir.”[8]
Şerîat-ı İslâmîye, kâmil mânâda bu ahirzaman asrının helâket ve felâketinde, öncelikle kalblerin tedavi etmesiyle tekmil edilir. Çünkü “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imânın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imânlar kurtulsun.”[9] Risâle-i Nur’da buna “imân, hayat ve şerîat” formülü ile işaret edilmiştir. Daha doğrusu “imân, hayat ve şerîat” daireleri câri olan âdetullaha tabidir. Fıtrî bir tekâmülün neticesinde tatbik edilebilir. Bu fıtrî ahvale uyulmaması aksiyle cezayı celbeder. Onun için de geniş daireden önce, imân ve hayat dairelerini öncelemek ve kalblerde imân-ı tahkikiyi yerleştirmek en büyük vazifedir. “Şerîat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.”[10]hakîkati bu fıtrî ahvale bakar.
Sosyal hayatta bir işte muvaffak olmak isteyen adam Allah’ın kâinata koymuş olduğu fıtrî şerîat olan yaratılış kànûnlarına veya sünnetullah da dediğimiz kevnî şerîata uygun hareket etmelidir. Sosyal hayatın heyetlerinin bağlarına dikkat etmesi gerekir. Fıtrat kànûnlarını tanıyarak onlara uygun hareket edilmelidir. Aksi bir durumda yaratılış kânûnları olan fıtrat, muvaffakiyetsizlikle cevap verecektir. Öyleyse içtimâî hayata âit heyette, umûmî cereyana yâ’ni yaratılış kànûnlarına zıt hareket etmemek lâzımdır. Muhâlefet edildiği takdirde dolabın üstünden düşer, altında kalır ve ezilir. Fıtrata karşı mücadele edilmez. Çünkü fıtrat fıtrî olmayan fiilleri reddeder.
Peygamber Efendimiz’in (asm) getirdiği şerîatın hakîkatleri ve prensipleri fıtratın yaratılış kànûnları ile dengeyi korumuştur. Dînî ve kevnî şerîata birlikte uyulmalıdır ki sâadet-i dareyn olsun. Fıtrî şerîat atlandığı için aksiyle ceza görülür. Bu noktaya “Bâzan iki şerîat evâmiri, bir şeyde beraber müctemî’dir. Her birine bir cihet… Demek tekvinî emre itâat ki bir haktır. İtâat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâki galib olsa. Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir.”[11] şeklinde işaret edilmiştir.
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği şerîatın hakâiki sosyal hayatın rabıtalarını, bağlarının ve lüzûmlu münâsebetlerini bozmamıştır. O rabıtaların müspet esaslarını kabûl etmiş, bozuk kısımlarını ise tashih etmiştir. Böylece o şerîatın hakâiki, zaman uzadıkça aralarında yakınlık peyda etmiştir. İslâmiyet insanlık için fıtrî bir dindir. Çünkü insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevap verir. Onun için içtimâî hayatı sarsıntılardan koruyan yegâne bir âmil ve sebep İslâmiyet’tir. İnsanlık Kur’ân’ın bütün asırları kuşatan adâlet ve hakkaniyet düsturlarına muhtaçtır. Ancak bu düsturlara uyarak sulh-u umûmîyi yaşayabilir. Beşerin kànûnlarının dayanak noktası Kur’ân’dan olmalıdır. Yoksa sefih medeniyet insanlığı nefs-i emmaresi altında ezecek ve keşmekeşlik devam edecek demektir. Kur’ân umûmun selâmeti namına adâleti emretmiştir.
Şerîat-ı İslâmîye, İslâm dinindeki emir ve yasaklarla ilgili kànûnlar düzenini aklî deliller üzerine te’sîs etmiştir. Bu nedenle Şerîat-ı İslâmiye tüm prensiplerini akla tasdik ettirir ve aklî bürhanlar üzerine te’sîs eder. Bu şerîat, ulûm-u esâsiyenin, yani asıl ilimler olan temel ilimlerin hayatî noktalarını tamamıyla içine almış olan ilim ve fenlerden meydana gelmiştir. Bedîüzzamân, bu mânâda şu ta’rifi yapar: ”Evet, tehzibü’r-rûh, riyâzetü’l-kalb, terbiyetü’l-vicdan, tedbirü’l-cesed, tedvirü’l-menzil, siyâsetü’l-medeniye, nizâmâtü’l-âlem, hukûk, muamelât, âdâb-ı içtimâîye, vesâire vesâire gibi ulûm ve fünûnun ihtivâ ettikleri esâsatın fihristesi, şerîat-ı İslâmiyedir.”[12] İşte bunlar: “Fenn-i tehzib-ur ruh, riyazet-ül kalb ve vicdan terbiyesi fenni, cesed terbiyesi fenni, menzil ve hanenin idare ve tedvir ilmi, şehir ve belediyecilik idare ilmi, nizamat-ül âlem (uluslararası ilişkiler bilimi), hukuk fenni, muamelat ve ticaretler ilmi, içtimaî âdab fenni gibi, ilim ve fenler…”[13]
Bediüzzaman’ın şerîat-ı
İslâmiye ta’rifindeki kavramları açacak olursak;
1.Tehzibü’r-ruh: Ruhun ıslahı, ruhun arınması ve temizlenmesidir. Tehzib,
kelime olarak ıslah etme, temizleme, fazlalığı ve kiri giderme mânâsındadır ki,
bu kavramdaki mânâsı, ruhun nurâniyet kazanıp inkişaf ile velayet makamına
çıkması anlamındadır. Yani ruhun süfli şeylerden arındırılıp yüksek ve ulvi
şeylere sevk edilmesi disiplinidir ki, tasavvuf ve riyazet bu alanda en
müşahhas bir misaldir.
Kur’ân, ruhları ıslah edip temizleyen bir fen kitabıdır. Hayat varsa ruh da vardır. Ruhun bütün mânevî terakkileri teklif
ile meydana gelir. İnsan tehzibü’r-ruh ile hayvâniyetten çıkıp, cismâniyeti
bırakarak, kalb ve ruhun derece-i hayatına girebilir.
2.Riyazetü’l-kalb: Kalb terbiyesi, kalbi kötü arzu ve isteklerden uzak
tutmaktır. Kalbi
mâsivâdan tecrit edip, kesmektir. Kur’ân, fani
şeylerden kalbi çektirerek bâkî olana yönelten ve kalbi inşa eden bir fendir. Çünkü mâsivâ alâka-i kalbe
lâyık değiller. Riyazet, fani şeylerden nefsini çekerek kanâat içinde
yaşamak ve bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve
içmeyi terk ederek faydalı fikirlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak anlamına
gelir. Bu terkipteki mânâsı ise, kalbin mâsivâdan, yani Allah’tan gayrı şeylerden
arındırılması ve sadece Allah’a tahsis edilmesidir. Bu da yine mânevî bir
disiplin ve terbiye ile mümkündür. Risale-i Nurlar ve tarikatın mânevî seyr-ü
sülûku buna misal olarak gösterilebilir. Risale-i Nur’da konuya ışık tutacak şu izahlar
yapılmıştır: “İşte bu hâlette kalb hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve
cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse,
mahbupları adedince mânevî cerihalar oluyor.”[14] “Herşey helâk olup gidicidir—Ona
bakan yüzü müstesnâ.”[15] insanın elini mâsivâdan kesmek
için bir kılıçtır ki, o da, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmayan fâni dünyada, fâni
şeylere karşı alâkaları kesmek için, hükmü, dünyadaki fâniyâta bakar. Demek,
Allah hesabına olsa, mânâ-yı harfiyle olsa, livechillâh olsa, mâsivâya girmez
ki “Herşey helâk
olup gidicidir—Ona bakan yüzü müstesnâ.”[16] kılıcıyla başı kesilsin.”[17]
3.Terbiyetü’l-vicdan: Vicdanın terbiye edilmesidir. Kur’ân, vicdanları
terbiye edip, doğruların berrak bir şekilde hissedilmesini sağlayan bir fendir.
Vicdanın hak bir disiplin ile terbiye edilmesi ve aslına irca
edilmesidir. Vicdan,zaten
doğuştan hakkın bir mizanı ve miyarıdır. Ama başka terbiye sistemleri, vicdanın
bu asli ve fıtri ahvalini bozup zedeleyebilir. İşte İslâm dininin ibadet ve
ahlak disiplini, vicdanı aslına döndürme ve terbiye etme işlemidir. Vicdanın ziyası, ulûm-u
diniyedir. “iman” beşerin kalbi ve vicdanı için bir nurdur ve Şems-i
Ezel olan Cenab-ı Allahtan gelen bir şua’dır ki; vicdanın melekûtiyet ülkesini
birden ve bitamamiha ziyalandırıyor. Evet, vicdanın esrarengiz olan nutk-u
beliğânesini cemiyet-i kâinata karşı vekâleten inşad eden vicdanın hatib-i
fasihi ve kâinata Hâkim-i Ezelîyi ilân eden imanın mübelliğ-i beliği olan
lisânın elinde bir menşur-u lâyezalîdir. Zira, kemâlin cemâli dindir. Hem, din
saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selâmetidir. Demek fıtrat-ı
selime, vicdanın itmi’nânı şehadetiyle onu tasdik ediyor.
4.Tedbirü’l-cesed: Kur’ân, insana,
bedenini nasıl idare edeceğini ders veren bir fen kitabıdır. Tedbirü’l-cesed, insanın kendi bedenini ve cesedini, maddî ve mânevî
aza ve cihazlarını İslâm istikameti üzerinde tedbir ve tasarruf etmesidir.
5.Tedvirü’l-menzil: Kur’ân, sahip
olduğu şeyleri nasıl çekip çevireceğini öğreten bir fendir.
Tedvirü’l-menzil, kendi hanesini ve âilesini yönetmek mânâsındadır. Yani
insan sorumlu olduğu cesedini ve menzilini İslam dairesinde tedbir ve terbiye
etmelidir.
6.Siyasetü’l-medeniye: İdare, yöneticilik, devlet idaresi mânâsını ifade
eder. İnsanların ve toplumların medeni seyri ve yönetilmesidir ki,
siyaset bilimi buna bakar. İslâm bu sahada da en mükemmel ve en kâmil bir
seviyededir. Kur’ân,şehirleri, ülkeleri ve dahi âlemi idare edecek
siyaseti ders veren bir kitaptır.
7.Nizâmâtü’l-âlem: Dünya işlerinin düzenlenmesidir. Âlemin intizam ve
düzeninin sağlanması, sulh-u umuminin tesis edilmesidir.
8.Hukuk: Şerîat kitaplarında yazılı olan haklar, kànûnlar ve kàideler. Hukuk ve
muamelat, zaten bildiğimiz hukuk sistemi ve ceza hukukuna işaret ediyor. Kur’ân,insanlığın adaleti
nasıl temin edeceğini gösteren bir hukuk kitabıdır.
9.Muâmelât: Fıkıhta şahıs ve âile hukuku, aynî haklar, miras, ticaret,
borçlar ve iç hukukuyla ilgili konular. Muâmelât,
fıkhın ibadetler dışında kalan kısmını, yani hukukun tamamını ifade eder.
Buna, “kişinin diğer fertlerle ve cemiyetle
münâsebetlerini tanzim eden fıkıh kâideleri” de diyebiliriz
10.Adâb-ı içtimâîye: Sosyal hayata, toplum hayatına ait kurallar,
terbiyeler. Toplum ve medeni hayatın teamül ve geleneklerini tesis ve
tespit eden bir ilim dalıdır.
Elhasıl: “Bununla berâber; Şerîat-ı Garra-yı İslâmiye, bütün bu bilimleri, lüzum hâsıl olduğu yerde, ihtiyaç gösteren noktalar da -makamın müsaadesi nisbetinde- tefsir ve izah eylerken; lüzum olmadığı ve zihinlerin hazırlıklı bulunmadığı hâl ve durumlarda veya zamanın müsaade etmediği ahvâlde; icmal edip bir fezleke ile geçmiş ve bir esas vaz’ederek; istinbatın yapılmasını ve o esasın fer’lendirmesini ve neşv ü nemasını akılların meşveretlerine havale eylemiştir. Hal böyle iken; şu mezkûr fenlerin üçte birisi, hatta belki tamamı; telahuk-u efkarla gelişip inbisat eylemiş vaziyetleriyle ve netice ve semerelerinin genişlenmesi halleri ile; medeniyet görmüş, geçirmiş yerlerde ve zekîlerin içinde bile, tek bir şahısta bulunmaları mümkün değildir.”[18]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Ne eksik ne fazla, eksiği artığı olmayan.
[2] Mektubat, s.810
[3] Sözler(Lemaat), s.1181
[4] Age, s.1181
[5] Sözler, s. 658
[6] İşârâtü’l-İ’câz, s.238
[7] Mektubat, s.765
[8] Eski Said Dönemi Eserleri, s. 178
[9] Lem’alar, s.269
[10] Age, s.127
[11] Sözler(Lemaat), s.1181
[12] İşarat’ül İ’caz, s.166
[13] İşarat’ül İ’caz (Trc: Abdülkadir),Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi
[14] Lem’alar, s.34
[15] Kasas Sûresi, 28:88
[16] Kasas Sûresi, 28:88
[17] Mektubat, s.100
[18] İşarat’ül İ’caz (Trc: Abdülkadir),Bakara 23-24: Nübüvvet Bahsi