Ruh-u gaddar; şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olup, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannasdır.
Elindeki cereyan-ı müstebidâne, hem zâlimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münâfi, hem ehl-i imânın ekseriyet-i mutlakasının menfâatine mübâyin (zıt), hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir.
Bu ruh-u gaddarın iştigâl ettiği cereyan âlem-i İslâmın fıtratına, tabiatına muhaliftir. Şu ruh-u gaddarın medeniyet-i habîsesi ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şerîatta merdud(reddedilmiş) ve seyyiâtı hasenâtına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvâsıyla mensuh (hükmü kalldırılmış) ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz (çökmeye mahkum), sefih, mütemerrid (inatçı), gaddar, mânen vahşi bir medeniyettir. Ahlâkın esasını ifsâd etmiştir. Serbest hevânın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye (zarurî olmayan ihtiyaçları) havâic-i zaruriye (zaruri ihtiyaç) hükmüne geçmiştir. Bu ruh-u gaddarın cereyan-ı müstebidânesinin nokta-i istinadı kuvvettir. Hedef-i kastı menfâattır. Hayatta düsturu, cidaldir (çarpışmak). Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. Cazibedâr hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî (cesaretlenrdirme) ve arzularını tatmin ve metâlibini (taleplerini) teshildir(kolaylaştırma). O hevâ ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine (iç dünyasının kötü ve çirkin bir hâle gelmesine) sebep olmaktır.1
Sen ey ruh-u gaddar! Felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden ruh-u habîs! Sen mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan (faydalı fenlerden) başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutarsın. Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek! Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musîbetlerle musîbetzede olmuş ve azâba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud denilebilir mi?
Âyâ, görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden meyus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisâr-ı hayâle uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin şeâmetinle (uğursuzluğunla) kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, zâil (gelip geçici), yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mes’ud denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun.
Ey beşerin nefs-i emâresi (olan ruh-u gaddar)! Bu temsile bak, beşeri nereye sevk ettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında biçare, âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasp ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazan da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline semâ ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan, umumî bir matem o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden, o yolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Ya insaniyetten tecerrüt edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin; veyahut kalb ve aklın muktezasını iptal etsin.
Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış (ruh-u gaddar) Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan (sadece dünyaya hasr-ı nazar ettirip, ahireti görmeyen ve göstermek istemeyen) kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte, beşere açtığın yol ve verdiğin saadet bu misale benzer.2
Ey ruh-u gaddar! Sen huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmışsın. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mânâ-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip “mânâ-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahsedersin. “Ne güzel yapılmış”a bedel “Ne güzeldir” der, çirkinleştirirsin. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî edersin. İşte bu ruh-u gaddar olan felsefenin halis tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şakirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir (kendisi için endişe eden) ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.3
İşte şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddarın mümeyyiz sıfatları bunlardır. En yakın dost ve arkadaşları olan şeytan, nefis ve menhus ruh ile müttefik halde çalışarak özellikle Müslümanların ve insan cemaatlerinin dünyevî ve uhrevî hayatını perişan etmeye çalışılıyorlar. Aman dikkat!
Dipnotlar: 1- Eski Said Eserleri (Sünuhat), 2009, s. 492 2- Lem’alar, 2006, s:293-94 3- Sözler, 2006, s: 217-18