Risâle-i Nûrlar’dan Başka Eser Okunmaz mı?

Risâle-i Nûrlara muhatap olanlar başka eser okuyabilir mi? Risâle-i Nûrlardan başka eserleri okumak veya onlarla meşgul olmanın zararı mı vardır?

*Önce şunu ifâde etmek gerekir. Bizim için en önemli konu marziyât-ı ilâhî olmalıdır. Yanî Yüce Rabbimizin kelâm-ı ezelîsindeki marziyâtını doğru olarak anlamak ve yaşamak. Peki, Kur’ân’ı doğru olarak anlayacak yeterli ilim ve bilgi bizlerde var mı? Elbette ki yok. İşte buna binâen Kur’ân’ı ve sünnet-i Resulullahı (asm) doğru olarak anlamak ve yaşamak için Yüce Allah her asırda bir müceddid-i dîn göndermiş ve bu mücedditler kendi asırlarının anlayışına ve fehimlerine göre Kur’ân’ı ve sünneti tefsir etmişlerdir.Risâle-i Nûrlar da son âhirzamân asrının tecdididir.
Üstadımız Bedîüzzamân Hazretleri de çok delillerle bizim kanaat ve kabulümüze göre son müceddiddir. Bizlere de yaşadığımız asrın imamına tâbî olup kurtulmamız Peygamberimiz tarafından bildirilmiştir. Burada dikkat etmemiz gereken nokta Kur’ân’ın kendi kendimize anlamakta zorlanmamız hakîkatiidr. Öyleyse mesele Kur’ân’ın tecdit edilmesi husûsudur. Eğer nazarlarımızı Kur’ân’ın kudsîyetinden başka eserlere çevirirsek marziyât-ı ilâhî olan kelâm-ı ezelîden koparırsak işte burada hata yapmış oluruz. Okuduğumuz Risâlelerde Kur’ân’a ayna olmalı gölge olmamalı.

” Cumhûru, burhandan ziyade, mehazdeki kudsiyet imtisale sevk eder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı.

Meselâ, hükmün me’hazı olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.(Sünuhat)”

Demek ki bütün maksat me’hazdaki kudsiyete çevrilmeli. Çünkü en tesirli olan odur. Bu hakîkat ortada iken bizler Kur’ân’ı anlamak için Risâle-i Nûrları okumalıyız. Yoksa Risâleleri anlamak için Risâle okumaya kalkışırsak me’hazdaki kudsiyetten yanî Kur’ân’ın kudsiyetinden uzaklaşmış olabiliriz.

Zaten zaman zaman cumhurdan aldığımız tenkidlerin altında da bu mesele vardır. Yani cumhur en kudsî olarak Kur’ân’ı biliyor. İşte bizler bu ma’nâda Risâleleri okumamızın altında Kur’ân’ın kudsiyetinin olduğunu ve Kur’ân’ı anlamanın yattığını muhataplarımıza anlatmamız gerekiyor.

Şimdi hakîkat bu iken birileri Kur’ân size yetmiyor mu? Niçin Risâle-i Nûrları okuyorsunuz diyorlarsa bu serzeniş haklı olamaz. Çünkü okuduğumuz Risâleler Kur’ân’ı ve marziyât-ı ilâhîyi anlamak için birer vesîledir. Vesîle için Bedîüzzamân Hazretleri şöyle der:” Vesîlenin mâhiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rızâ-yı İlâhîdir ve mayası ihlâstır; o küçük değildir, büyüktür.(İhlâs Risalesi)”
 İşte bu sırrı nazarlardan kaçırmamalıyız. Önemli olanla olmayanın yerlerini değiştirmememiz gerekir. Yanî maksâd-ı hakîkî ile vesîlenin yerlerini değiştirmemek gerekir. İ’tirâz edenlerin belki de noksan kaldıkları yerler buralar olabilir.

*Konunun anlaşılması için birkaç noktanın dahâ îzâhını yapmak gerekir. Risâle-i Nûrlardan başka kitap okunmalı mı okunmamalı mı?

Biliyoruz Allah’ın iki şeriatı vardır. Biri dînî şeriat diğeri ise fıtrî şeriat. Fıtrî şeriat Kur’ân’ın kâinattaki cisimleşmiş halidir. Yanî Kur’ân’ın açılımı ve cismî tecellisidir. Bizlere Rabbimizi ta’rîf eden üç küllî muarriften birisi fıtrî şeriattır. Şimdi bizler Risâle-i Nûrlarda da tezâhürleri olan ve îzâhları yapılan şeriat-ı fıtrîye kânunlarını okumayalım mı? Çünkü ilmî her bir îzâh ve buluş şeriat-ı fıtrîyenin anlaşılması ve idrâk edilmesine hizmet etmektedir. Aynı zamanda da aklı aydınlatan fen ilimleridir. Elbette bu yolla fıtrî şeriat kânunlarına hizmet eden ve bizleri marifetullah delillerine ulaştıran bu ilmî hakîkatlerden istîfâde etmek gerekiyor. Risâle-i Nûrlarda da bunların nihâî hudutlarının peygamber mucîzeleriyle sınırlarının çizildiği malûmdur. O zaman fıtrî şeriat kânunlarını marifetullah şahitleri ve delilleri olarak mütalâa etmekte sanırım bir problem olmamalıdır.

Diğer bir husûs ise şudur. Biliyoruz ülkeler kendi bekâlarını devam ettirmek ve sosyal hayatı tanzim altına almak için Anayasalar hazırlarlar. Hiç bir kimse diyemez ki Anayasa bize yeter biz bu anayasa ile her şeyi idare ederiz. Edemezler çünkü anayasada her şey ayrıntısı ile yer almaz. Anayasa temel prensipleri ihtivâ eder bunun üzerine kânunlar çıkarılır. Peki, kânunlar yeterli midir? Hayır, bakıyoruz ki kânunların hayata tatbikâtı için yönetmelikler ve tüzükler çıkarılır. Peki, bu yönetmelikler ve tüzüklerin gâyesi nedir? Elbette ki anayasada dayanağı olan kânunların daha iyi anlaşılması ve tatbik edilmesidir. Şimdi kimse Anayasa bize yeter kânunlara ne gerek var diyemiyor. Ya da kânunlar bize yeter yönetmelikler ve tüzükler gereksizdir de diyemiyor. Bunlar şeriat-ı fıtrîye gereği kabul ediliyor.

Peki dini şeriatta niçin bunlara karşı çıkılıyor? İşte bütün mesele bunu anlamaktır. Eğer birisi kendi hevesi ve enesi ile anayasaya aykırı bir kânun ve yönetmelik ortaya koyuyorsa elbette ki cumhur-u ulema o kişinin görüşlerinin merdud olduğunu ortaya koyacaktır.

Aynen böyle de Üstadımız Risâle-i Nûrların îzâh, şerh, tanzim, tahşiye, tefsir, neşir vazîfelerini talebelerine bırakmıştır. Bu vazîfeler kıyamete kadar yapılacaktır. Kim ki bu vazîfeleri Risâle-i Nûrların şahs-ı mânevîsinin dışında yapmaya kalkarsa işte orada Risâle-i Nûrların şahs-ı mânevîsi onlara gereken cevapları verecektir. Zaten bu şekilde hareket edenlere de fazla itibâr edilmiyor.


Ancak bir cemaatin kontrolünde ve istişaresi ile şerh, îzâh, tanzim, tahşiye vb. yapılıyorsa bunu Risâle-i Nûrların hayata tatbikâtı olarak görmeliyiz. Çünkü herkes Nûr talebesi olamayabilir. Öyleyse diğer ehl-i îmânın eline Risâle-i Nûrların şerh, îzâh ve tanzime bağlı eserleri geçerek onlara bir kuvve-i mânevîye olmak zorundadır. Bunların ölçüsünü de Üstadımız vermiştir. Bunun dışındaki anlayışları şahsî mülahazalar olarak kabul etmek gerekir. Dileyen de öyle yapsın. Çünkü Üstadımız Yirminci Lem’a’da şöyle bir ölçü veriri. Herkes bu ölçüye sadık olmalıdır.” Hem ihlâs ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istîfâdelerine taraftar olmaktır. Yoksa, “Benden ders alıp sevap kazandırsınlar” düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.( Yirminci Lem’a)”

Muhterem kardeşim, lügatlı Risâle-i Nûrların basılması ile ilgili çok değişik mülâhazalar ve farklı anlayışlar mevcut. Hatta bu konunun anlaşılması için isterseniz Risâle-i Nûrların yeni hurufla basılmasına Üstadın verdiği izne bakalım. Üstad Hazretlerine ihtâratla yeni huruf ve matbuat âlemi ile tezâhüre başlanması ihtâr ediliyor. Ve bundan sonra ilk önce Asay-ı Musa yeni hurufla tab ediliyor. Daha sonra 1956’dan sonra ise özellikle Ankara’da Külliyatın tamamı yeni hurufla basılıyor ve Üstad artık ölsem gözlerin açık gitmeyecek diyor ve şimdi Risâle-i Nûr bayramıdır diyor.

Bu meyanda açıklamalar için Bayram Yüksel ağabeyin son şahitler eserindeki hatıralarına bakılabilir. Peki, Üstad ne yapıyor? Külliyatın tamamını yeni harflerle bastırıyor ve hepsinin tashihatını da kendisi yapıyor. Karşı çıkanlara da kardeşim artık Risâle-i Nûrlar insanların ve gençliğin îmânını kurtaracak diyor ve karşı çıkışlara hiç aldırış etmiyor. İşte Risâle-i Nûrların tab’ı meselesinde ilk farklı anlayışlar bu zamanlarda başlıyor. Bu konuların dahâ iyi anlaşılması için Mustafa Türkmenoğlu ağabeyin “Bir Davaya Adanan Ömür” kitabı ile İbrahim Kaygusuz’un son Zübeyir Gündüzalp kitapları çok önemli bilgileri ihtivâ ediyor. Eğer okumamışsanız inanın ki tavsiye ederim. Ben çok istîfâde ettim. Özellikle Said ağabeyin Zübeyir ağabeyi Ankara’dan göndertmesi ve bazı mektupları Zübeyir ağabeye vermemesi çok mânidar.

İşte Üstadımız ilk defa 1948-49’larda Asay-ı Musa eserini lügatçeli olarak basan ağabeylere itiraz etmiyor hatta o esere imzasını atıyor. Yeni Asya’dan M.Latif Salihoğlu bu konuda o eserin lügatçeli kısımlarının ve Üstadın imzasının resimlerini köşesinde neşretti. Bu kitabı görmek isteyen Yeni Asya Gazetesi binasından Latif kardeşten bilgi alabilirler.

Demek ki lügatçeli eserlerin basımının numûneleri de ta Üstadımızın zamanında var. Önemli olanın orijinal metinlere müdâhale edilmemesidir.


Burada bir meseleyi daha nazarlara sunmak isterim. Şimdi lügatçeli eserlere karşı çıkanlara bakıyoruz internet sitelerine karşı değiller. Artık internet siteleri ile Risâle-i Nûrlar, yapılan dersler, îzâh, şerh ve tanzimler hatta tahşiyeler sitelerde yapılıyor. Hatta Risâle metinlerinin üzerine mausu getirdiğimizde hemen üzerine o kelimenin anlamı geliyor. Hatta her site kendi sitesine lügat koyuyor ve bu lügatler üzerine tıklanan kelimelerin anlamını hemen veriyor. Şimdi bu çalışmaları yapanlar lügatçeli Risâlelere karşı olanlar. Bu anlayışı anlamakta ben zorlanıyorum. Yine gazeteye, dergilere, kitaplara, makâlelere- tabiî bunlar Risâle-i Nûr endeksli olanlar-karşı çıkanlar yine sanal bir gazete muhteviyâtı taşıyan sitelerdeki çalışmalar karşı değiller. O sitelerde izahlar yapılıyor, makâleler yayınlanıyor. Hatta derslerinin çoğu îzâh ediliyor açıklamalar yapılıyor ve hatıralar anlatılıyor. Onlar bunları yaparken başkalarının hizmetleri ise eleştiriliyor. Ben buraya başka bir şey yazamıyorum.

Gelelim Üstadın Risâle-i Nûrlara kanâat meselesine. Üstad Hazretleri nazarlarımızı Risâle-i Nûrlardan çeviren ve çoğu bid’alara giren ve götüren başka eserlerin okunmamasını söylüyor. O mektuplar Kastamonu Lahikasında var. İşte o kısımlar:


” Mânevî bir ihtara binaen Risale-i Nur’un hizmetine bilmeyerek zarar verebilen bazı yeni eserleri alan bir kardeşimizi bir ikaz, bir ihtardır ki, sair Risale-i Nur talebeleri vazifelerine halel vermemek için bir tenbihtir. Bu da Lâhikaya girsin.
Hem şimdilik bazı ulemanın yeni eserlerinde meslek ve meşrep ayrı ve bid’atlara müsait gittiği için, Risaletü’n-Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ânı muhafaza etmek bir vazifesi iken, has talebelerden birisi bilfiil huruf ve hatt-ı Kur’âniye’yi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kur’âniyeye, ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan, dağda, şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim, sonra ikaz ettim. Elhamdü lillâh ayıldılar. İnşaallah tamamen kurtuldular. (Kastamonu Lahikası)”

Daha da ek yapılabilir, ancak yukarıdaki Üstadın uyarıları hangi eserler için sanırım anlaşılıyor. Bütün diğer kitaplar için bunu tatbik edeceksek o zaman ne ilmihal, ne fıkıh ne hadis kitapları falan da okunmaması gerekir. Bu ise Risâle-i Nûrların rûh-u aslîsine münâsip olmaz. Risâle-i Nûrlara şerh, îzâh ve tanzim olan eserler ile yukarıdaki bize zarar verecek ve bid’alara müsâit eserleri bir tutmak sanırım hakperestlik olmaz diye düşünüyorum.

Bâkî ÇİMİÇ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir