“Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. (Sözler, s:15)” Bismillah her hayrın başı, hayırlı işlerin mukaddemesi ve Sözler’in kapısının eşiği, Birinci Sözün ilk cümlesinin ilk kelimesi. Sanki Birinci sözün, bütün Sözlerin ve Risâle-i Nûr külliyatının anahtarı. Biz dahi başta ona başlarız. Evet, biz başlarız, çünkü bu kelime İslâm nişanıdır. Şeâir-i İslâmiyedir. Bir âlemdir. Onun için “biz” başların, hem de başta başlarız, hem de her hayırlı işin başında başlarız.
Neye başlarız? Elbette ki O’na başlarız. Onunla O’na başlarız. Besmeleye başlarız. Allah’ın adıyla Allah’ın adına başlarız. Çünkü Allah Ezelîdir. Biz O’na yani Besmeleye başlamadan önce de O(cc) Ezelîyeti ile vardı. Onun için de “Biz dahi başta ona başlarız.”
O halde “Bismillâh” biz başlamadan evvel vardır. Yani biz, bizden önce var olana ve Ezelî olana başlarız. Ona -besmeleye-başlamakla Ezelî olan Allah’ın Rahmân ve Rahîm isimlerine ve O’nun adı ile O’na başlarız. O’na başlamak her şeyden önce Ezelîyeti ile varlığı Ezelî olana başlamak demektir.
“Şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al.”( Sözler, s:16) Şu sahranın Mâlik-i Ebedîsinin ismini almak. Esasında sahra dünyadan da ileri bir manayı yani Kâinatı da içine almalıdır. Madem biz ezel canibinden ve zerreler âleminden dünya çölüne çıkarıldık. O halde bizim sonsuz ihtiyaç ve a’dalarımıza ancak sonsuz ilim, kudret ve irâde sahibi Ebedî bir zat çare olabilir. Hükmü ve mâlikiyeti sınırlı olan, sonsuz ihtiyaçları karşılayamaz ve düşmanları def edemez. Onun için şu sahranın Ebedî Mâlikinin adı alınmalı ki bütün mülkün mutasarrıfı olma hâkimiyeti ile ihtiyaçlar karşılanabilsin.
Hâkim-i Ezelînin ismini almak. Ezel, ebed ve hâle hükmü geçebilen bir Hâkimin ismini almak ne kadar istimdat ve medet vericidir. Çünkü Allah’ın Hâkimiyeti belirli bir alan ve zamanla sınırlı değildir. Bütün zamanlara ve mekânlara hükmeden bir zatın ismini Bismillâh ile almak elbette Hâkimiyetinin ezeliyetine olan îmân ve i’tikâd ile olur.
Hâkimiyet ezeliyeti, Mâlikiyet ise ebediyeti gerektiriyor. İnsan dünya çölünde çaresiz, aciz ve fakirdir. Hem de acizliği ve fakirliği; ihtiyacı ve düşmanları da nihayetsiz. Öyleyse nihayetsiz çaresizlik, acziyet ve fakirlik içinde sınırsız ihtiyaçlarını karşılayacak ve nihayetsiz düşmanlarını def edecek “Bir”inin adını alması ve O’na dayanması zarûrîdir. Yoksa perişan olacak, çaresizliği onu divane edecektir.
İşte bu halde olan kişinin ihtiyaçlarını karşılayacak olan onun ebedî arzularına cevap verecek ancak ve ancak sonsuz mülklerin sahibi olan Mâlik-i ebedî olabilir. İşte O Mâlik-i Ebedînin adını alan ve ondan istimdan eden seyyah, dertlerinin dermanına ve ihtiyaçlarının karşılanmasına, kalbinin ebed arzusuna cevap vereni bulmanın iştiyakına kavuşmuş olur.
Hem o seyyah öyle birinin ismini almalı ve öyle birine dayanmalı ki onun bütün ihtiyaçlarını bilmeli, bilmek yetmez görmeli, görmek de yetmez karşılamalıdır. Bu da ancak kalb perdesinin arkasındaki arzuları dahi bilen, gören ve o ihtiyacı karşılayan Hâkim-i Ezelî olabilir. O zat ezeli Hâkimiyeti ile bütün kâinatı görür, bilir ve her şeye gücü ve kudreti yeter vasfı ile o ismi alanın da ihtiyaçlarını görür, bilir ve karşılar.
İşte bu sırlardandır ki Birinci Söz’de düşmanı, hâcâtı nihayetsiz olan ve çölde seyahat eden seyyah olan bizler” şu sahranın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin” ismini almak mecbûriyetindeyiz.
Biliyoruz ki taş sert ve katı bir maddedir. Ancak “Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları “Bismillâh” der, sert olan taş ve toprağı deler, geçer. “Allah namına, Rahmân namına” der; herşey ona musahhar olur.( Sözler, s:17)” sırrınca taş dahi zahirde sert gözükürken emir aldığında yani Allah nâmına, Rahman nâmına denilince emre itâat ediyor, üstünlük gibi görülen sertlik o yumuşacık kökler karşısında pamuk gibi yumuşuyor. Demek ki sert olan maddeler de Allah’ın emri ile hareket ediyor ve emir karşısında İblisvârî bir duruş değil, emre itâat eder bir duruş sergiliyor.
Demek ki eşyanın zatında üstünlük aramak ve bu sebeple eşyaya ve esbaba te’sîr vermek şeytânî bir duruş oluyor. Hâlbuki Allah’ın emri ile eşya şekil alıyor. Biz kullar da esbaba üstün bir vasıf verip vahyi ve emri bırakır sadece akılla üstün olanları aramaya kalkarsak “Tereccüh bila müreccih” hatasına düşeriz. Yani hiçbir üstünlük sebebi olmaksızın bir şeyin diğerine üstün gelmesi ve tercih edilmesinin muhâliyeti hatasına düşeriz. O zaman ipek gibi kökler ve nâzenin yapraklar ağzımıza birer tokat vurabilirler ve manen “tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor” hakîkatini bize ihtâr ederler.
***
Şu dünya ise bir çöldür
“Şu dünya ise bir çöldür.(Sözler, s:16)” Bağ değil, bahçe değil; sahil değil, kumsal değil. Çöl! Ne kadar yakıcı bir hakîkat, değil mi?
Dünya sahrasında seyahat ediyoruz; bir an önce, kazasız belasız menzil-i maksûda varmamız gerekirken oyalanıyor, sanki çölde sonsuza kadar kalacakmışız gibi ebedî ikâmetgâhımıza gitmemek için ayak diretiyoruz. Oysa, kim çölde bir ömür boyu yaşamak ister ki?
Hem istesek ne olur; yolculuk devam ederken bizi çölde durdururlar mı? Hem çöl sanki yaşanacak bir yer midir?
Çöl ıssız, çöl yakıcı, çöl susuz, çöl vahşidir; orada oyalanmak olmaz. Bir an önce daha rahat bir hayatın olduğu yere merak ve hareket gerekir. İstek ve arzu ve de iştiyak gerekir. Bu fıtratın da bir zarûreti olsa gerek. Birinci Söz’de çöl ile fıtrata muvafık bir metod da gösterilmiş oluyor. Çölde görülen serabın peşine takılıp da vadi vadi koşturanın sonu, maksuduna ulaşamadan bir gün susuzluktan ölmek olur. İşte bu da Birinci Söz’deki kıssadan alacağımız bir başka hisse olsa gerek.
Çöl, dünya sahrası olarak bize hakîkî bir hayatın arkasını ihtâr ediyor ve oraya göre hazırlanmamızı ve bu dünya sahrasında ebedi kalamayacağımızı, sahranın arkasında ise çölden daha mükemmel bir memleketin var olduğunu gösteriyor.
Dünya çok fettandır. Fânî ve fenâ cihetiyle fitne ve fesâda insanı teşvik eder, nefsin fenâlık yapmasına onu ayartır. Çünkü ca’ziptir. Câzibeli ve kendine ebedî kalacak gibi nefisleri çeker.
Bu nedenledir ki dünyanın âşığı çoktur, sonsuz isteklerini ise elde edeni yoktur. Düya ne kimseye yâr olmuş, ne de kimseyi kendine yâr etmiştir. Cazip ve süslü fâni ve nefsânî tarafına binlercesini âşık eder, peşinden koşturur. Kendine âşık olan hiç kimsenin aşkına mukâbele de bulunmaz; peşinden koşturur, ancak kimseye yâr olmaz ve kimse onda enedî kalamaz.
Bir tebessüm ettirse, bir zevk tattırsa, binlerce kez elem çektirir, gözyaşı döktürür. Ne insanlar onun yolunda heder olmuş, ne ömürler onun yolunda fedâ olmuş, ne gençler ve kuvvetliler onun yolunda devrilmiş gitmişlerdir. Fâni ve geçici olan dünyanın bu yüzü herkesi kendisine yakın etmeye çalışmış, ancak kendisi herkesten uzak kaçmıştır.
Her kalbi kendisine çekmeye ve bağlamaya çalışmış, ancak gönlünü kimseye bağlamamıştır. O devamlı dost görünen gizli bir hırsız gibi gönül çelmiş, ancak kimseye gönül vermemiştir.
Onun içindir ki onun muhabbeti, esassız ve temelsizdir. Çekiciliği ve güzelliği sûrîdir, cazibesi geçicidir. Sen ona ne kadar sadâkat edersen et, o sana ihânet eder. O fâni dünya aldatılmaya tahammül etmez, ancak kendisi hep aldatmıştır. Ona bel bağlayanları hem mahcup ve telâfisi mümkün olmayan neticelere götürmüştür.
Öyleyse o aldatır, ancak aldanmaz. Hep o kârlı çıkmıştır, ona bel bağlayanlar zararda kalmıştır. Öyleyse o tıpkı çölde görülen bir seraba benzer. Peşinden koştukça o hep kaçar ve kimse onun sûrî cazibesinden hakîkî olarak istifâde edemez. İnsan ona kaştukça derin bir çukura doğru kulaç attığının farkında değildir. Susuzluğunu dindireceğini sanılır, ancak bilakis o kaçışı i,le hep uzağa düşer. Çünkü onun görüntüsü hep izâfîdir. Hakîkât ile hiç bir ilgisi yoktur. O yalanın ve hatanın tâ kendisidir. Güzel görünür, ancak güzelliği boyalı çürük bir duvar gibidir. Yani görüldüğü gibi hiç değildir.
Öyleyse bu kadar yalancı ve oyalayıcı dünya çölü ve sahrası elbetteki bizlere çok şeyler anlatıyor olmalıdır.(Besmelenin Sırrı Kitabından istifâde edilmiştir.)
***
Nûrdan Tefeyyüzlerim
Sırr-ı ihlâs, sırr-ı teslimiyeti gerektiriyor. Sırr-ı teslimiyet ise ön şartsız îmânı zarûrî kılıyor. Onun için Amelimizde rızâ-i ilâhi olmalıdır.
Sen kimseye bir şey kabûl ettiremezsin. O vazîfe senin değil. Sen vazîfeni yap, vazîfe-i ilâhiyeye karışma! Kalblerde ve rûhlarda te’sîr etirecek olan yalnız Allah’tır. Haddi aşma! Allah(cc) haddi aşanları sevmez!
Kendi indî, fevrî fikrini rûh-u cemaatten üstün gören nâkıstır. Fikr-i infirâdî hastalığı dehşetli bir belâdır. Kim o hastalığa tutulmuş ise işi çok zordur!
Meşrû’ zeminlerde hakkın hatırını savunamayanlar meşrû’ olmayan zeminlerde konuşmasın! Çünkü samimî olmuyor. Hak sana bunun hesabını sorar!
Kim ki biz rûhundan ben moduna geçerse bocalamaya başlıyor. Enâniyet mikrobu onu sarsıyor. Acilen kevser-i Kur’âni havuzuna dönülmeli! Yoksa tehlike ihtimâli kâvîdir.
Öfke ve intikam duygusu sırr-ı ihlâsı yok eder. Hizmet rûhu taşıyan öfke ateşini söndürmeli, intikam duygusunu yutmalıdır.
Beşerî zaaflar şahs-ı mânevîye verilmez. Onun içindir ki şahısların kusûrları cemaate yüklenmez. İyilikler şahs-ı mânevinin, kusûrlar şahıslarındır.
Yalancı hâmiyet-fürûşluk gösterisi hakîkî ihlâslı olanlara yakışmaz, yanaşmaz ve yanaşmamalı. Âhirzamân asrında sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek rüçhâniyet kesbetmiş. Sırr-ı ihlâsta terakkî etmeliyiz.
İslâm’ın prensipleri ekvalimizden önce ahvalimizde yansımalı ki sırr-ı ihlâs ile mayalandığı anlaşılsın. Yoksa eylem, söylemi tekzîb eder! Söylem-eylem tutarsızlığı yaşanır.
Uhuvvet dairesindeki muhabbet bizlere yetmeli. Ücretli muhabbetler aksü’l amel yapar. Allah için sevmek şiârımız olmalıdır ki makbûl olsun.
Bu asır şahıs asrı değildir. Şahıslar kusûrlu olabilir. Allah için sevmeliyiz ki muhabbetimiz meşrû’ olsun. Yoksa o muhabbet adavete döner.
Kim şahıslara takılıp kalmış ise kaybetmeye adımını atmış demektir. O şahıs, o kişinin imtihânı olabilir. Hizmet rûhu taşıyan hak meslekte ihlâsa dayanmalıdır.
***
Kitaptan okunanlar ile o okunan prensiplere uymak arasında çok tenâkuz görülüyor. Nefsin dizginleri gevşek tutulursa olacağı budur.
Çok adamlar gördüm ki nefsine i’timâd ederek kendini haklı gösterip tenkîd hastalığına tutulmuş. Hâlbuki sırr-ı ihlâs ferâgati ve affetmeyi istiyor. Affedenler kazanıyor. Ancak nefis affetmeyi pek sevmiyor. Öyleyse nefsin hatırını kırıp, hakkın hatırına taraf olmalıyız.
Nefsine i’timâd eden belâyı bulmuştur. Çünkü nefis münekkiddir. Kardeşine karşı acımasızdır. Daima kendini haklı, muhatabını haksız görür. Ona güvenme! Çünkü nefs-i emmâre dâima kötülükleri ister. Rabbimiz rahmet ederse o müstesna!
Affetmek îmânın, mü’mine saldırmak nefsin ve şeytanın sâikiyledir. Nefsine gem vurmak, îmânın gücünden gelir. Ona gem vuramıyorsan mağlupsun!
Nefis kendini müdâfa’a eder; vazîfesi hakkı görmek ve göstermektir. Nefis kusûrunu görmek istemez; vazîfesi istiğfâr ve istiâze olmalıdır.
Nefis hodbînlikte(bencillikte) bîhemta(benzersiz)dır; vazîfesi hudâbinlik(Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan, bilen; Hakk ve hakikatı gören)olmalıdır.
Nefis fahre meftûndur; vazîfesi şükür etmek olmalıdır. Nefis şöhrete müptelâdır; vazîfesi tevâzu’, hacâlet göstermek olmalıdır.
***
Şimdi siz, mâbeyninizde münâkaşasız bir meşveret ediniz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz ki o nizâ ortadan kalksın.
Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz.(Kastamonu Lahikası)
Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zarûretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz.(Kastamonu Lahikası)
Meşverette sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için davranmak gerekir. Meşverette hâk gâlib gelmelidir.
Her daim Kur’ân’ın nûruyla bak, fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki hakîkati bilesin ve bulasın! Meşveret hükümfermâ olmalıdır.
Tahakküm ve istibdad belâsından, meşveret-i şer’iyenin mayasıyla mayalanan şuralarla kurtulabiliriz. Öyleyse şuraların meşveretine muhtacız.
Meşveret ederken ihtiyat ve temkinli olmak gerekir. Hak ve hakîkat adına yapılan meşverette ihtiyatla, telâşsız, velveleye vermemek lâzım.
Meşveretin rûhu, hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşruaya uygun olmalı. Öyleyse hizmet-i Kur’âniyede berâber olanlar meşveret etmeli.
Meşvereti eleştirenler hangi meşverete tâbi’ler? Yoksa şeytanın casûsu olan nefisleri ile mi meşveret ediyorlar? Meşverette ısrâr, sadâkat ve sebat edilmeli!
Kardeşinin kusûrunu aramaktan zevk alanlar, acaba kendi kusûrlarının farkındalar mı? Kör hissiyat nefsin kör noktalarını göstermek istemez! Mecâzî nefs-i emareye dikkat! Çünkü çok tehlikelidir. Aklı, kalbi ve rûhu dinlemez! Onun ilacı musîbetler ve sırr-ı ihlâstır.
Kusûr arayıcılardan olma, yoksa birileri de senin kusûrlarını arayacaktır. Men dakka dukka! Çünkü, eden bulur! Şerîat-ı fıtrîye bunu gerektirir. Bu hastalığın çok şahitleri vardır. Biraz dikkatle kâinata baksan anlarsın!
Faklılıklar fıtrîdir. Tecelli-i esmânın bizde temerküzünün cilveleridir. Fıtrî olmayan, farklılıklara tahakkümdür. Tahakkümden nefis lezzet alır. Çünkü istibdâtta nefsî, menhûs bir lezzet vardır.
***
Biz Allah’ın emriyle, emredileni rızâ-i ilâhiyle yapmakla vazîfedarız. Muvaffak etmek ve etmemek Allah’ın vazîfesidir. Biz o vazîfeye karışmayız. Çünkü vazîfe-i ilâhiyeye karışmak bir nevi Allah’ı tecrübe etmektir. Bu fiil de sû-i edeptir.
Niçin vazîfemiz olmayan işlere karışarak Cenâb-ı Hakkın vazîfesine karışıyoruz? Yoksa i’timâd mı edemiyoruz? İmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü ve tevekkül de saadet-i dareyni iktizâ’ ediyor.
Mü’min sırr-ı îmânla, teslimiyet ve tevekkülle mükelleftir. Gerisini düşünmesi bile vazîfesi değildir. Yoksa harekâtı sırr-ı ihlâsa muhaliftir.
Rızâ-i ilâhiye mazhâr olan kul, hakîkî maksûda ulaşmış demektir. Zaten ihlâs-ı tâmme de bunu gerektirir. Ön şartsız îmân ve sırr-ı teslimiyet!
Risâle-i Nûr eserleri kendi kendini şerh ve îzâh eden eserlerdir. Onun için her bir mes’eleyi faklı yerlerden tekemmül ettirebiliriz. Ha gayret!
Risâle-i Nûr eserleri sarmal bir metod ta’kîb ediyor. Bütün Külliyat birbiriyle sarmal şekilde bağlanmış. Üstâd farklı yerlere atıf yapıyor. Bu metodu kullanmalıyız ki şerh ve izâh çalışmaları ortaya çıkabilsin.
Risâle-i Nûrlar gül goncası gibidir. Her okuyuşta yeni mânâlar terennüm ediliyor. Her muhatap kendi âlemine ihtiyacı nisbetinde feyiz alıyor.
Aklî, kalbî ve rûhî yaralarımı ve vesveselerimi eczahane-i Kur’âniyeden alınan Risâle-i Nûr tiryakları tedâvi etti. Bizzat tecrübe ile sabittir!
Risâle-i Nûrlar îmânı kurtarıyor. Ebedî bir saadeti kazandırıyor. İlgisiz kalmak kâr-ı akıl değildir. Çünkü O, Kur’ân’ın dersi ve tefsîridir.
Ey asr-ı hâzır gençleri! Risâle-i Nûrlara lakayt kalmayınız. Onlarda maddî ve mânevî hastalıklarınıza devalar bulacaksınız. İnanmazsanız tecrübe ediniz, bakınız!
“Dâvâmız haktır ve bizler hak üzereyiz.” “Dâvâmız mücerret değil, herbirisi burhan-ı kat’î ile müberhendir.”
Evet, tatmayan bilemiyor. Yâda bal kavanozunun dışını yalamakla baldan lezzet alınmıyor. Kapağı açıp o lezzetli baldan tatmak gerek!
***
Bu âhirzamân asrında öyle dehşetli cereyanlar ve fitneler var ki, mânen ahlâkımıza vurduğu darbeler dehşetlidir. Buna ancak Risâle-i Nûrlara hizmette ihlâs ve sebât ile dayanılabilir.
Bu asrın dehşetli fitnelerine ve cereyanlarına dayanabilmek için, çelik ve demir gibi bir sebât ve sadakât ve metânet ve ihlâs lâzım ki dayanabilesin.
Şahs-ı mânevî, kesretli cesetler ve birtek rûh hükmünde şirket-i mânevi düstûruyla çalışan ihlâs, himmet, sebat, medet, metânet ve şefaatin tezâhürüdür
Risâle-i Nûr dâvâsı; fevkalâde bir sadakât, sebât, uhuvvet, ihlâs, kahramanlık, hizmet ve ciddiyet gerektiriyor. Onlarda terakkî etmek gerekir.
Mesleğimizde haddinden fazla hüsn-ü zan ve âlî makâm vermek yoktur. Ancak fevkalâde sadâkat ve sebat ve müfritane irtibât ve ihlâs vardır.
Risâle-i Nûr mesleği, talebelerinden tam ve hâlis bir sadâkat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebât ister. Sebât; ahde vefâdır, azîm ve kararlılıktır.
Sabât denince, Uhud’da boğazı terk etmeyen Sahâbeleri hatırlıyorum. Ne pahasına olursa olsun Efendimiz(asm)’in emrine ölümüne sadık olmak
Uhud boğazını terk etmeyen okçularından asrımızdaki maddî ve mânevî fırtınalardaki boğazları terk etmeme işaretleri görüyorum. Belki de ihlâs, sadâkat ve sebât burada gerekiyor.
Her vakit ihtiyat, ihlâs, tesânüd, sebat, sarsılmamak ve vazîfemizi yapmak ve vazîfe-i İlâhiyeye karışmamak “sırran tenevveret” düstûruna göre hareket etmek ve telâş ve meyûs olmamak lâzım ve elzemdir.(Emirdağ Lâhikası)
Muhabbet fedâisi olmak sözde değil, özde olmalı! “Biz muhabbet fedâisiyiz, husûmete vaktimiz yok.”deyip husûmet fillileri göstermek yakışmıyor!
İnsan, özde olanları sözden önce eylemle gösterebilmeli ki te’sîri Cenâb-ı Hak halk etsin. Yoksa eylem-söylem tutarsızlığı olur. Sonuç vâesefâ!
Dilimiz hakâik-ı Kur’âniyeyi söylerken ef’alimiz onu tekzîb etmemeli. Ahvâlimiz, etvârımız ve ef’alimiz İslâm hakîkatlerini göstermeli.
“Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, başka dinlerden fevc fevc İslâmiyete dâhil olacaklardır.
Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakâik-i îmâniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhâr etsek, sâir dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.(Hutbe-i Şâmiye)”
“Bir adam, kocaman bir binayı bir günde harap eder, bir taburu ihtilâle verir.”Çünkü tahrîb, esheldir. Hem fenâlık ve ahlâk-ı seyyiedir.
Bu asrın acip bir hassasıdır:”Yani, elması elmas(âhiret ve imân gibi) bildiği halde, camı(dünya ve mal gibi) ona tercih eder.(Kastamonu Lâhikası)” Çok önemli bir nokta: Elmas bilinmiyor değil, bilindiği halde, bile bile cam elmasa tercih ediliyor. Ne dehşetli bir fitne!
***
Vicdan akla bir penceredir. Akıl îmân ile nurlanan ve şeffaflaşan vicdan penceresinden kâinat âlemlerine bakar. Vicdan, duyguların kaynağı ve mazharıdır. Ancak o vicdanı kalbdeki îmân aydınlatır ve parlatır.
Vicdan, âlem-i şahadet ile âlem-i gaybın kavuşma çizgisi, berzahı ve nokta-i iltikasıdır. İki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekasıdır.
Akıl, vicdan ve rûh kalbe tecelli eden îmân ışığı ile harekete geçiyor. Onun için kalbsiz akıl olmaz. Aklın nuru kalbden gelir.
Doğruyu ne ile ve nasıl test edeceğiz? Mihengimiz ne olacak? Sade akıl mı, yoksa vahye dayanan kalb komutasında, vicdan terbiyesinde akıl mı?
Marifetullah şahitleri zihnin vicdan penceresinden gördüğü tevhidin şualarıdır. Çünkü zihin marifetullah delilleri ile gâyâtü’l gâyâta ulaşır. “İnsaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, imân-ı billâh içindeki marifetullahtır.” Mü’min Allah’ın varlığına ve birliğine marifetullan delilleri ile mülâki olur.
Kur’ân, insanlara mükemmel bir terbiye dersi verdikten başka, onlara hayat-ı husûsiyelerinde ahlâklı, âlicenap, hayırperver, cesûr ve şeci(yürekli) olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir.
İnsan akleden kalb ile aklı, akl-ı selîmde kullanması gerekir. İnsan, aklını istikamette ve hikmette kullanmalıdır. Çünkü hikmet adalettir.
Nefsânî zevkler insana hüzün ve sıkıntı verir. Nefsânî ve anlık zevkler bir lezzet tattırır yüz tokat vurur. Günâhlar insanın mânevîyatını yaralar ve istikâmetini şaşırtır.
Beşer, fıtraten, şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet var. Bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. Kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.(Lem’alar)
Kuvve-i hafıza, kalbin mercimek kadar bir sandukçasıdır. Bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılmıştır.
Kuvve-i hayâliye “aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi” konumundadır. Onun için “Herkesin akıl ve hayâl ve nazarı her vakit semâya gider.”
Hayâlde zaman kavramı ortadan kalkar ve insanın en hızlı ve en geniş duygusudur. Böylece zaman ve yer kaydına takılmadan hareket edebilir. Hayâl, rûhun mukayyed sınırları aşarak çok ilerilere hamletme hâlidir.
Kuvve-i hayâliye, mâhiyet-i insâniyenin bir hizmetkârıdır. Bâtınî bir hasse, hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimidir.
***
Risâle-i Nûr’a cüz olarak değil küll olarak bakmak gerekiyor. Cüz, küldendir; ancak küll değildir. Parça bütündendir, ancak bütün değildir. Ancak bazen de teferruat cüzde saklıdır. Damla denize delildir, ancak deniz de değildir.
Bütün mes’ele hayata Bedîüzzamân’ca bakabilmek ve Bedîüzzamân’ca dayanabilmektir. Çünkü O, hayata Kur’ân ve sünnet penceresinden baktı ve öylece yaşadı.
Zahmetle(زَحهمَته) Rahmet(رَحهمَته) arasında sadece bir “nokta” farkı vardır. Zahmetteki (ze)’nin“ز” noktası kalksa (re) “ر”olur. Ve zahmet(زَحهمَته), rahmet(رَحهمَته) oluyor. Biz zahmette bir noktanın yükünü çekiyoruz.
Tefekkür enfüsten başlamalı, afaka gitmelidir. Çünkü afak zihni dağıtır. Enfüs zihne yakındır. Enfüsî tefekkür-ü îmânî insanı hakîkate isâl eder.
Hakîkat, esmâ-i Hüsna ve eşyadaki tecelli-i esmâdır. Ancak hayâli de hakîkat zannedenler olur. Mihenge vurmak gerekir.
Sezgileri vahiy beslemesi gerekir ki kemâle ersin. İnsan bazen arzuya fikir sûreti verebilir.
İlim ma’lûma tâbi’dir. Ma’lûm ilime tâbi’ değildir. Bütün ilimler Kur’ân’da vardır. Ancak her şeyi Kur’ân’da herkes göremez. İlim de tekâmül etmeye muhtaç. Ehil olmak lâzım.
İnsan taallümle tekemmül eder. Kabiliyetlerini nemalandırır. Böylece istidâdları inkişaf eder. İmtihan da burada başlar.
Demir eğrildiği yerden çürümeye başlar. İnsan da bir eğrilmeye görsün o eğrildiği yerden düşmeye başlar.”Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
Bu asırda rûhsuz ve dinsiz felsefenin mes’eleleri ile iştigâl eden insanların zihni darlaşır ve aklı gözüne iner. İşte dalâlete giden yol…
İnsan, gaflete veya mâsiyete(günâhlara) veya maddiyata dalmak sebebiyle aklı darlaşır, mânevîyâta gabî olur, azâmetli mes’eleleri anlayamaz.
Tevekkül, sırtındaki yükü gemiye bırakıp nezâret etmektir. Gemide yükü sırtında taşımak değildir. Tevekkül, geminin sahibine i’timâttır.
İnsan “Hakîkati kazarken ihtiyârsız dalâlet(sapıklık) başına düşer; hakîkat zannederek başına giydiriyor.” Vahiy o sapmayı önler!
***
Nûr Talebelerinin hareket prensipleri Risâle-i Nûr’dandır. Kıyamete kadar da bu prensipler geçerlidir.
Nûr Talebelerinin vazîfesi şimdilik îmânî noktada nûrdur, topuz değildir. İki elimiz var, yüz elimiz de olsa ancak nûra kâfidir.
Risâle-i Nûrların ölçülerini anlatmak bizim vazîfemizdir. Neticesine karışmayız, çünkü o vazîfe-i ilâhîyedir.
Nûr Talebeleri ubûdiyet kastı ile karşılık beklemeden, karakucakla değil prensiplerle sırf Allah rızâsı için çalışırlar.
Havalecilikten, meylü’l rahattan ve işi birbirimize bırakmaktan da sakınmalıyız.
Tenbellikten, rehâvetten ve yanlış düşündüğümüz izzetimizden mutlaka kurtulmalıyız.
Zaman ve gelişen hâdiseler Bedîüzzamân Hazretleri’ni tasdîk ediyor. Böylece zaman kaydını izhâr ediyor ki i’tirâz edilmez.
İslâmiyet aşikârdır. İhfâ(gizlemek) riyâdandır. Kırk oldu gizlenmedi şimdi nasıl gizlenir? Bir umman bir tasa sığar mı? Şeffaf olmak gerek!
***
Ahlâkın kaynağı Kur’ân’dır. Tatbikatçısı da Efendimiz(sav)’dir. O(sav)’nun ahlâkı Kur’ân ahlâkıdır. O’nun ahlâkı ile ahlâklanmamız gerekir.
Kâinattaki bütün eşya hakîkat-i esmâdır. Deneysel düşünce en nihayetinde o esmâya ulaşır.
Din gerçek bilimi destekler, menfî felsefe ise dini inkâr eder. Müsbet felsefe ile din barışıktır. Felsefe dine hizmet etmelidir. Bilim ile din çatışmaz. Din bilimi içine alır. Çünkü bilim Allah’ın isimlerinin tecellisidir.
Şerîat ikidir. Din vahiy kaynaklıdır. Vahiy Allah’ın kelâm sıfatından gelir. Bu meşhûr bildiğimiz kitabî şerîattır. Bir de fıtrî şerîat vardır ki kâinattaki bütün fıtrî, yaratılış kânunlarıdır.
Bilim denen şey Allah’ın bir ismine dayanır. O halde Kur’ân Allah’ın bütün isimlerini hâvîdir. Kur’ân kâinatın mükemmel tefsîridir ki Kur’ân kâinatı okuyor, O’nu dinlemeli ve okumalıyız.
Din bir imtihândır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrîk eder. Sen dini sınayamazsın, din seni sınar. Din, tekliftir.
Felsefî düşünceler zihinleri dağıtıyor. Dünyevî meşgâleler kalbleri boğuyor. Mânevî hakîkatler rûhları serinletiyor ve rahatlatıyor.
Zâhire müptelâ olanlar kışır ile meşgûldür. Bâtına müteveccih olanlar lüb ile iştigâldir. Lüb, kışır namına inkişâf eder. Çünkü fiil fıtrîdir.
Kendi başımıza doğruyu bulabilseydik Peygamberlere ihtiyaç olmazdı. Peygamber ve kitap gönderildiğine göre doğruyu sırf akıl bulamaz.
Risâle-i Nûr’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir; belki muzır kısmınadır.
***
İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. Doksan dokuz kapısı kapalı olsa da o saraya yine girilir. O tek açık kapı muhabbaet kapısı olmalıdır. Önemli olan içeri girmek, diğer kapıları da içerden açarsın.
Sevgi, nûrânî bir iksirdir. Muhabbetin üssü’lesâsıdır. Kalblerin ilacıdır.
Son zamanlarda Risâle-i Nûru dahâ çok okumam için o kadar muharrik atmacalar var ki…! Zâhirî perdeler arkasında bâtınî güzellikler saklı…!
Bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıller bulunduğundan bazen o perde arkasındakilere hakîkat adına bir kaç şey söylemek gerekiyor. Çünkü hakkın hatırı âlidir.
”Allah Teâla bu ümmet için her yüz senenin başında dinlerini tecdîd eden bir müceddid gönderir.”(el-Hakim,el-Müstedrek,4:522)
Tecdîd, fıtrîdir. Müceddîdler bu fıtrîliği asırlara taşıyan nâiblerdir. Eczane-i Kur’âniyenin tercümanı hükmündedirler. Asra reçete yazarlar.
Tefsîr iki kısımdır. Biri ibâresini îzâh eder, biri de hakîkatlerini ispat eder. Nurlar bu ikinci kısım tefsîrlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarıdır.
İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmemiştir. Yâda bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Öyleyse, insanın vazîfe-i asliyesi, îmân ve duâdır. Taallümle tekemmüldür. Tâ’lim ve cihaddır.
Bir fiilin bidâyeti irâde-i cüz’iyeye, neticesi İrâde-i Külliyeye aittir. Bir seçimimizden mes’ulüz.
İnsan, söz ile değil öz ile insan olur. O öz ise insanın çekirdeği olan imân ile mükemmelleşir. İmân bir nûrdur ki kalbi ve vicdanı ışıklandırır.
Aklın nûru fen ilimleri, kalbin ve vicdanın ziyâsı din ilimleridir. İkisinin ittifakı hakîkate isâ’l eder. Münevver’ül akıl ve kalb imtizacı ile talebenin himmeti pervaz eder.
İnsanların duygularının sultanı kalbtir. Kalb ise imân ile harekete geçer. İmân hem aklı hem de vicdanı nurlandırır ve ışıklandırır.
Şuurlu inanç, imân-ı tahkîkîyle olur. Tahkîkî imân nasıl, niçin sorularını araştırarak elde edilir. Böylece insan merifetullaha ulaşır.
Ruhun dört esâsı ve vicdanın dört duygusu vardır. Bunlar: İrâde, zihin, his, latîfe-i Rabbâniyedir. Bunların her birinin nihâî gâyesi vardır. İrâde ibadetullah, zihin marifetullah, his muhabbetullah, latîfe-i rabbâniye müşahetullahta kullanılmalıdır. İnsan bu duygularını istikamette kullanmak için imtihân olur.
İrâde-i Külliye konuşursa, irâde-i cüziyye susar. Çünkü ”Sûret-i maddiyede Kudret-i Rabbânî ustadır, kader mühendistir.”
Mülk ve melekûtiyet; iki âlemdir. Mülk ezdadın(zıtların) cevelangâhıdır. Melekûtiyet ise, mutlaka şeffafedir.
İnsanı maddî ve mânevî terakkiye sevk eden muharrik; şerîat, teklif, bi’set-i enbiya ve dindir.
”Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i rûhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidatlar var.(İşârâtü’l-İ’câz)”
***
”Aşk, şiddetli bir muhabbettir.” “Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka, Bâki-i Zülkemâlin bekasına, varlığına bakar.” (Bedîüzzamân Saîd Nursî)
Bende şiddetli bir aşk-ı beka var. O aşk-ı beka ancak ve ancak Bâkî-i Hakîkî ile karşılanabilir. Onun için “El Bâkî Hüve’l Bâkî” demeliyiz.
”Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubudiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider.(Yirmi Altıncı Söz)”
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esâsı. İhyâ-yı dinle olur şu milletin ihyâsı.(Hakikat Çekirdekleri) ”İhyâ-yı din, ihyâ-yı millettir. Hayat-ı din, nûr-u hayattır.(Bediüzzaman)”
Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır (Otuzuncu Lem’a)
Hayat kâinattan süzülmüş bir özdür. Şuur ise hayattan süzülmüş, hayatın bir özüdür. Akıl, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir özüdür.
Kanâat tükenmez bir hazînedir. Demek ki zengin olunuyormuş! “Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer.” “İktisat ve kanaat, bana iki hazînedir; tükenmez, bitmez.(Saîd Nursî)”
Belâların en şiddetlisi insanların en iyisi, en kâmilleri olan peygamberlerin, sonra derecelerine göre Allah’ın velî kullarının üzerine gelir.( Buharî,)
***
Günlük muhakkak Nûrlarla iştigâl etmek lâzım ki nefsin gâflet kulağı olan kuvve-i vâhime şeytanın vesveselerini dinlemesin.
Risâle-i Nûr üzerine derinlemesine tefekkür etmek lâzım. Çünkü Risâle-i Nûr tefekkürleri enfüsî âlemde çok büyük te’sir yapıyor. Gafleti parçalıyor! Ülfeti kırıyor! Ünsiyeti dağıtıyor!
Uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olan, çok rabıta-i mânevîyeyi bulabilir. Birbirine mânen-lüzûm olsa maddeten-yardım eder ve etmelidir.
M’nim mü’mine affedici olmalı! Çünkü Allah affedenleri sever. Müslüman kardeşimize karşı affedici ve kerîm olmakta niçin cimrilik yapıyoruz?
İnsan kusûrsuz olmaz! Çünkü insan melek değil, dünya da cennet değildir. Kusûrsuz muyuz ki kusûrsuz insan arıyoruz? Öyleyse affedici olalım!
Tenkîd ederken aman dikkat! Şahs-ı mânevîyi incitecek fiillerden akrepten, yılandan kaçar gibi kaçmalıyız! Yoksa hatar-i azîm olur!
Cemaat hukûku şahıs hukûkundan daha önemlidir. Cemaat hukûkuna yapılan taarruz, şahıs hukûkuna yapılan taarruzdan çok daha mes’uliyetlidir. Aman dikkat!
Şahıslar bizim istikâmet imtihanımız olabilir. Şahsın taklîd edilmesi de, tenkîd edilmesi de hatadır. Öyleyse prensiplerle hareket etmeliyiz.
İnsanın sermayesi ise, cüz-i lâyetecezzâ gibi cüz’î bir şeydir. O cüz-i ihtiyarîsinin meydan-ı cevelânı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir ân-ı seyyaldir.
“Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir.(On Yedinci Lem’a)”
İnsanın irâde-i cüz’iyesi zayıftır. Cenâb-ı Hak o zayıf, cüz’î irâdeyi, irâde-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır.
İllet-i hakîkî, irâde ve kudret-i Rabbaniyedir. Kulun elinde ancak ve ancak çok zayıf bir irâde-i cüz’iyye vardır. Kul seçer, Allah yaratır.
Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalâlete sülûk ettikleri için, küçük bir hareketle çok tahrîbat yapabilirler.(On Üçüncü Lem’a)
Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiçbir methalleri yoktur. Ancak vazîfeleri şerdir, tahrîptir, ademîdir ve bozmaktır. Öyleyse sünnete sığınmalıyız. Çünkü sünnet-i seniyye hısn-ı hasîndir!
Şeytanın bir fiili halk etme ve insana te’sîr etme etkisi yoktur! Hayrı önlemek için illet-i tamme şartlarını terk ettirme vesvesesi vardır.
***
Kalb bütün duyguların sultanıdır. O sultan kumandan, letâif ise askerleridir. Hep beraber gâyatü’l gâyat olan arş-ı kemalata sevk olunmalılar.
Kalbin zahiri dünyevî şeylere müheyyadır. Batın-ı kalbe dünyevî meşgaleler sokulmamalıdır. Eğer sokulursa o kalb feverân eder.
Kalb, kâinatı içine alacak istidâdda yaratılmıştır. Onun için batın-ı kalb imân, marifetullah ve muhabbetullaha müheyyadır. Kalb, onlarsız olmaz!
Risâle Nûr mesleği, enfüsten âfâka; kesretten vahdete giden sünnetullah yoludur. Onda terakkî etmeliyiz.
Tefekkür; mânâ-i harfî olarak düşünmektir. Derinlemesine, inceden inceye düşünme ve fikretmektir.
Enfüsî tefekkürü nefsimizde tafsîlatlı olarak yapabiliriz. Böylece kesretten vahdete ulaşabiliriz.
Enfüsî tefekkür; iç dünyamızla ve âlemimizle ilgili, nefis ve beden dâiresinde yapılan tefekkürdür.
Âfâktan dahâ çok enfüsî tefekküre yoğunlaşmak gerek. Aksi halde, kesret âlemi fikrimizi dağıtabilir, ziyana uğrayabiliriz.
Âfâkî tefekkürü icmâlî, enfüsî tefekkürü ise tafsilâtlı yapalım ki, vahdete kavuşalım.
***
Risâle-i Nûr bu zamanda cemaat rûhunu te’sîs etiğinden mânevî irşâdı ihya etmiştir. Böylece şahs-ı mânevînin mürşidliği esâstır.
Bu zamanda ise cemaatin sıfat-ı azîmesini ancak bir şahs-ı mânevî temsil edebilir. Şahıslar, harîka ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olamazlar.
Bedîüzzamân Hazretleri “Zaman cemaat zamanıdır.” diyorsa i’timâd etmemiz gerekiyor. Çünkü cemaatte câzibe, insibağ ve in’ikâs vardır.
Cemaatte i’timâd ve itâat vardır. “Tâat ise, cemaatle daha efdâl ve daha ahsendir. (Muhakemat)” Cemaat, müntesiblerini mevlevî gibi cezbe tutup itâat etmesini sağlar. Ancak o cemaat ehl-i sünnet üzere olmalı!
Cemaatin hukûku çok mühimdir. Çünkü o hukûk cemaate dâhil olanların ihlâsı, iştirâkı, ittifakı ve ittihâdı ile vücûda gelir. O vücûd-u mânevîyeyi muhâfaza etmek gerekir.
Eskiden fikr-i infirâdî galip olduğundan, bu zaman gibi cemaatin ve cemiyetin şahs-ı mânevîsi inkişaf etmemişti.
Risâle-i Nûr (Cemaati) dairesine girenler şahsî cesaretlerini kıymetleştirmek için, sarsılmaz bir sebat ve metânete ve ihvanlarının tesânüdüne cidden çalışmaya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsî cesaretini, hakîkatperestlik sıddıkiyetindeki fedakârlık elmasına çevirmek gerektir.(Kastamonu Lâhikası )”
Nûr cemaatinin içersine dâhil olduğumdan, fevkalhad bahtiyarım. Çünkü kevser-i Kur’âniye havuzuna dâhil oldum. Burada ene yok, nâhnü var.
İrşâdın tam ve nâfi olmasının birinci şartı, cemaatin isti’dâdına göre olması lâzımdır.(İşârâtü’l-İ’câz)
“Bizler bir fert gibi değiliz, ancak muhteşem bir cemaatiz. Yalana tenezzül etmeyiz.”(İşârâtü’l-İ’câz)
Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde de olsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse mağlûptur.
Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idâm-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferitten kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhâya vesile olan zındıkaya karşı Risâle-i Nûr’un çelik gibi hakîkatleriyle kendimizi muhafazadır.(On Dördüncü Şua)
Bu asır ferdiyet zamanı değil, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmedebilir. O şahs-ı mânevînin istinâdı şûrâdır.
Cemaatin rûhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyâde parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur.(Mesnevi-i Nuriye)
“Ben”den “biz”e giden yol rûh-u cemaatten çıkan şahs-ı mânevîyeye i’timâd ve teslimiyet ile olur. Eneler, biz havuzunda erimelidir.
Bu zamanda, bir şahsın fikriyâtı cemaatin fikriyatının yanında sönük ve isâbetsiz kalır. Çünkü şahıs dahi hatta yüz dahi de olsa mağluptur.
Bir cemaatin hareketiyle vücûda gelen müsbet mehâsin ve şeref ve ganimet o cemaate taksim edilir ve efradına verilir.(Beşinci Şua)
İnsanların en büyük zulümlerinden biri de şudur ki: Büyük bir cemaatin mesâisine terettüp eden-hasenâtı intaç eden-semerâtı bir şahsa isnâd ve ona mal ederler.(Mesnevî-i Nuriye)
“Cemaatin hayrını baştaki bir ferde; ve o ferdin şerrini cemaate vermek, dehşetli bir haksızlık”tır.(Emirdağ Lahikası)
***
Ey kendini akıllı zanneden insan! Aklını nûrlandırmak ve münevverü’l akıl olmak istiyorsan kalbini imân ile ziyalandır. Çünkü aklın nûru kalbden gelir.
Tabiat felsefesinin rûhsuz meseleleri ile uğraşan kimsenin zihni darlaşır ve aklı gözüne iner. Bu insanlar azametli meselelerin sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremezler.
Aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve bir şey göstermek elbette müşküldür. Çünkü maddiyatta tevağğul edenler mânevîyatta gabîleştirir.
Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.(Hakikat Çekirdekleri)
Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul eden ve gittikçe mâneviyattan tebâud eden ve nûra karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir filozofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.( Yedinci Şua)
Akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’iç ve muacciz bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini senin bu bîçare başına yükletecek; yümünsüz ve muzır bir alet derekesine iner.( Altıncı Söz)
Akıl, meşverete dâhil olsaydı şükûk ve şübehâtın hükümleri olmazdı. Meşveretsiz bir akıl hissiyatına tabi ve mağlup olabilir.
Acaba bazıları akıllarına güvenen akılsız filozoflar gibi,”Aklımız bize yeter” deyip her şeyi aklıyla çözmeye mi çalışıyor?
Hâlbuki aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, rûhumuz bir nûr ister. Akıl kendi başıyla onlara yetişemez.
Akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, bazı mesâil-i İslâmiyeyi anlayamadıklarından inkâr etmişler. Onu ehline sorsalardı cevap alırlardı.
”Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl i’tibâr ve nakil te’vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”(Muhakemat)
Akıl ve nakil, dest-bedest ittifak vererek ol şeriatın hakaikinin hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.(Muhakemat)
Her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifâde, etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak ka’nûn şeklinde olur. Öyle bir ka’nûn, ancak şerîattır.(İşârâtü’l-İ’câz) Sırf kendi aklına güvenenler duysun!
Aklı başında olan bir adam münâzaralı dâvâlarda yalan söyleyemez. Çünkü bilâhare yalanının açığa çıkıp mahcûp olmasından korkar.(Mesnevi-i Nuriye)
Vahiysiz akıl herbir şeyi tartamaz. Aklın şe’ni burhan üzerine gitmektir. Zirâ’ akıl herbir şeyi derk edemez.
Hem, semavat ve arzı, iki mutî nefer gibi emrine musahhar ederek küllî hizmetlerde çalıştıracak derecede muktedir olabilsin. Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler. Meselâ; insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhidle olsa, o akıl, hem İlâhî, kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse, o akıl, o halde geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşî korkularını insanın başına toplattıran meş’um ve sebeb-i tâciz bir âlet-i belâ olur. (İkinci Şua)
Akıl insanın en kıymetli bir cihazı durumundadır. Aynı zamanda nûrânî bir cevher konumundadır. Kâinatın sırlarını açan bir anahtardır. Âlemde tecellî eden Allah’ın isim ve sıfatlarını inceleyen bir âlettir. Tabiattaki sırları çözen bir keşşaftır. İnsanı sonsuz hayatın mutluluğuna hazırlayan Rabbânî bir mürşid, yol gösterici bir rehber olarak da tâ’rîf edebiliriz.
Akıl delil üzere giden ve insana yüksek maksatlar ve bâkî meyveler gösteren hikmetli bir hediye konumundadır. Zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle ilgili bir cevher, anahtar, duygu ve şuurun bir özeti durumundadır.
Akıl, insanın karar safhasında önemli bir hakemdir. Kendisine zararlı olanları def, faydalı olanları celb ve tefrik eden bir âlettir.
Bir ölçme değerlendirme âleti ve cihazı olan aklın ifrat, tefrit ve vasat olmak üzere üç mertebesi bulunur. İfrat aşırılıktır, tefrit çok geridir, vasat ise aklın en güzel algılama ve karar durumudur. Önemli olan aklın vasat mertebesi olan hikmette kullanılmasıdır.
***
Bazen susmak konuşmaktan evlâdır ve dahâ te’sîrlidir. Çünkü zahirperestlere ve cahillere söz anlatmak neredeyse imkânsız gibidir. Hele ki kin ve garaz sahibi ise, daha da zor!
Rekâbet sûretiyle ehl-i islâma karşı bir nevî adâvet taşımak, vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeyi ithâm etmektir. Mes’uliyeti, hasâret-i azîmdir.
İnsanda dört hastalık vardır. 1.Yeis(ümitsizlik), 2.Ucb(iyiliklerine güvenme), 3.Gurûr, 4.Sû-i zan(kötü zan) Bazıları bu hastalıklı yolda çok mahâretliler.
Hakbuki yeis(ümitsizlik) mâni-i herkemâldir. Maddî ve mânevî terakkinin engelidir. Şeytanın ordusuna iltihâk etmektir. Sefâletin kaynağıdır.
Ucb, insanın yaptığı kemâlâtına, sevaplarına ve iyiliklerine bel bağlamasıdır. Halbuki, a’mâle güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar.
Gurûr ile insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. İnsan gurûrun sevkiyle başkalarının ilminden istifâde etmez, nakıs kalır.
Sû-i zan, başkaları hakkında kötü zan ve düşüncedir. Hâlbuki insan hüsn-ü zanna(iyi düşünmeye) me’mûrdur. Ancak bilmez ki sû-i zan yapan vartaya düşmüştür.
En önemli nokta şudur:”İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir.” Bir insan kendini sâlih bilse, sâlih olmadığına delidir.
Zahirperest olanlar oynayan kuklanın hareketini kukladan bilir. Oynayanı görür ancak oynatan perde arkasında olduğu için onu göremez.
Mahâret odur ki fiilden faili anlayabilmek ve görebilmektir. Basar sanatı görse de Sanii unutsa cehalettir. Basîret gözü fiilden faili görür.
***
Çocukların tâlimi, ya cebirle, ya hevesâtlarını okşamakla olur. Çocukla konuşulsa, çocukça tâbirât istimâl edilir.(Bedîüzzamân)
Asrımızın dehşetli fitneleri, cazip teknolojik araçları çocuklarımızı maddî ve mânevî yönden tahrîb etmekte ve telâfisi zor yaralar açmaktadır.
Çocuklarımızı terbiye-i İslâmiye dairesinde yetiştirmek için fıtratımızın gereği olan namaz gibi ubûdiyet-i külliye ibâdetini yaptırmalıyız.
Eğitimin temeline mânevî eğitim koymadıktan sonra zor! Hem dînî hem de fennî ilimler ile eğitim teçhiz edilmeli ki talebenin himmeti pervaz etsin.
Bedîüzzaman Hazretleri “Vicdanın ziyası (ışığı), ulûm-u diniyedir, aklın nuru fünun-u (fenler) medeniyedir. İkisinin imtizacıyla (bütünleşmesi, iç içe girmesiyle) hakikat tecelli eder… İftirak ettikleri (ayrıştıkları) vakit, birincisinde taassup (tutuculuk), ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder (doğar)” der.
İnsanın fıtratına uygun olan eğitim fen ve din ilimlerinin birlikte verilmesidir ki, talebelerin kabiliyetleri tam tekemmül etsin.
Eğitimin mânevî ayağı ne yazık ki aksaktır. İşin bu tarafı nazar-ı dikkate alınmıyor. Çare ideolojik eğitimden, fıtrî ve mânevî eğitime geçmek olmalıdır.
“Mükerrem olan insan, insaniyetin cevheri i’tibârıyla daima hakkı satın almak istiyor ve daima hakîkati arıyor ve daima maksadı saadettir.”
İnsanda bulunan maddî ve mânevî her bir uzuv, Allah’a açılan bir pencere ve şuûnât-ı İlâhiyeyi gösteren şâhitlerdir.
İnsan îmân ve sırr-ı ihlâs ile kâinatın gizli hakîkatlerine mülâki olur, sanki gözüyle seyreder gibi o gizli hakîkatleri müşâhede eder.
Maddî ve görünen eşyada kaderin tecelliyâtı var. En âdi ve basit eşyada da kaderin tecellîsi var. İnsan nasıl başıboş olur? Kader onu da bağlar.
Her şeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilip, esbabı bir perde telâkki eder konumda olmalıyız ki reşha mesleğinde gidebilelim.
Sünnet, Kur’ân’ın zahirî ve batınî hakîkatlerinin Peygamberimiz tarafından yaşanmasıdır. Bir nevî tatbikattır. Hem bütün ümmete bir rahmettir.
***
Bedîüzzamân Hazretleri kendi mesleğini “Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye” olarak tavsif ediyor. Bu caddeye Üstâd bütün ehl-i islâmı davet ediyor.
Her bir meslek ve meşrep Üstâd’ın gösterdiği Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniyede yerini bulabilir. Hem Risâle-i Nûr’un mürşidi ve menbâı Kur’ân’dır.
Cadde-i kübrâ, velâyet-i kübrâ olan ehl-i verâset-i nübüvvet olan Sahâbe ve Selef-i Sâlihînin caddesidir. Bedîüzzamân da bu yolu ta’kîb etmiştir.
Cadde-i Kübrâ; en selâmetli Kur’ân yoludur; Sahâbe ve Peygamber vârisi olan büyük zatların tâ’kîb ettikleri Kur’ân ve sünnet yoludur.
Tâlim-i esmâ; bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mâhiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olmasını cem eder.
İnsaflı hakperest hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur
Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şerîat ve ehl-i hakîkat ve ehl-i tarîkat! Aranızdaki ihtilafı acilen ittifaka çeviriniz. Yoksa mes’ulsünüz!
“Hakikat-bin göz aldanmaz; hakperest kalb aldatmaz.(Hutbe-i Şâmiye)” Çünkü îmân ile bakan, akleden kalb hem aldanmaz ve hem de aldatmaz.
***
Bizim en büyük kuvvetimiz ihlâs, tesânüd, sebat ve sadakattır. Onlarda terakki etmeliyiz.
Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.(Saîd Nursî)
Nur Talebeleri bütün istidâdlarıyla birbirinin hareketini umûmî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakîkî bir tesânüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler.
Bizler sırr-ı ihlâsı kazanmakla tam tesânüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecbûruz. Çünkü sırr-ı ihlâs ile samimî tesânüd ve ittihâd, hadsiz maddî ve mânevî menfaate medardır.
“Tesânüd bozulsa cemaatin tadı kaçar.” Cemaatin tesânüdünü bozan fiil nedir? Bu fiil nasıl ma’sum olur? Tasanüde hizmet, tesânüdü bozan fiili terk etmekle olur.
Tesânüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek sûretiyle olur.
Tesânüd-i hakîkî aynı dâvâya gönül vermiş fedakârların ittihadıdır, ittifakıdır. İttifak hüdâdadır, hevâ ve heveste değil.(Divan-ı Harbi-i Örfi)
“Her vakit ihtiyat, ihlâs, tesânüd, sebat, sarsılmamak ve vazîfemizi yapmak ve vazîfe-i İlâhiyeye karışmamak düstûruna göre hareket etmek ve telâş ve meyus olmamak lâzım ve elzemdir.”
İspatta netice birdir, vâhiddir; tesânüd olur. Nefiyde ise bir değildir, müteaddittir.(Yedinci Şua)
“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider.(Barla Lahikası)”
Haklı şûrâ ihlâs ve tesânüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesânüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesânüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.(Hutbe-i Şâmiye)
Ey kardeş bil ki! Mü’minlerin beraberce yaptıkları ibadetlerinde ve cemaatla ettikleri dualarındaki tesânüd sırrının çok büyük bir sırrı ve cesim bir emri olup, ulu bir şana sahibdir. Zira o tesânüd ve o cemaat sırrıyla, her bir ferd-i mü’min, gayet muhkem yapılmış binalarda, betonlaşmış birer taş vaziyetini alırlar. Ve o zaman herbirisi kendi şahsî amelinden milyonlar defa ziyade, iman dairesindeki kardeşlerinden istifade eder.(Mesnevi-i Nuriye)
Hücûm edenlere karşı şimdilik bizim mabeynimizdeki uhuvvetimizde en kuvvetli kuvvetimiz tesânüd ve birbirinin kuvve-i mânevîyesini takviye etmektir.
Hem Tahtîecilik(hatalı görmeyi meslek edinmek) fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesânüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.(Sünûhât)
***
Perde arkasından dolanmayı kör hissiyat iyi becerir. Hile ve entrika onun en önemli metodudur. Nefs-i emmare de kördür, onda kör hissiyat vardır.
Hakkın hatırını kıracağıma nefsin hatırını kırarım. Nefsime vurana minnet! Benim ızdırabım cemaatime ve şahs-ı mânevime vurulmasıdır.
Nefis münekkid olduğu için her daim kendi hesabına yontar. Hep kendini haklı gösterir. Muhatabının gizli kusûrlarını dahi açığa çıkarır.
Allah için ve hak nâmına meşrû’ tenkîd yapanlarda aksü’l amel olmaz. O tenkîd muhatabında ma’kes bulur ve te’sîr eder! İşte sırr-ı imtihan!
Benim Üstâd’ım münâkaşa edeni haklıda olsa meşrû’ görmüyor. Görüyor diyen ispat etmeli! Nefsin hatırı için çalışanlar, hak adına yapıyorum sanır! Aldanır ve aldatır!
Kim ki tenkîd hastalığına yakalanmışsa öncelikle o ifrattan müspet tenkîde gelmelidir. Müsbet tenkid hak ve Allah için olmalı. Nefis için değil!
Öncelikle içimdeki BENİ, BİZE çevirmeliyim ki kevser-i Kur’âniye havuzuna dâhil olayım. O havuza poşet içinde girmeye çalışan gibi olmamalıyım!
Risâle-i Nûr’un hizmet ettiği hakâik-i îmâniye herşeyin fevkinde olduğu gibi, bu zamanda her şeyden ziyade onlara ihtiyaç var. (Kastamonu Lâhikası)
Risâle-i Nûr okumalarımız çok iyi olabilir, önemli olan hâdiselerle güncellemek ve karşımıza çıkan olaylara ve mes’elelere oradan bakabilmek ve duruş yapabilmektir.
Elbetteki biz hakîkat-i hale muttali değiliz. Risâle-i Nûr’daki îzâhlar ışığında yaşanan hâdiselere bakmaya ve o pencereden okumaya çalışıyoruz.
Hastalar Risâlesi’ndeki ilaçları nefsimizde tam tatbîk edip hissetmenin yolu bizzat hastalık ile onları yaşamakla oluyor.
Hastalar Risâlesini çok okuyoruz ve çok da güzel ders yapabiliriz. Geriye hayata tatbîk etmemiz kalıyor. Ancak imtihan burada başlıyor.
Allah, bizim hakkınızda faklı kaderî hikmetler dokuyor olabilir. Özellikle de fıtrî isti’dâdlarımızı sadece Nurlara sarf etmemiz isteniyor olmalıdır.
Bedîüzzamân Hazretleri, yaşadığını yazmış ve yazdığını yaşamış olan nâdide-i fıtrattır. Nefsinde tatbîk etmediği bir hakîkati de yazmamıştır.
İnsanda aklı ve kalbi dinlemeyen duygular bazen hükmediyor ve nefs-i emmare de aldatabiliyor. Onun için çok müteyakkız olunmalıdır.
Risâle-i Nûrlarla müşerref olan her yeni muhtaç gönül, hem pişmanlık duyuyor, hem de şükür ediyor. Pişmanlığı geç kalmak, şükrü de nasîb olunmasıdır.
Risâle-i Nûrları her okuyuş ayrı bir güzellik, ayrı bir tefekkür, ayrı bir hakîkat pırlantasına bizi ulaştırıyor. Niçin bigâne kalalım?
Bu asrın insanlarının akıl, kalb ve ve rûhlarını Risâle-i Nûr tiryakları tedâvî ediyor. Çok te’sîrli merhemler sürüyor. İnanmayan tecrübe etsin, baksın.
Risâle- Nûrlara uzak duranlar çok büyük hakîkatlere uzak duruyorlar. Hâlbuki okusalar çok şey kazanacak, hiç bir şey kaybetmeyecekler!
Risâle-i Nûrlar sokaklarda ve meydanlarda bir çığır açmıyor. Muhtaç gönüller, kalbler ve rûhlar üzerinde çığır açıyor. Tecdîd-i îmân yapıyor.
Her yerde bir vesîle ile Risâle-i Nurlara muhtaç gönüller buluşuyor. Nûrun etrafında pervane oluyor! Yeni yeni kabiliyetler Kur’ân hizmetine dâhil oluyor. Öyleyse birbirimizi tebrîk etmeliyiz.
***
İnsanın nefsi, rahamâniyetin cilveleriyle, kalbî de rahîmiyetin tecellîyâtıyla nimetlenir. Nimet ise şükür ister. Namaz küllî şükür ve ibâdettir.
Rahmâniyet cilvesi nefislere hitâb etmektedir. Çünkü bütün nefislerin ihtiyaçları Rahmân ismi gereğince karşılanmaktadır.
Rahîmiyet tecellîsi ise “Allah’ın merhamet edicilik ve âhirette ebedî mükâfat vericilik vasfıdır. Daha çok kalbî ihtiyaçlara müteveccihtir.
Rahmâmiyet cilvesi, Allah’ın sonsuz merhamet ve şefkatle bütün mahlûkatı rızıklandıran esmâsının cilvesidir. Umûma şamil rahmet tecellisidir.
Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksâniyetiyle ve ubûdiyetin za’fiyetiyle benlik, enâniyet kuvvet bulmuştur. Çare eneden nahnüye geçebilmektir.
Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye hayât-ı içtimâîyemize yerleştiği için insanlarımız bu tahrîbattan şiddetli etkilenmişlerdir.
Terbiye-i İslâmiyenin za’fiyete uğraması ve terbiye-i medeniyenin hâkim olması milletin mânevî hayatını yok etme noktasına getirmiştir. Acilen mânevî hizmetlere tahşidât yapılmalıdır.
İnsanın ağzından çıkan her bir kelâmdan rûhânî ecnaslar yaratılıyor. Güzel kelâmlardan iyi rûhlar, fena kelamlardan habîs rûhlar halk ediliyor. Öyleyse ağzımızdan çıkan kelimâta dikkat edelim. Çünkü o rûhlar semâvatta mübâreze ediyorlar. Hangi grup galîb gelirse insanlığa onların te’siri oluyormuş.
İnsan şecere-i kâinatın en cemiyetli neticesi ve semeresidir. Onun içindir ki o semerenin çekirdeği olan kalb, bütün kâinatı içine alabilir.
Nefs-i emmârede öyle bir nokta vardır ki kör hissiyattır. Akîbeti görmez ve aklı, kalbi ve rûhu da dinlemez.
Nefis söz dinlemez! Ancak musîbetlerden ve sırr-ı ihlâstan dersini alır. Onun içindir ki İhlâs Risâlesi “Laakâl on beş günde bir okunmalıdır!” Denilmiştir.
Bedîüzzamân Hazretleri ittihâd, tesânud ve ittifakın bütün prensiplerini göstermiştir. Ona sadakte demiş isek, sözlerine de sadakte demeliyiz!
Mütesanid bir heyet, ilmî, i’tikâdî ve İslâmî prensiplerde ittifak etmelidir. Yoksa tasânüd mümkün değildir! İttihâd celil ile olmaz! İlim ile olur.
Uhuvvet-i İslâmiye sözle değil; akıl, kalb ve rûhların imtizacı ile mümkündür. Bir vücûdun azaları olmak kolay değil! O vücûda hizmet etmek gerekir!
Risâle-i Nûr imânın zirvelerine çıkarıyor. Evc-i âlâya, arş-ı kemâlâta urûc ettiriyor. Böylece mü’min gâyatû’l gâyata sevk olunuyor.
Eğer bütün halk geri dursa da biz imân ve Kur’ân dâvâsından geri durmamalıyız. Çünkü bu dâvâ kâinatta her şeyden daha ehemmiyetlidir.
Risâle-i Nûr, kendisine ene ve gurûr ile bakanlara çok kıskanç, kalbini ve gönlünü açanlara da çok cömerttir. Bu hâdisenin binlerce delili var.
Ey Risâle-i Nûrlara muhatap olanlar! Bizler çok dikkat ve gayret etmeliyiz! Çünkü ince nazar-ı dikkat altındayız. Hizmetimiz kutsî ve ulvîdir.
***
Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden dahâ kuvvetli ve te’sîrli konuşur. Lisân-ı kâlin kelimâtı elfâz ise, lisân-ı hâlin kelimâtı da ahvâldir.
Bir meyvenin olgunluğu nasıl içinden dışına yansıyor ise bizlerin de Risâle-i Nûr hakîkatleri ef’alimize ve etvârımıza öylece yansımalıdır.
Kesret âlemi aklı, kalbi ve rûhu dağıtır. Çünkü kesrette çok kuvvetli esbaplar vardır. Öyleyse kesretten vahdete dönmeliyiz.
Mü’min olarak “Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez.”düstûru gereğince enfüsten afaka bir metod kullanmalıyız.
Önce Risâle-i Nûr hakîkatlerini kendi nefsimizde yaşamaya gayret etmeliyiz. Çünkü ef’âl, ek’vâlden daha te’sîrlidir. Öncelik îmân, hayat, şerîat.
Risâle-i Nûrları bir yılda anlayarak ve kabûl ederek okuyanlar bu zamanın hakîkatli bir âlimi olmak gibi bir liyâkate sahip olabiliyorlar. Eğer okusa, ancak anlamasa da yine kayıpta değil. Çünkü Risâle-i Nûrarın bir şahs-ı mânevîsi var. O şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.
Meslek-i Risâle-i Nûr, Risâle-i Nûr yolu, Risâle-i Nûr mesleği ve tarzıdır. Bu meslek sahâbe mesleğinin bir cilvesi ve bu asra yansımasıdır.
Risâle-i Nûrların meslek-i âlîsi ve yüksek yolu Kur’an’îdir. Risâle-i Nûr mesleği, tarîkat değil, hakîkattir, Sahâbe mesleğinin bir cilvesidir.”
Risâle-i Nûrlar kuvvetini mehâzdaki kudsiyetten almaktadır. Nasıl ki Kur’ân arş-ı azama bağlı ise Risâle-i Nûrlar da Kur’ân’a bağlıdır.
Risâle-i Nûr mesleği, Kur’an ve sünnet kaynaklıdır. Kur’an’sız bir Risâle-i Nûr düşünülemez. Risâle-i Nûrların arkasında Kur’ân vardır. O’nu görmek elzemdir.
Bedîüzzamân Hazretleri’nin Cedde-i Kübra-i Kur’âniye dediği bir mesleği vardır. O meslek maddî ve mânevî her şeyden feragât mesleğidir!
***
Biz amellerimizde ve harekâtımızda ihlâsı kazanmak için öncelikle o hareketimizi sırf emr-i ilâhi olduğu için yaparız. Çünkü biz kuluz Allah ise Rab’dır. Biz mahkûmuz Allah ise hâkimdir. Rabbimizi imtihan eder konumda itham etmeye hakkımız yoktur.
Allah amelimizi kabul eder veya etmez, razı olur veya olmaz, cennete koyar veya koymaz noktalarını düşünmeden o a’mâli yapmak durumundayız.
Biz sadece ve sadece emr-i ilâhiye için a’mâl yaparız ve neticesinde ise Allah’ın rızâsını ararız.
Bütün hayatımızı îmân ve Kur’ân dâvâsı olan Risâle-i Nûr’a sarf etsek az düşer. Çünkü mukâbilinde büyük fiyat alıyoruz. Îmân ile kabre girmek!
Kâinatta Risâle-i Nûr dâvâsından dahâ büyük ve ehemmiyetli dâvâ yoktur. Çünkü Risâle-i Nûrların iştigâl ettiği dâvâ, îmân ve Kur’ân dâvâsıdır.
Hayatımızın gâyesi Kur’ân ve sünneti asrımıza en mükemmel bir sûrette tefsîr eden Risâle-i Nûrları okumak, anlamak ve tatbîk etmek olmalıdır.
Hayat büyük bir nimettir. Zaman ise o nimeti gayat’ül gâyata sevk etmekte istimâl edilecek en önemli zemberektir.
Risâle-i Nûr; insan olan bir insana, acz ve fakrını derk ettirir. Bediüzzaman Hazretleri der ki;“insan, acz ve fakrını anlamakla, tam müslüman ve abd olur.”
“Rabbim, bana hikmet ver ve beni hayırlı kulların arasına dâhil eyle!” (Şuara- 83)
Allah (c.c), kimin hayrını dilemişse onu dinde bilgi ve ince anlayış sahibi yapar. Ve doğru yolunu kendisine ilhâm eder.(Hadis-i şerif)
Rabbim, hem İlâhım, hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î îmânım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, ta’rif edilmez.(Dördüncü Şua )
***
“Bu zamnada ukûk-u vâlideyn(yani kat-ı sıla-i rahim-anne baba ile görüşmeyi kesmek) ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahtır.”
Merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analara muhabbet ve ve sadakat elzemdir. Sen de bir gün o muhabbete muhtaç olacaksın.
Kadınların çocuklarına karşı şefkatleri fazladır. Ancak çocuklar “İmânımızı neden kurtarmadınız?”diye anne ve babalarından dâvâcı olacaklardır.
Validelerin, evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmet deryasından bir katredir.(Mesnevi-i Nuriye)
Hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umûm validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsıyla validelerin şefkatleri mazhardır.
Bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır.(Yirmi Dördüncü Söz)
Bediüzzaman; “Bir yaşımdaki fıtratıma ve rûhuma merhum validemin ders ve telkinâtı, şimdi birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.”der.
“Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”düstûrunca lüzûmsuz işleri mâlâyâni bilip, vaktimizi zayi’ etmemeliyiz.
Usûl-ü İslâmın düsturu “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Eğer sizler lüzûmsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.”dır.
***
“Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.”Öyleyse ne yapılmalı? O(cc)’na ait olmayan ya da O(cc)’nun hesabına işlenmeyen mâlâyâniyat ile iştigâl edilmemelidir.
En elzem hizmet olan îmân ve Kur’ân hizmetini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzûmsuz malûmatla vakit geçirmek kâr-ı akıl mı?
Çok önem verilen meşâgıl-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyâni meşgalelerdir.
Bu âhirzamân asrında gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet hükmediyor. Ehl-i hakîkat enâniyetten, hodfuruşluktan vazgeçmeli!
Bizim îmân ve Kur’ân hizmeti vazîfemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı! Yoksa susmalı!
Bizim iştigâl ettiğimiz vazîfe-i zarûriye-i insaniye olan hizmet-i îmâniye, herkese her zaman ciddî alâkadâr olunması gereken mes’eledir.
Bazılarının nazarınızda en büyük bir mesele-i dünyeviye olan mâlâyâniyât, bizim nazarımızda ve hakîkat cihetinde kıymeti pek azdır.
Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar alâkaların zararına olarak, lüzûmsuz ve mâlâyâni olan dünyevî cereyanlara feda etmek dîvanelik değil de nedir?
İnsanlar kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i dünyeviye ifsâd edici aletlerle ders verip dinletip, izlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.
İnsanlar zahir nazarda mâlâyâni meseleleri, fazla ta’kip ediyor. Cezbekârâne taşkınlıkla, dikkatsizlere mâlâyâni ve israf yaptırılıyor. Yazık!
İnsanların dünyasına mâlâya’niyât ne kadar da nüfûz etmiş! Kendi âlem-i asgarımızda nefis ve şeytanla yapılan maçı kaybedersek esâs mağlubiyet o olsa gerek! Bu mağlubiyetin telâfisi çok zor olsa gerek!
Abdülbâkî ÇİMİÇ
maşallah hocam cok güzel bir tespit olmus bu tespitler ancak risale-i nur ile onu anlayıp okuyarak yapılabilir tesekkürler