“Otuz beş senedir ki, siyâseti bırakmıştım ve Nurculara da “Bırakınız!” diyordum. Sebebi, siyâset ihlâsı kırar.”[1]
Görüldüğü üzere “siyâset ihlâsı kırar” hükmü Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ne aittir. Elbette ki ihlâsı kıran siyâset menfî tarzda istimal edilen ve hizmet esaslarına riayet etmeden rıza-i ilâhi odaklı değil, netice ve menfaat odaklı bir siyâsettir. Hem “Menfaat üzerine dönen siyâset canavardır.”[2] Bundan dolayıdır ki tarafgirâne ve taassubâne yapılan siyâset ihlâsı kırar. Ayrıca “Lisân-ı siyâsette lâfız mânânın zıddıdır.”[3]Bu cihetle de yaşanan ahirzaman asrında “Propaganda-i siyâset, yalana fazla revaç verdi.”[4]Hem de “Sıdkın(doğruluğun) hayat-ı içtimaiye-i siyâsîyede ölmesi.”[5] asrın en önemli hastalıklarından birisiydi. Onun içindir ki “Sıdktan yalana pek kolay gidiliyor. Hatta, siyâset propagandası vasıtasıyla, yalancılık doğruluğa tercih ediliyor.”[6] Böylece gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyâset-i rûy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî sureti görünmüş oluyor. Çünkü şu zamanın insanlarının zihni felsefede boğulmuş, aklı siyâsete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri de “Siyâset-i medenî, ekserin rahatına feda eder ekalli(azınlığı). Belki ekall-i zalim(zalim azınlık), kendine kurban eder ekserîn-i avamı(halkın çoğunluğunu).”[7] Diyerek bu siyâset-i medeniyenin zalimâne düsturuna işaret etmiştir. İşte böyle menfî bir siyâset ihlâsı kırar.
Bediüzzaman Hazretleri de “Dünya siyâsetine karışmadığımın sebebi: o geniş ve büyük dairede vazîfe az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakikî ve büyük vazîfelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her hâlde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur.”[8] tespitini yapmış olup, “Hem îmân ve hakîkat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakîkî vazîfe-i insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise siyâset dairesidir. Hususan böyle umûmî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir îmân lâzım ki, her şeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i rabbaniyenin izini, eserini görsün, ta o zulm-i zulmette kalb boğulmasın, îmân sönmesin, akıl tabiat ve tesadüfe saplanmasın.”[9]diye asrımızın mahiyetini ve vaziyetini izah etmiştir.
İhlâs bir fiil ve kalbî bir ameldir. Kullukta harîka bir sadâkat ve fevkalâde bir metânettir. İhlâs, İslâmiyetin bir esâsıdır. Rızâ-i ilâhî cihetinde Kur’ân’ın ders verdiği hükümler ve kudsî hakîkatlere ait harekât ve a’mâldir. Hakîkat-i ihlâs, rızâ-yı İlâhîden başka hiçbir şeye âlet ve tâbi olamaz ve Kur’ân’dan başka hiçbir nokta-i istinâdı yoktur. Bunun içindir ki “İnsanın çekirdeği olan kalb, ubûdiyet ve ihlâs altında İslâmiyetle iskâ’ edilmekle îmânla intibaha gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine rûh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâp edinceye kadar ateşle yanması lâzımdır.”[10] Hem “Her şeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâsla bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder.”[11] Mânevî hizmetlerin gâye-i aslîsi ihlâsa dayanır. Çünkü ihlâs sırrı kulun kalbî niyetlerini Rabbine rapteder ve kul sadece Rabbinin rızâsını esâs alır. Aslî olan dünyevî gâyeler ve siyâsî maksatlar ve neticeler ise sırr-ı ihlâsa münâfîdir. Çünkü ihlâs, bir fiili yalnız Allah emrettiği için yapmaktır. İhlâs hakîkati öyle bir sırdır ki kâinatta maddî ve mânevî bütün gâyeleri, neticeleri ve maksatları hedef ittihaz etmemeyi gerektirir. Onun içindir ki cemâatî ve mânevî olan îmân ve Kur’ân hizmetleri arzî ve dünyevî mes’eleler olan siyâset, ticaret, hubb-u câh, benlik, gösteriş ve şöhretperestlik olan lüzûmsuz malâyaniyata âlet edilmemelidir. Hele hele “Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevî şöhretperestlik, merdûd(geçersiz) olduğundan, bu enâniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirtleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhûr mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirtlerini tam ihlâsın muhâfazası için şimdilik müsâade etmiyor.”[12]
Siyâset daireleri ve aslî olarak siyâseti meslek ittihâz edenlerde durum şöyledir. “Güneş gibi îmânlar taşıyan bir kısım Sahâbeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka, siyâsetçi, ekserce tam müttakî dindâr olamaz. Tam ve hakîkî dindâr, müttakî olanlar, siyâsetçi olmazlar.”[13]
Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin tesbitleri çok önem arz ediyor. Demek oluyor ki “güneş gibi îmânlar taşıyan bir kısım Sahâbeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihîn” hem dindâr hem de siyâsetçi olabiliyor. Ancak onlardan başkaları “ekserce tam müttakî dindâr olamaz.” O halde ekserde hem salâhat hem de mahâretin birlikte bulunması ve birbirini cerh etmemesi mümkün görünmüyor.
Hem “maksâd-ı aslî siyâsetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakîkî dindâr ise, ‘Bütün kâinatın en büyük gâyesi ubûdiyet-i insaniyedir’ diye, siyâsete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakîkate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar.”[14] İşte Üstâd Bediüzzaman Hazretleri de mesleğini ve dâvâsını ucu ecnebilerin elinde ve neticesi meşkûk olan siyâset cereyanlarına kaptırmamak için bâki elmas hakîkatleri kırılacak âdi şişelere âlet yapmamış ve yaptırmamıştır.
Siyâset cereyanları özellikle bu âhirzamân asrında bizzat müteharrik değil, bilvasıta müteharriktir. Hem siyâset dünyevî ve arzî bir hizmettir. Gâyesi dünyaya ait ve netice almaya yöneliktir. Siyâsetin aslî maksadı önceden belirlenmiş ve galibiyet üzerine kuruludur. Onun için de o maksada çoklar taliptir. O maksada ulaşmak için de çok şiddetli çarpışmalar ve boğuşmalar yapılacak demektir. Çünkü menfî siyâsetin neticesi ve şartları acımasızdır. Bu sebepledir ki “Tam ve hakîkî dindâr, müttakî olanlar, siyâsetçi olamazlar”[15] denilmiştir. Çünkü siyâset menfaate ve neticeye odaklı olduğu için ihlâsı kırar. Hem siyâsette tarafgirlik olduğundan tarafgirlik damarı da ihlâsı kırar, hakîkati değiştirir. Bedîüzzamân Hazretleri de “Hattâ, benim otuz seneden beri siyâseti terk ettiğime sebep, bir mübarek âlimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarıyla, sâlih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhâlif olmasından tefsîk (fısk) derecesinde tahkîr edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvâfık meşhûr ve mütecâviz bir münâfığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün rûhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyâsetçilik de karışsa, böyle acîp hatâlara sebebiyet veriyor diye ‘Şeytanın ve siyâsetin şerrinden Allah’a sığınırım’ dedim, o zamandan beri siyâseti terk ettim.”[16] demiştir.
Siyâsetin bir cihetini de hırs tutar. “Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhrevîyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir.”[17]
İslâmî cemâatlerin hakîkî gâyesi ihlâs olmalıdır. İhlâs ile hareket edenlere rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Çünkü ihlâslı amellerde dünyevî hatta uhrevî maksatlar aslî gâye olmamalıdır. Eğer dünyevî olarak “insanların takdîri, istihsânı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetini izâle eder. Eğer sırf alâmet-i makbûliyet olarak, istemeyerek, Cenâb-ı Hak ihsân etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü te’sîri namına kabûl etmek güzeldir ki, ‘Bana, arkamdan hayırla yâd edilmeyi nasip et’[18] buna işarettir.”[19]
Öyleyse hizmet-i Kur’ânîyede ve vazîfemizde zahiren ve dünyevî olarak mağlûp da olsak, kuvve-i mânevîyemize ve hizmetimize noksanlık gelmemelidir. Çünkü ihlâs, güzel ahlâkın esâsı ve rûhudur. Hizmet-i dînîyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemesidir.
Bedîüzzamân Hazretleri “Risâle-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibâdet-i tefekkürîye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibâdet şekli değişir. Evet, dünyaya ait harîka neticeler, bazı evrâd-ı mühimme gibi, Risâle-i Nur’a çokça terettüp ediyor. Fakat onlar istenilmez, belki veriliyor; illet olamaz, bir fayda olabilir. Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlâsı kırar, o ibâdeti kısmen iptal eder.”[20] demektedir. Özellikle “Dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz; aranılsa, sırr-ı ihlâsı bozar.”[21] “Hem o geniş ve câzibedar siyâset ve boğuşma dairelerine dikkat eden, bazan kapılır; vazîfesini yapamadığı gibi, selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetindeki ihlâsı kaybetmese de o ithâm altında kalabilir.”[22]
Bunun içindir ki Bedîüzzamân Hazretleri “Güneş gibi hakîkat-i îmâniye ve Kur’ânîye, yerdeki muvakkat ışıkların câzibesine tâbi ve âlet olmadığı gibi, o hakîkati cidden tanıyan, değil küre-i arzdaki hâdisata, belki kâinata da âlet edemez”[23] demiştir.
2.Altıncı Söz Bağlamında Siyâset
Altıncı Söz, Küçük Sözler Risalesi ve Sözler kitabının Altıncı Söz’üdür. “Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek suretiyle satın almıştır.”[24] âyetinin meâlinde ve nefis ve malını Cenab-ı Hakka satmak hakkındaki âyetlerin gayet mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, nefis ve malını Cenab-ı Hakka satanların beş derece kâr içinde kâr ve satmayanların beş derece hasâret içinde hasâret kazandıklarını, gayet muknî bir temsil ile tefsîr ediyor. Hakîkate karşı mühim bir kapı açıyor. İnsanın kendisine verilen maddî ve mânevî cihazatlarını ve emânetlerini Allah için nasıl kullanılabileceğine dâir mühim bir hakîkati temsilî hikâyecik ile anlatıyor. İnsanın nefis ve malını Cenâb-ı Hakka satmak ve O’na abd olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu muknî bir tarzda îzah ediyor. Bir nevi insanın “kendi nefsi ile cihad-ı ekberde bulunmak, yani Şerîat-ı garraya ittiba ve sünen-i Ahmediyeyi ihyaya azm-i kat’î ile teşebbüs etmek”[25] için nasıl davranması ve amel etmesi gerektiğini anlatıyor.
Bilindiği üzere “Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükellef.”[26] olduğu için, Altıncı Söz’de de insanın kendi âleminden sorumlu olup, maddî ve mânevî cihazatını Allah hesabına nasıl satması gerektiğinin kâr ve zarâr hesabı yapılır. Yani Altıncı Söz, insanın kendi âlemini Allah hesabına yönetmesi ve nefis ve malını O(cc)’nun yolunda idâre etmesini ifade eder ve gösterir. Bu aynı zamanda bir nevi insanın âlem-i asgarının idare edilmesi cihetiyle siyâsettir. Bu siyâset içtimâî hayata bakan cihette değil, insanın kendi âlem-i asgarında tatbik edilen ve cihad-ı ekber ile mükellef olunan bir siyâsettir. İnsan önce kendisine emânet olarak verilen aza ve cihazatlarını Allah’ın emrettiği istikâmette istimal etmek ile muvazzaftır. Öyleyse önce kendi âlemini doğru bir şekilde yönetmesi gerekir.
Siyâset, genel anlamıyla idare etme sanatıdır. Arapça siyāsa kelimesinden gelmiş olup, seyislik veya at bakıcılığı anlamındadır. Bu mânâya göre siyâset, tımar etme ve yönetme mânâlarını da içerir. Madem siyâset idare etme sanatı ise, idare etmede yönetme mânâsı da vardır. İnsan yönetme ve yönetilmeye ihtiyaç duyacak mahiyette halk edilmiştir. Çünkü “İnsan, mâhiyet-i câmiiyeti i’tibârıyla, mevcudatın hemen ekserîsiyle alâkadârdır.”[27] Hem “Herbir adam vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadardır.”[28] Elbette ki bu alâkadarlığın bir sınırı ve ölçüsü olmalıdır. Yoksa insan mâhiyet-i câmiiyeti i’tibârıyla, mevcudatın hemen ekserîsiyle alâkadar olduğu için “vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadarlık” cihetini kendisine verilen sermaye-i ömrü i’tibârıyla doğru kullanamayabilir. Çünkü “insan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mâhiyet ve istidâd i’tibârıyla herşey ilme bağlıdır.”[29] Buna bağlı olarak siyâset de bir ilimdir. Ancak siyâsetin yönünü ve mahiyetini iyi tahlil etmek ve enfüsten afaka bağlı fıtrî bir cihette istimal etmek lâzımdır. Yoksa zarar verir ve aslî vazîfeye engel olur.
Şimdi hakîkat-i hâl bu ise bütün mes’ele emâneti sahîb-i hakîkîsine satmaktır. Yani insan kendi âleminde kendisine emânet olarak verilen âlet ve cihazlarını Allah hesabına yönetmeli ve idare etmelidir. O emânetler ise insanın daire-i hayatının içindeki mâmelek(sahip olunan şeyler) ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalb ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve batınî hasselerdir. Cenab-ı Hak insanı bir makine hükmünde yaratmıştır. O makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazîfesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. “Ve o insanın vazîfe-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve îmân-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”[30] “Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazîfe-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i îmâniyedir.”[31] Öyleyse insan hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazîfe-i fıtrat ve fariza-i hilkat ve netice-i sanat bilmeli, ucub ve riyadan kurtulmalıdır. Bu da ancak “emâneti sahîb-i hakîkîsine satmakla” olur.
Pekâlâ, bu satmayı nasıl yapacağız?
Emâneti sahîb-i hakîkîsine satmak ise, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbine asker olup O(cc)’nun namıyla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âli bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olmaktır.
Altıncı Söz bağlamında bizler akıl âletini Mâlik-i Hakîkî’ye satsak ve O’nun hesabına çalıştırsak, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açan kâinat anahtarı olur. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkarır.
Meselâ göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsak ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsak, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı derecesine çıkar.
Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı eğer Rezzâk-ı Kerîme satsak, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı rütbesine çıkar.[32] Hakeza…
Görüldüğü üzere insan, fıtrarına derc edilen seceya-i hasene danelerini Hüda suyu ile sulayıp idare etmesi gerekir. Bu idare ediş bir nevi Dördüncü Mesele bağlamında etki sahamız olan “kalb, mide, ceset” daireleri istikametinde yönetme mânâsında müsbet siyâsettir ve insanın kendi âlemini Allah’ın marziyatı cihetinde idaresidir. En büyük siyâset insanın âlem-i asgarında yapmış olduğu cihad-ı ekber olan bir siyâsettir desek hata yapmamış oluruz inşâallah.
2.Sırr-ı İmtihan, Hikmet-i İbhâm ve Âhirzamânda Gelecek Zat!
Öncelikle âhirzaman eşhasları hakkındaki sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham mes’elesi üzerinde durmak gerekir. Çokça karşılaştığımız bir soru şudur: Niçin vazîfe âşikâr olduğu halde âhirzaman eşhaslarının mâhiyeti gizli kalmıştır? Özellikle son müceddid-i âhirzaman olan vazîfedâr-ı İslâmiyet niçin şahsını ve vazîfedârlığını izhar ederek ortaya çıkmamıştır? Kendini izhar etseydi ve böylece meydana çıksaydı din-i İslâm için daha münasip olmaz mıydı?
Bu sorular üzerine birkaç noktaya temas etmek gerekiyor. Çünkü “Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyleyse, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.”[33] İşte, bu sırr-i imtihan ve hikmet-i ibham sırrındandır ki, âhirzaman eşhasları perdelenmiş ve gizli kalmış. Öyleyse “Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Belki nur-u imânın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanınabilir.”[34] Buna kanaât etmek gerekir.
Bu konuda en ehemmiyetli nokta şudur ki; sırr-ı ihlâs maddî ve mânevî makamlara talib olmaktan her asır başında gelecek olan mehdî misüllü zatları men ediyor. Çünkü sırr-ı ihlâs hakîkati sırf rıza-i ilâhi için davranmayı ve hizmet-i imâniye ve Kur’âniyede bulunmayı mecburî kılıyor. Tâ ki Nurun en büyük kuvveti olan ihlâs-ı hakikî zedelenmesin. Bu noktada Üstâd Bedîüzzaman Hazretleri şu hakîkatleri ders veriyor: “Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki, uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imâniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mânialar beni men ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men ediliyordum. Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazîfe-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imâna hizmet hususu bana gösterildi. Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imâniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara te’sirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imânı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imâna girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.”[35] İşte bu şüphenin kalmaması için sırr-ı ihlâs hakîkati makamatlara talip olmayı men ediyor.
Âhirzaman fitne ve fesatlarının hüküm sürdüğü zaman içersinde kör ve şuursuz birçok âmil ve mânâların hizmete engel olmaması için ihfa, izhardan evla olunmuştur.
Mehdîlik makamı nübüvvet makamı değildir, bir velayet makamıdır. Bu cihetle de velayetin gizli kalması daha makbul ve hikmete uygundur. “Faraza velâyet olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin mahiyetindeki ihlâs ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahâbeler gibi izhar ve dâvâ edemezler; onlara kıyas edilmez.”[36]
Tarîhte bu hususta birçok yalancı müddeiler ortaya çıkmıştır. Bunlar şahıslarını ortaya atarak fanî ve dünyevî neticelere hamletmişler ve o neticeleri hedef ittihaz ederek ümmetin beklentilerine çare olamamışlar ve ümmeti ye’se sürüklemişlerdir. Hatta ümmetin bu konuda i’timadı kırılmıştır. Halbuki “ her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır.”[37] Bu şahıslar “Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umûmî zayi olurdu.”[38] Öyleyse bu şahısların sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham sırrıyla gizli kalması maslahat-ı irşad-ı umûmî için gereklidir.
Hakîkî verese-i Nübüvvet olan hizmetkâr-ı din olan zatlar şahsiyetlerini izhar etmeyerek ümmeti ümitsizliğe sürüklememiş ve i’timadlarını kırmamışlardır. Hem âli olan mesleklerini yalancılarla iltibas ettirmemek için birçok i’tirazın da önüne geçmişler ve siyâsîleri evhamdan, hocaları da i’tirazdan muhafaza etmişlerdir. Çünkü mehdî ünvânı direk kullanılırsa önemli i’tirâzlar olacak ve “O gelecek zatın ismini vermek, üç vazîfesi birden hatıra geliyor (îmân, hayat, şerîat); yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan Nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü’minîn nazarında hakîkatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhâniye(kesin deliller) dahi, kazâyâ-yı makbûledeki(kabûle mazhâr olmuş hükümlerdeki) zann-ı gâlibe(gâlib kanâte) inkılâp eder; dahâ muannîd dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i îmânda görünmemeye başlar. Ehl-i siyâset evhâma ve bir kısım hocalar i’tirâza başlar. “[39]
Vazîfedâr-ı hizmetkâr olan Zatlar, yeni hüküm getirmezler ve dinin rûh-u aslîsine zarar vermezler. Sadece asırlarına uygun yeni îzâh tarzları ile dinin hakîkatlerini izhâr ederler. Ve dine tecâvüz eden bid’aları ref ederler ve dini, rûh-u aslîsine uygun tefsîr ederler. Vazîfeleri Fahr-i Âlem(asm)’in açtığı cadde-i kübra-i Kur’âniye olan meslekte yürümek ve insan cemâatlerini o yolda yürütmek olduğu için zaten açılmış olan o yola davette ve o yolun tahribata uğramış kısımlarını tamirde sadece Fahr-i Kâinat’a(asm) ittiba mesleğini ihtiyar ve Allah’ın Fermanı ortada iken ayrıca şahsını da ortaya atmanın faideden ziyade mazarratları olması hikmetine binaen ve lüzum da olmadığı için şahsiyet ortaya atılmamıştır.
Müceddid-i âhirzaman olan Hz. Mehdî hakkında Fahr-i Kâinat Efendimiz(asm)’in birçok hadis-i şerifleri ve tebrişatı vardır. Bu nedenle de ümmet O’nun gelmesine muntazırdır. Selef uleması da bu konudaki beklentilere hadislere istinaden tahşidat yapmıştır. Hatta gelecek zat için medih ve senalarda bulunmuşlardır. Eğer gelecek olan Zat şahsiyetini ortaya atsaydı kısa bir sürede kabul-ü ammeye mazhar olsa ekseriyet keyfiyeten değil, kemiyeten O’na bir bağlılık söz konusu olacaktı ve bu tarz vicdanların tam bir ihtiyar ile halis hidayeti seçmesi değil, O zata ittiba ve şahsiyetine i’timad suretiyle kuru kalabalığa uyması takliden bir mecburiyet şeklinde tarik-i hakkı ihtiyar etmesi olur ki hakîkat nokta-i nazarında bu hal asla makbul bir netice değildir. Çünkü makbul ve matlub olan halis hidayet İslâmiyetin güzelliğinden, makbuliyetinden, hakkaniyetinden vakıa mutabakatından ve mahz-ı hak ve hikmet olmasından dolayı ittibadır. Fikirlerin hakîkatleri kavrayabilmesi için tahkik etmesi, araştırması; tam bir olgunluğa ve kemâle ulaştığı fen ve felsefî ilimlerin son derece insanları müteyakkız ederek son medeniyet ve ilim-ifran devrinde hâlis hidayet her türlü taklidî tesirlerden azade olarak berrak bir ihtiyarın mahsulü ile olmalıdır.
Âhirzamanın münebbih insanlığına mebus ve imam olacak Zatın en büyük ve umûmî vazîfesi akıl, kalb, ruh, letâif ve idrake hitab eden Kur’ân’ın hakîkatlerini tebliğ etmesidir. Bu nedenle Kur’ân hakîkatleri insanların iradesiyle ve uzun tedkikatlar neticesinde hüsn-ü ihtiyarları ile kabul edip kalblerinde itmin’an ve temkin hâsıl etmek ile olabilir. Bu itibarla Kur’ân hakîkatlerinin ulviyetine ittiba önem arzeder. Âhirzamanda gelecek olan Zat da bunu yapmakla vazîfelidir. Böylece İslâmiyetin bütün güzelliklerini ve şaşaasını bütün kemal ve hakkaniyeti ile enzâr-i İslâmiyet’e arz ve teşhir etmektir. Zaten aynen de böyle olmuştur!
Birçoklarının beklediği gibi âhirzamanda geleceği baklenen Zat harikûlade biri olup birçok harikûlade icraatla âlemi ıslah etse ve bu surette umûmî bir hidayet ve İslâmiyet’e mutabaat hâsıl olsa bu netice hakîkat noktasında asla kıymeti haiz değildir. Çünkü din bir imtihandır, akla kapı açar iradeyi elden almaz. Hem hidayet-i kasdı bir ihtiyara müstenid olduğu ve tefekküre ve iz’ana dayandığı takdirde makbul olur. Cebrî bir hidayet ve mecburî bir imânın nazar-ı Şarîde kıymet-i harbiyesi yoktur. Teklif ve ubudiyet kulun ihtiyarı üzerine müessestir. Âhirzamanda erkân-ı imâniye hüccet-i kat’iyeye istinad ile tekemmül eder. Mehdî eserleri ile erkân-ı imâniyeyi kuvvetli burhanlarla ispat eder ve kuvvetlendirir. Her şey bedahiyet şeklini alsa o vakit imân makbul olmaz ve bedihi delail bütün akıl ve iz’anı celbedecek ve insanî tefekküre yol bırakmayacak şekilde meydana çıktığından ihtiyara da yer kalmaz. Bedihiyet cebrî bir inanışı tevlid edeceğinden o inanış makbul olmaz; bu kanaat ve inanış ise insanlık hassesine, tefekkür melekesine ve insanın mürid ve muhtar olmasına münafidir. Çünkü dinde cebir ve ikrah yoktur.
Böylece âhirzamanda beklenen Zat bedahet derecesinde hüccet-i katıa ile herkes tarafından bilinse sırr-ı imtihan zayi olur ve hikmet-i ibham perdesi kalkar. Herkes dinin yüksek hakîkatlerinin ulviyetini itminan-ı kalb ve akıl ile değil, o zatın şahsiyetine i’timaden kalabalığa uyma şeklinde hidayet dairesine dâhil olunmuş olur. Bu durumun zarurî bir sürükleniş ve kuru kalabalıktan farkı olmaz. Bu hâl ise dinin ulviyetine, imânın şehametine ve insanın muhtariyetine münafi olur.[40]
3.Bir asır sonra gelecek o zât…
Risâle-i Nur’da ifâde edilen “bir asır sonra gelecek o zât …” cümlesi hakkında farklı mülâhazalar vardır. Bedîüzzamân Hazretleri bir asır sonra gelecek zât ifâdesi ile elbette ki önemli bir hâdisenin vukû’unu bildirmektedir. Ancak sırr-ı imtihân gereği de mes’ele net değildir ve perdelenmiştir. Hikmet-i ibhâm da bunu gerektirir. Çünkü din bir imtihândır, akla kapı açar, irâdeyi elden almaz. Bu önemli bir kâidedir. Özellikle vukû’ât-ı âhirzamâna ait hâdiseler perdeli ve mübhemdir. Bu nedenledir ki “bir asır sonra gelecek o zât” ifâdesi üzerinde de tam bir ittifak olamamış, farklı yorumlar ve algılamalar olmuştur.
“Farazâ hakîkî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse”[41] diyen Bedîüzzamân Hazretleri bir asır sonra gelecek o zât için Birinci Şua, Yirmi Sekizinci Ayette şöyle diyor: Sûre-i Tevbe’de “Allah’ın Nurunu üflemekle söndürmek isterler. Allah Nurunu tamâmlamaktan başka birşeye râzı olmaz—kâfirler istemese de”[42] âyetindeki “Allah’ın Nurunu üflemekle söndürmek isterler. Allah ise Nurunu tamâmlamaktan başka birşeye râzı olmaz.”[43] cümlesinin tefsîrini yaparak son paragrafta şöyle bir açıklama yapıyor.
Eğer şeddeli “mim” dahi şeddeli lâm’lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarîhte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin Nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrîk edip Rus’un “doksan üç (93)” muhârebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâmın parlak Nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid’in (ks) şakirtleri o bulut zulümâtını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lâm’lar ve “mim” ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirtleri olabilir.[44]” Demek ki bir asır önce Resâili’n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid’in (ks) şakirtleri o bulut zulümâtını dağıtmışlar. Öyleyse bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirtleri olacakmış. Elbette ki Hazret-i Mehdî daha önce gelmiş olmalı ki şakirtleri ondan sonra oluşsun ve bir asır sonraki o bulut zulümâtını dağıtsın.
Bu noktada şöyle bir îzâhat yapmak gerekirse;” Rus’un “doksan üç (93)” muhârebe-i meş’umesi 1877 tarîhinde vukû’ bulmuştur. Bu tarîhte Ruslar İstanbul’a 13 km kala Çatalca’ya kadar gelmiş ve İslâm’ın Nurunu söndürmeye teşebbüs etmişlerdir. Bedîüzzamân Hazretleri “ Fakat bunda Resâili’n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid’in (ks) şakirtleri o bulut zulümâtını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.” tespitini yapmıştır. 1877’den bir asır sonraki 1977’de vukû’ bulacak olan ve dinsizlik kuvveti olan Bolşevikliğin bir parti ile memlekete hâkim olmaya bütün kuvveti ile çalıştığı 1977 senesinde yine Bedîüzzamân Hazretleri’nin haber verdiği “Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lâm’lar ve “mim” ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirtleri olabilir.” hâdisesi vukû’ bulmuştur. Eğer bu fırka tek başına iktidâra gelse, hem dinsizlik kuvveti bu memlekete hâkim olacak, hem de Bedîüzzamân Hazretleri’nin “bu asil Türk milleti ihtiyârıyla o partiyi kat’iyen iktidâra getirmeyecek.[45]” cümlesi tekzîb edilerek Risâle-i Nur’a büyük zarar olacaktı. İşte tâ 1877’de İstanbul’a 13 km kala bir asır öncesinde bir önceki müceddid olan Hz. Mevlana Halid (ks) ve talebeleri Rus’un o meş’um zulümatını durdurup dağıtmış ve bu tarîhten tam bir asır sonraki dinsizlik zulümatını ise Hazret-i Mehdînin şakirtleri hem de 13 vekil kala dağıtmış ve durdurmuştur. Böylece “bu asil Türk milleti ihtiyârıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek.” hakîkati de Risâle-i Nur satırları arasında hakkâniyetini muhâfaza etmeye devam etmiş ve de edecektir inşâallah.
Bedîüzzamân Hazretleri’nin “bir asır sonra gelecek o zât”, “Şark tarafından bir Nur zuhûr edecek, bid’alar zulümâtını dağıtacak. Ben böyle bir Nurun zuhûruna çok intizâr ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o Nuranî zâtlara zemin ihzâr ediyoruz. “[46] gibi ifâdeleri Risâle-i Nur Külliyatının müteferrik yerlerinde beyan buyrulur. Bu cümlelere parça parça ve cüz olarak bakılırsa aldanılır ve yanlışa düşülebilir. Çünkü sırr-ı imtihân ve hikmet-i ibhâm perdeli olmayı zarûrî kılar. Hâlbuki Risâle-i Nur Külliyatı detaylıca ve derinlemesine tedkîk edildiğinde bu hikmet-i mübhem perdesinin aralandığı görülecektir. Barla Lâhikası’nda Bedîüzzamân Hazretleri’nin Küçük Ali isminde bir talebesinin mektubundaki haşiyenin bu mes’eleyi hallettiği görülecektir. Şöyle ki: ”Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zât, Risâle-i Nur imiş. Hatta Üstâd’ın kendisi de bir zaman böyle bir zâtın geleceğine muntazır imiş.”[47] Demek ki Bedîüzzamân Hazretleri’nin “bir asır sonra gelecek o zât” ifâdelerinin hikmeti, Risâle-i Nur imiş. Hem Şualar, Yedinci Şua’da “o adam, adam değil, Risâle-i Nur’dur.” şeklinde Bedîüzzamân Hazretleri’nin ifâdesi de çok ma’nîdârdır. Şöyle ki: “Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, Müceddid-i Elf-i Sâni İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Farûkî’nin medresesine rast geldi, girdi, onu dinledi. O imâm, ders verirken; hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: ‘Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemâsından birisi gelecek, bütün hakâik-i îmâniye ve İslâmiyeyi delâil-i aklîye ile kemâl-i vuzûhla ispat edecek.’ Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki (HAŞİYE) o adamım.[48]” İşte bu cümleye Bedîüzzamân Hazretleri bir haşiye koyarak çok mühim ve hikmet-i ibhâm perdesini aralayacak hakîkati ders vermektedir. İşte o Haşiye: “Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risâle-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif Risâle-i Nuru ehemmiyetsiz olan tercümanı ve nâşiri sûretinde keşiflerinde müşâhede etmişler, “bir adam” demişler.”[49]
O bahsedilen sonra gelecek adam ve şahıs elbette ki Üstad’dan sonra maddî bir şahıs değildir. Risâle-i Nur talebelerinin tesânüdünden hâsıl olan ve onların şahs-ı mânevîsini temsîl eden Nurânî ve mânevî şahıstır. Onun için sonra gelecek ibrâlerini müşahhas bir şahsa tatbîk etmek Risâle-i Nur hakîkatlerine ve metoduna uygun düşmez. Çünkü Bedîüzzamân Hazretleri “bütün vazîfelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım.”[50] demektedir. Hem de “Üstâdımız olan şakirtlerin şahs-ı mânevîsi nâmına istiyorum.”[51] veya “Vazîfem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazîfeniz devam ediyor.”[52] ifâdeleri ile sonra gelecek olan ve bir zamanlar muntazır olup, sonra gelecek dediği O Zât’ın Risâle-i Nur ve şakirtlerinin şahs-ı mânevî olduğunu açık ve net olarak ifâde ediyor. Kastamonu Lâhikası’nda da “Terfi-i makâm ve rütbe için bizlere bir fermân-ı şâhâne mânevî bir cânipten geliyor, kemâl-i hürmetle ellerinden tutup bize getiriyordular. Biz baktık ki, o fermân-ı âli Kur’ân-ı Azîmüşşân olarak çıktı. O halde bu mânâ kalbe geldi: Demek Kur’ân yüzünden Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve biz şakirtleri, bir terfi ve terakki fermânını âlem-i gayptan alacağız.[53]” denilmektedir. Burada da Üstâd Hazretleri Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsi içersinde biz şakirtleri diyerek, bir terfi ve terakki fermânının âlem-i gayptan alacak olanın “Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve biz şakirtleri” olduğunu açıkça gösteriyor.
Ayrıca Emirdağ Lâhikası’nda “Kendimizi değil, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ehl-i îmâna gösteriyoruz.”[54] demesi ve On Beşinci Şua’da üçüncü medrese-i Yusufiyenin el-Hüccetü’z-Zehrâ ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtlerinin bir takriznâmesinde kendisi için “Envâr-ı Muhammediyeyi (asm) ve maarif-i Ahmediyeyi (asm) ve füyuzât-ı şem’-i İlâhîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’ânî ve hadîsi olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (asm) ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i îmâniye noktasında Risâletin bir mir’ât-ı mücellâsı ve şecere-i Risâletin bir son meyve-i münevveri ve lisân-ı Risâletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakîkatı ve şem-i İlâhînin hizmet-i îmâniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.” diye yazılan mektuba “Benim hissemi haddimden yüz derece ziyâde vermeleriyle berâber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risâle-i Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi namına kabul ettim.”[55] diyen Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri elbette ki bir hakîkati ifâdeyle, kendisinin de sonra gelecek olan o şahs-ı mânevînin bir şakirdi olarak telakki ediyor. Yanlış basmamak ve hakkın hatırını da yüksek ve yüce tutmak için bütün külliyatta devamlı kendi şahsını azlediyor ve sonra gelecek olan Risâle-i Nurun şahs-ı mânevîsini ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerin şahs-ı mânevîsini nazarlara sunuyor ve o şahs-ı mânevînin “Ferîd” makâmına mazhâr olduğunu ve o şahs-ı mânevînin de hiç bir makâmın tasarrufu altına girmeye macbûr olmadığını beyan ediyor.
Emirdağ Lâhikası mektuplarından birisinde de üç vazîfenin şahs-ı mânevî tarafından yapacağını net olarak söylemektedir. “Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resûlün temsîl ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazîfesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazîfeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemâati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazîfesi olacak:[56]” Buraya göre sıralama gayet net ve açıktır. Şöyle ki; 1.Mehdî-i Al-i Resûl var. 2.Mehdî-i Âl-i Resûlün temsîl ettiği kudsî cemâat var. 3.Mehdî-i Âl-i Resûlün temsîl ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsi var. 4.Mehdî-i Âl-i Resûlün temsîl ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazîfesi var. “Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemâatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (asm) cemâat-i nurâniyesini temsîl eden Hazret-i Mehdîde ve cemâatindeki şahs-ı mânevide ancak içtimâ’ edebilir.”[57] tespiti de büyük bir hakîkati ifâde ediyor.
Çünkü mânevî fütûhât yapmak ve zulümâtı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi ve Risâle-i Nur’un şimdiye kadar fütûhâtı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler bîçarelerin îmânlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukâbil yüzer ve binler hakîkî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbârını aynen tasdîk etmiş ve vukû’atla ispat etmiş ve ediyor, inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhirzamânda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir.[58]” Demek ki hayatın geniş dâiresinde de vazîfe yapacak olan ve sonra gelecek olan zât, Mehdîden sonra şakirtleri ve o şakirtlerin şahs-ı mânevîsidir.
Öyleyse Bedîüzzamân Hazretleri’nin yukarıya aldığımız ifâdeleri ile anlıyoruz ki beklenen zât, Risâle-i Nur ve Risâle-i Nur şakirtlerinin tesânüdünden meydana gelen şahs-ı mânevîdir ki Üstâd’da “bütün vazîfelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım” diyerek bunu ifâde etmektedir. Hatta On Beşinci Lem’a olan Fihrist Risâlesindeki Takrîzde “Demek Nur Risâleleri o gelecek Zâtın bir müjdecisi, bir talebesidir.”denilmektedir. Aynı Takrîzde “Siyâset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle…” ve “Ankara hükûmeti Risâle-i Nur’un o şakirdini Ankara’ya dâvet etmişti.” Sonra da “Risâle-i Nur yüzbinler ve milyonlar gönülde “Üstâdım, Üstâdım” denilerek milyonlar kalblerde kurulan mânevî tahta oturmuş ve böylece Risâle-i Nur kalblerin bir sultanı olmuştur.[59]” Cümleleri bizlere bu konuda daha fazla ışık tutan cümleler olarak Risâle-i Nur Külliyatında yerini almış görünüyor. Ayrıca Üstâd Hazretleri Sekizinci Şua’da “Bedîüzzamân” lâkabı benim değildi. Belki Risâle-i Nur’un mânevî bir ismiydi; zâhir bir tercümanına âriyeten ve emâneten takılmış. Şimdi o emânet isim, hakîkî sahibine iâde edilmiş.”[60] diyerek çok mühim bir mes’eleyi nazar-ı fikrimize sunarak hikmet-i ibhâm perdesinin aralanmasına vesîle olmuştur.
İşte Risâle-i Nur Külliyatının müteferrik yerlerinde çokça bahsedilen “sonra gelecek o zât” veya “o zât” gibi ifâdeler sırr-ı imtihân ve hikmet-i ibhâmı gerektiren sırlardır diye inanıyoruz. Risâle-i Nur Külliyatının müteferrik yerlerinden parçalar birleştirilebilirse resmin tamâmının görüleceği hakîkatini de beyan etmek isteriz.
4.Şu zaman cemâat zamanıdır, şahıs zamanı değil
Asrın ve asırların adamı ve sahibi Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri bu asrı ve istikbâl asrını tahlil ederken şu izâhları yapmaktadır. “Bu zaman cemâat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı mânevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mâhiyeti nazara alınmamalı.”[61] Bir başka ifâde de şöyledir: “Şu zaman cemâat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemâatin mümessili olmazsa, bir cemâatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemâatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur.”[62] Şimdi ise, zaman cemâat zamanıdır. Hâkim, rûh-u cemâatten çıkmış, az mütehassis (az etkilenen ve hislenen), sağırca, metin(sağlam) bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o rûhu temsil eder.[63] Hem, “Risâle-i Nur mesleği, tarîkat değil, hakîkattir, Sahâbe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarîkat zamanı değil, îmânı kurtarmak zamanıdır.” Risâle-i Nur, bu hizmeti lillâhilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor.”[64] diyen Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri tam ve dâimi bir bir üstâd olan şahs-ı mânevîyi her daim öne sürüyor ve akıl, kalb ve rûhlarda te’sirini göstermesini sağlıyor.
Öyleyse hakîkat şudur; “Cemâatın rûhu olan şahs-ı mânevî daha metindir.”[65] O şahs-ı mâneviye i’timâd etmek gerekiyor. “Risâle-i Nur’da ispat edilmiş ki: Bu zaman cemâat zamanıdır. Şahs-ı mânevî hükmeder. Eski zamanda dalâlet bir şahıstan geldiği cihetle, karşısına bir dâhi-i hidayet çıkardı. Şimdi ise cemâat şeklinde bir şahs-ı mânevî olmasından, onun karşısında ancak bir şahs-ı mânevî mukâbele edebilir.”[66] Başka bir çare de görünmüyor. Asrın müceddidine ve sahibine i’timâd etmek ve güvenmek gerekiyor.
Risâle-i Nur mesleğinde fenâ fi’l-ihvân düstûru vardır. Bu hizmet ihlâs, sadâkat ve tesânüd sıfatlarını ister. Onlarsız olmaz. Benim aciz kaldığım yerleri kardeşlerim görür ve ben onların gözü ve hasseleri olurum. Böyle düşünmek ve yaşamak mecbûriyetindeyiz. İşte o zaman fenâ fi’l-ihvân düstûru tahakkuk etmiş olur.
Risâle-i Nurlar bir bütündür, bir parça ile veya tek bir eser ile ona vâkıf olamayacağımız aşikârdır. Bütünden parçaları birleştirmek ve o parçaların bir araya gelmesi ile ortaya çıkacak olan resim esâsında en önemlisidir. Ortaya çıkan o resim ise şahs-ı mânevîdir.
Bedîüzzamân Hazretleri İhlâs Risâlesi’nin sonunda çok önemli bir konuya değinmiştir. Şöyle ki: “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabûl ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakîkatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nûr şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyâkatsiz olduğum halde, haydi, hüsn-ü zannınıza binâen bu fakire bir üstâdlık ve tebâiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır; hadîste gösterilen ecri alırsınız.”[67] Cümleye dikkat ettiğimizde önemli bir noktanın vuzû’ha kavuştuğu görülüyor.”Madem Risâle-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.”deniliyor. Âlim veya mürşid arayanlara bu cümle yeterli olmalıdır. Risâle-i Nurlara cemâat ve şahs-ı mânevî şuuru ile muhatap olunmalıdır.
Gelen cümleye de dikkat etmeliyiz.”Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır.” deniliyor. Demek yazan kalemler o şahs-ı mânvînin yani bu zamanın âliminin parmaklarıdır. Ya o âlimin diğer aza ve hasseleri nerede? O insan-ı kâmil sıfatına layık olan şahs-ı mânevî, bütün aza ve hasseleri ile mükemmel oluyor ve hayata hizmet ediyor. Maden parmak yazıyor o göz, kulak, dil hesabına geçiyor. Maden bir kardeşimiz hizmette koşuyor ve mânevî hisse alıyorsa, o hepimizin hesabına geçiyor. Yapılan hizmetler kevser-i Kur’ânîye havuzuna dâhil oluyor ve o havuzdan hepimiz nasipleniyor ve feyiz alıyoruz. Bütün mes’ele o şahs-ı meneviyeyi idrâk etmek ve ona i’timâd edip o havuzdan feyizlenmektir. Farklılıkları kabûl edip, şahs-ı mânevîyi baş göz üstünde tutmaktır.
Biz o şahs-ı mânevînin azaları olduğumuza inanıyoruz. Yazan kardeşlerimiz o parmak vazîfesini derûhte ediyor. Bununla gurûr duyuyoruz. Çünkü şahs-ı mânevî bütün aza ve hasseleriyle vazîfesini derûhte ediyor. Sadece bizlere bunu hissetmek kalıyor.
Üstâd Hazretleri ” Kendi nokta-i nazarımda liyakatsiz olduğum halde, haydi, hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstâdlık ve tebaiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır; hadiste gösterilen ecri alırsınız.” diyor. İşte bütün sır bu mânâları terennüm edebilmektir. Evet, “sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır.” Niçin böyle bakamıyoruz?
Bu dâvâda ne yazan çok kârda ne de yazamayan zarardadır. Bu dâvâda ne koşan, neşreden ve okuyan çok kârda ne de bunları yapamayan zarardadır. Çünkü şahs-ı mânevî hükmediyor. Bizler ise taksim’ül â’mal kâidesince bir vazîfeyi derûhte ediyor ve o şahs-ı mânevî havuzu için çalışıyoruz.
Şimdi ben biz olmak zorundadır. Eğer risâlelerin hayatımıza küllî olarak yansıması ve ma’kes bulmasını istiyorsak önce bu sırra ulaşmamız gerekiyor. Çünkü bu dâvâda şahıs yok, artık şahısların ferdî imtiyazı da yok diyebilmeliyiz. Bütün haseneler şahs-ı mânevînin ve bütün seyyieler ise şahıslarındır.
Netice-i kelâm: “Bu zaman, ehl-i hakîkat için, şahsiyet ve enâniyet zamanı değil. Zaman, cemâat zamanıdır. Cemâatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enâniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zâyi olur; o havuzdan da istifâde edilmez.”[68]
5.Asırlardan beri beklenilen zatın cümle-i vezâifi
Risâle-i Nur müellifinin çok dairelerde vazîfesi olduğu malumdur. Bunlar “Ve siyâset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraâtları”[69]dır. Bu dairelerdeki icraâtların Fihrist Risâlesi’nin İkinci Cildi olan Onuncu Şua’daki izahı şöyledir: “On dokuzuncusu: Âhirzaman alâmetlerinden olup, Âl-i Beyt-i Nebevî’den çıkacak olan Hazret-i Mehdi (R.A.) hakkında ayrı ayrı rivayetler var. Bu rivâyâtın te’vili ile beraber büyük Mehdi’nin dört ehemmiyetli vazîfesinin ve daha evvel gelip geçen küçük Mehdiler büyük Mehdinin bir kısım vazîfelerini bir cihette icra ettiklerini ve Al-i Beyt kadar Şerîat-ı Muhammediye’yi (A.S.M.) ve hakâik-ı Kur’âniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ihyâ ve ilân ve icrâ eden hiçbir nesil olmadığı gibi, büyük Mehdinin Al-i Beyt’e mensup kumandanların başında İslâmiyetin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gösterecek, âhirzamanda gelen başkumandanları olduğunu bildirmektedir.”[70]
Yine Fihrist Risâlesi’nde “Risâle-i Nur’un ehemmiyetli ve kahraman şakirdi bir kardeşimizin takrizidir” kısmında şu açıklamalar mevcuttur: “Tevafukat-ı latîfe Risâle-i Nur’un silsile-i kerâmâtından olduğu cihetle, Beşinci Şuâ’nın On Dokuzuncu Meselesinde o Âl-i Beyt’ten olan Seyyid Zât-ı Muntazır’ın cümle-i vezâifinden olarak, 1. Siyâset âleminde, 2. Diyânet âleminde, 3. Saltanat âleminde, 4. Cihad âleminde olmak üzere icrâ ettiği vazîfe daireleri Risâle-i Nur’un Tarihçe-i Hayatı’yla tam müşâbeheti ve iltibassız tevafukâtı çok ehemmiyetlidir. Demek Nur Risâleleri o gelecek Zâtın bir müjdecisi, bir talebesidir. Çabuk gelen bir neferidir. Biz de o hayat-ı mübarekin dört ayrı safâhatında aynen bu daireleri müşâhede ediyoruz.
- Siyâset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umûmînin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.
- Diyanet âlemindeki tevafuk ise; İ’tilâf devletlerinin İstanbul’u işgali hengâmında ve en mağrur devrelerinde o şâkirdin “Hutuvat-ı Sitte” eseriyle o mağrur galiplerin hayasız yüzlerine -tehlike yüzde yüz olduğu halde- tükürüp, mânen tokatlaması üzerine o zamanki Ankara hükûmeti Risâle-i Nur’un o şakirdini Ankara’ya dâvet etmişti. Orada dehşetli bir şahısta, Beşinci Şuâ’da beyan edilen işaretleri görerek, bütün bütün siyeseti ve dünyayı terkederek Van’da bir mağarada hayat-ı mübarekelerini ibadete hasrettikleri devreye aynen intibak ve tevafuk etmektedir.
- Saltanat âlemindeki vazîfeye gelince: Meşhur Şeyh Saîd hadisesinden sonra garba, menfaya gönderilerek Rahmet-i İlâhiye ile Risâle-i Nur’un telifine zemin hazırlayıp, Risâle-i Nur kemâl-i haşmetle envârını rûy-i zemine yaymaya başladığı zamandır ki, Hakâik-i îmâniyenin ve Kur’ân’ın görülmemiş bir surette taarruza uğradığı bir devrede Risâle-i Nur, hayrette kalmış, yollarını şaşırmış, îmânları tezelzüle uğramış Müslümanlar için bir âb-ı hayat misaliyle, Hızır gibi, onların imdatlarına yetişmiş, onları hayretten kurtarmış; dehşetten sürura çıkarmış ve Risâle-i Nur yüzbinler ve milyonlar gönülde “Üstadım, Üstadım” denilerek milyonlar kalblerde kurulan mânevî tahta oturmuş ve böylece Risâle-i Nur kalblerin bir sultanı olmuştur. İşte bu safhada üçüncü vazîfeye aynen tevafuk ederek, o hakîkatı imzalamaktadırlar.”[71]
Din bir imtihandır, akla kapı açıp iradeyi elden almaz. Özellikle istikbale ait vukuat-ı ahirzamânâ dair meseleler sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham gereğince perdelidir. Görüldüğü üzere Risâle-i Nur eserleri ümmetin beklentilerine ve suallerine tereddütsüz cevap veriyor. Her bir meselenin mühim parçaları Risâle-i Nur eserlerinin müteferrik yerlerine serpiştirilerek sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham hakîkati tahakkuk etmiştir. Ahirzamânâ ait meselelerde bu sır daha da perdeli olarak Külliyatta yerini almıştır. Yap-boz parçaları gibi resmin müteferrik kısımları bir araya getirilirse sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham perdesi şeffaflaşabilir. Beşinci Şua, On Dokuzuncu Meselede büyük mehdinin vazîfeleri şahıs ismi verilmeden genel hatlarıyla ortaya koyulurken bu meselenin izahatı ve teferruatı Fihrist Risâlesi’nde detaylandırılarak sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham perdesinin şeffaflaşmasına vesile olunmuştur. Eğer Fihrist Risâlesi’ndeki ilgili izahatlara ulaşılamaz ise meselenin anlaşılması zor olacaktır. Özellikle On Dokuzuncu Meseledeki “Ve siyâset âlemindeki vazîfe için Fihrist Risâlesi’ndeki “Siyâset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umûminin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.[72]” ifadeleri Bediüzzaman Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatı’nda ifade edilen 1907’de İstanbul’a gidişi ile Eski Harb-i Umûmi ile birlikte(1914–1918), İstanbul’un işgali ve nihayetinde 1922’de Ankara’ya gelişi arasında geçen zamanı göstermektedir. Bu tarihler arası Bediüzzaman Hazretleri’nin Eski Saîd devresidir. Bu zaman dilimi içersinde Bediüzzaman Hazretleri içtimâî ve siyâsî hayatın içersindedir. Telif edilen eserlerin ekserisi de içtimâî ve siyâsî eserlerdir.
Diyanet âlemindeki vazîfe ise; İ’tilâf devletlerinin İstanbul’u işgali hengâmında ve en mağrur devrelerinde o şâkirdin (Saîd Nursi) “Hutuvat-ı Sitte” eseriyle başlayıp devam etmiştir. Bu zaman dilimi 1920’lerden 1950’ye kadar sürmüştür. Bu süre Bediüzzaman Hazretleri’nin Yeni Saîd devresi olup, bu tarihler arasında Risâle-i Nurlar te’lif edilerek diyanet âlemindeki vazîfe de deruhte edilmiştir. Saltanat âlemindeki vazîfe ise dünyevî bir sultanlık değil, Risâle-i Nur’un yüzbinler ve milyonlar gönülde ve kalblerde kurulan mânevî bir sultanlıktır ki akıl, kalb ve ruhlarda gösterdiği te’sirat ile görülmektedir. Cihad âlemindeki vazîfe ise cihad-ı mânevîdir. Mânevî elmas bir kılıç olan ve Kur’ân’dan nebâen eden Risâle-i Nur’un îmân-ı tahkîkî kılıcıyla yapılmaktadır. Bu asırda mânevî tahribata karşı manevî, ihlâs sırrıyla hareket etmek gerekir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır.[73] Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir.[74] Zira, din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir; ve İslâmiyet’i, mahbup ve ulvî olduğunu, evamirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husumet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.[75]
Netice-i Kelâm: “Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zat, Risâle-i Nur imiş. Hatta Üstadın kendisi de bir zaman böyle bir zatın geleceğine muntazır imiş.”[76] Çünkü “Ayetü’l-Kübra’nın üçüncü menzilinin başında, Ahmed-i Farukî Risâle-i Nur hakkında demiş ki: “Mütekellimînden biri gelecek, bütün hakaik-ı îmâniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan ve ispat edecek.” Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, belki Risâle-i Nur’dur. Ehl-i keşif, Risâle-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı sûretinde keşiflerinde müşahede etmişler, “bir adam” demişler.”[77]
6.Siyâset âlemindeki vazîfe
Risâle-i Nur müellifinin cümle vezâifinden biri de “siyâset âlemindeki vazîfedir.” Bu vazîfe ümmetin içtimâî ve siyâsî prensiplerinin Ku’ân ve sünnetten asrımıza bir dersidir. Aynı zamanda bu vazîfe ümmetin sahil-i selâmete ulaşmasında büyük bir vazîfedir. Bediüzzaman Hazretleri Eski Saîd’i “İslâmın hayat-ı içtimâîyesiyle münâsebetdar”[78] olarak tarif eder. Ayrıca Vehhabilik bahsinde “Şu hadise, âlem-i İslâmın siyâsetine ve hayat-ı içtimâiyesine taallûk ettiği için, Yeni Saîd kafasıyla cevap veremiyorum.”[79] denilir ve muvakkaten Eskî Saîd kafası takılarak cevap verilir. Zaten Eski Saîd devresinde Bediüzzaman Hazretleri tamâmen İslâmın hayat-ı içtimâîyesinin içersindedir. Hatta Eski Saîd’in te’lif ettiği eserlerin ekserisi İslâmın hayat-ı içtimâîyesiyle münâsebetdar olup içtimâî ve siyâsî meselelerle alâkalıdır.
Yeni Saîd devresini ise “hayat-ı içtimâîyeden çekilmek isteyen Yeni Saîd”[80] olarak ifade eden Bediüzzaman Hazretleri bu süreyi Afyon Hapsine kadar devam ettiğini söyler. Bu süre içersinde “diyanet alanındaki” vazîfesini tekmil eder. 1922’den 1948’e kadar hayat-ı içtimaiye ile ilgili suallere zaman zaman Eski Saîd kafasını muvakkaten takarak cevap verir. Çünkü makam, muhatap ve zaman bunu zarûri kılmaktadır. Ancak “Afyon hapsinden sonra Üstad-kendi tabirince-bir nevi Üçüncü Saîd (Haşiye-1)[81] olarak görünüyordu. Çünkü, bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezahür edecekti; küllî bir inkişaf olacaktı.”[82] İşte bu tarihten sonra(1948–49) Bediüzzaman Hazretleri tekrar içtimâî ve siyâsî meselelere bakma ve âlem-i İslâmın içtimâî ve siyâsî vazîfesinin tekmili ile vazîfeli olduğu eserlerinde[83] açıkça ifade etmiştir.
Görüldüğü üzere aslı “Muhâkemat-ı Bedi’iye” olan Beşinci Şua On Dokuzuncu Meseledeki “siyâset âlemindeki vazîfenin” bilinmesi gerekiyor ve bilmemenin Bediüzzaman Hazretleri’ne bir özür teşkil etmeyeceği ifade ediliyor.[84] Hem Onuncu Şua olan Fihrist Risâlesi’nde Âl-i Beyt’ten olan Seyyid Zât-ı Muntazır’ın siyâset âlemindeki vazîfesi için “Siyâset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umûminin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.”[85] İfadesi yer alıyor. Bu devre Bediüzzaman Hazretleri’nin Eski Saîd devresi olup İslâmın hayat-ı içtimâîyesiyle münâsebetdar olan devresidir. Bu devredeki vazîfenin tekmili 1950’den sonra tamamlanır ve İslâmın hayat-ı içtimâîyesi ile ilgili vazîfe de deruhte edilerek Eski Saîd Eserleri Risâle-i Nur Külliyatına dâhil edilir. Bu tarihlerden(1950) sonra Emirdağ Lahikası-II mektupları telif edilerek yeni tetimmeler yazdırılıyor. Bu tetimmelerin büyük bir kısmının İslâmın hayat-ı içtimâîyesi ile alakalı mektuplar olduğu görülüyor.
Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahika mektuplarında “ Müdafaatımda dediğim gibi istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile hareket eden bir cereyan-ı zındıka masonluk, komünistlik hesabına bizi böyle işkencelerle ezmeye çalışmış. Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan[86] bu vatanda tezahüre başladığını gördüm.”[87] Demiştir. Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri’nin “Eski Dâhiliye Vekili, Şimdi Parti Kâtib-i Umûmîsi Hilmi Bey”e yazdığı mektupta onlara muarız olan cereyan için şu ikazları yapmıştır. “Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Ben dünya ve siyâsetin hâline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-ı îmâniye namına çıksaydı, birden sizi mağlûp ederdi.”[88]
Yine Emirdağ Lahikası mektuplarında “Evet, nurcular, siyâsetlerle alâkaları olmaz. Yalnız îmân hakîkatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyâseti dinsizliğe ve zındıkaya alet edenler, istibdad-ı mutlakla nurcuları ezdiler. İnşâallah, bir sebep çıkar (Haşiye) o istibdadı kıracak, masum ve mazlum nurcuları kurtaracak.”[89] İfadeleri yer alır. Bu çıkacak sebep için eklenen Haşiye’de ise “Demokrat çıktı, bir derece kırdı.”[90] ifadesi kullanılır. İşte bu zamandan sonra tekrar İslâmın hayat-ı içtimâîyesi ile ilgili içtimâî ve siyâsî vazîfeye bakılır ve şöyle denilir. “Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakîkatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyâsete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki, Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler.[91]” Böylece Bediüzzaman Hazretleri’ni “inşâallah, bir sebep çıkar” dediği “Bu hakîkat 1950 seçimlerinde tamamen tahakkuk etmiş, Bediüzzaman’ı yirmi beş sene bir istibdâd-ı mutlak ve eşedd-i zulüm ve müthiş işkenceler içinde bırakan din aleyhtarı eski hükûmet, büyük bir ekseriyet tarafından yıkılmış ve dinimizin üzerindeki zulüm ve istibdâdı kaldırmakta olan Demokrat Parti iktidara getirilmiştir.”[92]
Görüldüğü üzere Bediüzzaman Hazretleri’nin cümle vazâifinden birisi olan ve “vazîfe-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim. Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazîfeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”[93] dediği vazîfe, İslâmın hayat-ı içtimâîyesiyle münâsebettar olan içtimâî ve siyâsî vazîfedir ki; bu vazîfeyi de Risâle-i Nur’un tamamında müteferrik yerlerde Bediüzzaman Hazretleri tekemmül ettirmiştir. Madem Üstad Hazretleri “Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim! Bana yardım ediniz. Meselemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazîfelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım.”[94] demiştir. Siyâsî vazîfe için ise “Risâle-i Nur’un şakirdleri siyâsetten çekilmeleri ve karışmamaları çok isabetlidir. Ve vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları, elbette selef-i sâlihîn mücahidleri nazarıyla bakıyorlar. Umûmunuza binler selâm. Kardeşiniz Saîd Nursî”[95] diyerek “vazîfeli bir kısım Nurcuların siyâsete bakmalarına” izin vermiştir.
Öyleyse Bediüzzam Hazretleri’nin “İnşâallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.”[96] dediği hürriyetçi, ahrar ve demokratların tekrar yeniden iktidara gelmesi için vazîfemizi yapmalıyız. “Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfâatına kendimizi mecbûr biliyoruz.”[97] diyen Üstada sadakte demeliyiz. Nur Talebeleri Risâle-i Nur’dan aldıkları derslere istinaden Üstadları gibi davranarak, tekrar demokratlara nokta-i istinad olmaları, onların muzafferiyeti için duâ etmeleri, istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacak olan vazîfelerini onlara ihtar etmeleri, laubali kısmını ciddî ikaz etmeleri, ehl-i dini onların yardımına dâvet etmeleri gerekiyor. Hem demokratlar tekrar dirilmek için bir dane-i hak olan mesleklerini harekete geçirecek fıtrî meyelana geçmeleri mecburidir. Tutmuş oldukları doğru yolda sebat edip tekrar kuvve-i cazibe kazanarak, nokta-i istinad ve kuvve-i mânevîleri olan Nurcuların desteğini alarak vazîfelerine avdet etmelidirler.
7.Bediüzzaman’dan ezber bozan duruşlar
Bizler, içtimâî ve siyâsî hayatın çalkantılarında boğulmamak için Risâle-i Nur prensipleri doğrultusunda meşveret ile hareket ederek, harekâtımızı şahs-ı mânevî ruhu ile teyid edip yerine getiriyoruz. Neticesini de Rabbimize bırakıyoruz.
Öncelikle bir kaç sual ile girmek istiyorum? Üstad Bediüzzaman Hazretleri kendisini tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulunabilir mi? Kendisine işkence eden mübtedi’ ve kısmen münâfık baştaki insanların takip ettikleri siyâsete taraf olabilir mi? Ya da mübtedîlerin hükümetleri tarafında olabilir mi? Öncelikle bu suallerin cevabını almamız gerekiyor.
On Altıncı Lem’a’da “beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum.”[98] diyen Bediüzaman Hazretleri, ehl-i dünyanın lehinde bulunduğu bu fikir neticesinde “Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar.” diyor. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyâseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?”[99] dediklerini söylüyor. Çünkü bu duruş zahiren ezber bozuyor. Muhatapların hem hoşuna gitmiyor, hem de ters mantık ihtiva ediyor. Bunun sebebini yaşanan ahirzaman fitnelerine bağlayan Bediüzzaman Hazretleri “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyâset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.”[100] diyerek ahirzaman asrında hüküm süren özellikle dâhilî cereyanlara karşı nasıl bir metod takip edilmesi gerektiğinin prensiplerini gösteriyor.
Yine Bediüzzaman Hazretleri’ne “Niçin bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i mâneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyâsına ve bid’aların bir derece def’ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini duâ ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin hükûmetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.”[101] sualini sorduran sebep ve Üstadı bu noktaya sevk eden hadiseler nelerdir?
Biliyorsunuz Üstad Bediüzzaman Hazretleri Birinci Cihan Harbinin mağlûbiyetinin hikmetlerini Sünûhat Risâlesi’nde ayrıntısı ile yazar. Mânevî canipten gelen ihtâr ile Osmanlı’nın mağlûbiyetine sebep olan hikmetleri gösterir. Çünkü galip olsaydık bu rejim-i bid’akârâne mukaddes beldelere bizim elimizle kolayca teşmil edilecekti. Halbuki bu rejim-i bid’akârâne o mübârek beldelere girmemesi gerekiyor. Bu büyük hikmet için kader mağlûbiyetimize hükmeder. Mağlûbiyetin zahirî sebepleri ise üç erkân-ı îmâniyenin terkidir. Gelen musîbet bu ihmallerin keffaratü’l zünubu olur.
Bundan yirmi sene sonra, İkinci Cihan Harbine ise zahirde “bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i mâneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyâsına ve bid’aların bir derece def’ine medar olacağı halde,”[102] Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu noktalara bakmayarak şiddetle harp aleyhinde çıkıyor ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini duâ ediyor ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin hükûmetleri lehinde taraftar çıkıyor.
Pekâlâ, Bediüzzman Hazretleri bu duruşları niçin yapıyor? Bakınız bunun cevabı yine Risâle-i Nur’da var. “Yirmi sene evvel tab edilen Sünûhat Risâlesinde, hakîkatli bir rüyada, âlem-i İslâmın mukadderatını meşveret eden ruhânî bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o mânevî meclis demiş ki: “Bu Alman mağlûbiyetiyle neticelenen bu harpte Osmanlı Devletinin mağlûbiyetinin hikmeti nedir?”[103]
Cevaben Eski Said demiş ki: “Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslâm, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet-i İlâhiyeyle onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi.”
Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, “Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyâset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faydasız bir düşmânâ (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?” diye sual benden oldu.
Gelen cevap, manevî cânipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi sene evvel mânevî suale verdiğin cevap, senin bu sualine aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi, yine mimsiz medeniyet namına galibâne mümânâat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem-i İslâma, mevki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslâmın selâmeti için bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.”[104]
İşte cevap, işte melekût âleminden Üstad’a mânevî canipten gelen ihtârlar.
Şimdi zahire bakılırsa;
- Hem Üstad’a hem alâkadar olduğu çok kardeşlerine kavî bir ihtimalle ferah verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, Üstad o vaziyete hiç ehemmiyet vermiyor. Neden?
- Üstad’a işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyâsete Üstad ilişmiyor. Neden?
- İkinci Dünya Savaşı’na Üstad neden şiddetle harp aleyhinde çıkıyor ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini duâ ediyor ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin hükûmetleri lehinde taraftar çıkıyor?
- Yine İkinci Cihan Harbinde “giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyâset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken,” Üstad neden harbe girilmemesi cihetinde duâ ederek yukarıda sayılan zahiri fütuhatları görmüyor? Acaba görmüyor mu? Yoksa başka hikmetler mi var? Başka hikmetler olduğu uzun uzun Risâle-i Nur satırları arasında yer alıyor.
Öyleyse zahirde acele olarak elde edilecek olan fütuhat ve ferecin neticesi âlem-i İslâm için daha şiddetli musîbetlerin mukaddimesi olacağından Bediüzaman Hazretleri yine ezber bozan duruşlar sergilemiştir. Çünkü kendisine mânevî canipten gelen ihtârlar bu duruşları yapmayı zarûrî kılmaktadır.
Böylece biz Nur Talebeleri içtimâî ve siyâsî ahvâle yansıyan hadisat-ı âlemin satırları altında müstetir meselelerin sırrını Üstad Bediüzaman Hazretleri’nin ezber bozan duruşlarını mihenk alarak, bizlere Risâle-i Nur satırları içerisinde göstermiş olduğu prensipler doğrultusunda yerine getirmeye çalışıyoruz. İçtimâî ve siyâsî hayatın zahiren girift çalkantılarında boğulmamak ve yanlış basmamak için Risâle-i Nur prensipleri doğrultusunda meşveret ile hareket ederek, harekâtımızı şahs-ı mânevî ruhu ile teyid edip yerine getiriyoruz. Neticesini de Rabbimize bırakıyoruz. Tâ Üstad’ın zamanında zahirperestler Bediüzzaman Hazretleri’nin mânevî canipten gelen ihtârlar ile yaptığı ezber bozan duruşları anlayamayarak hayret içinde hayrette kalmışlarsa; aynen öyle de Bediüzzaman Hazretleri’nin mesleğinden zerre kadar inhiraf etmeyen Hakiki Nur Talebelerinin Üstâdlarından almış oldukları hakîkat dersleri ile ezber bozan duruşlar sergilemesi de şimdiki zahirperestleri hayret içinde hayrette bırakıyor.
Demek hakiki Nur Talebeleri doğru duruyor, hakkı tutuyor ve meşveret ile almış oldukları haklı kararlarının arkasında duruyorlar ki, bu duruş şimdiki zahirperestlerin ezberini bozuyor.
8.Risâle-i Nur’da Cumhuriyet ve Demokrasi
Bedîüzzamân Hazretleri Müceddid-i Âhirzaman olarak ümmetin bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek mes’eleleri ele almış ve vazîfesi gereği içtimâî ve siyâsî kavramları da hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde tefsir etmiştir. Asırlardan beri birikerek gelen fikir karmaşalarına son vermiş; dinin yüzlerce tılsımlarını keşfetmiş ve çözmüş; ümmete selâmet yolunu irâe etmiştir. Çünkü ahirzamanda gelecek olan müceddidin çok alanlarda vazîfesi vardır. Görüldüğü üzere Bediüzzaman Hazretleri’nin de Risâle-i Nur Külliyatı ile “siyâset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları[105] olmuştur. Bu cihetle günümüzde ekseriyetin din ve İslâmiyet hesabına çokça tartıştığı “Cumhuriyet ve Demokrasi” mes’elelerine de açıklamalar getirilmiş, gerekli izahlar yapılmıştır. Meselâ Bediüzzaman Hazretleri “Cumhuriyet, demokrat mânâsındaki meşrûtiyet“[106] diyerek bu kelimeleri eş anlamda kullanmıştır. Ayrıca ”Tebedül-ü esmâ ile hakâik tebeddül etmez[107] prensibi gereği kavramların isim ve resmine değil, mânâsına ve tatbikatına göre değerlendirmiş ve öyle kıymet vermiştir.
Demokrasi ve Demokratlık bir din veya dindârlık değildir. Bir dünya görüşü ve dünyevî bir sistemin adıdır. Demokratlığın en mümeyyiz sıfatı hürriyetçi olunması ve çimento gibi vazîfe yapmasıdır. Nasıl ki çimento farklı renk ve büyüklükteki çakıl taşlarını, kum zerrelerini ayrıştırmadan birleştiriyor ise; demokratlık fikri de milletin bütün unsurlarını ve tabakalarını kaynaştırır ve ortak noktalarda birleşmesini sağlar. İnsan hak ve hürriyetlerine çalışmak, hukukun üstünlüğünü esâs almak, kânun hâkimiyeti te’sis etmek, adâlet ve hakkaniyete hizmet etmek demokratlığın en mümeyyiz sıfatlarındandır. Çünkü “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.”[108] “Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.” Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kànun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kànunda olmazsa şahsa geçer. İstibdâd, mutlak keyfî olur.”[109] “Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kànunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.[110] Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve kànun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kànunda cem-i kuvvet,[111] cumhuriyet ve demokrat mânâlarını izah etmeye yeterli açıklamalardır.
Bediüzzaman Hazretleri cumhuriyet hükûmetini şu şekilde telakki etmiştir: “Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir. Ve madem hükûmet ise cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir. Elbette hakikî ve kat’î ve reddedilmez kanâat-i ilmîyeyi ve efkâr-ı saibeyi, asayişe dokunmamak şartıyla, cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdâd altına alamaz ve onu bir suç tanımaz.”[112] Ayrıca “Hürriyetin en geniş sûretini veren; hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden cumhuriyet hükûmeti;[113] hem madem, lâik cumhuriyet cihetiyle ve prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindârlara dahi bahanelerle ilişmemek gerektir. Bu hürriyet-i ilmiye, Cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınmaz.”[114]
Nasıl ki hükûmet-i Cumhuriye “dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindârlara da, dindârlıkları için ilişmemesi o prensibin icabatındandır. Öyle de, ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olan hükûmet-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden gizli menfi komitelerden tefrik ediyorum. Hükûmetin onlardan uzak olduğunu iddia ediyorum, o entrikacılarla bazan mübareze ediyorum. Evet, hükûmet-i Cumhuriye, o gizli müfsidlerin vatana ve millete muzır efkârlarını elbette terviç etmez ve taraftar olamaz. Ve bilse, men etmek, Cumhuriyet kànunlarının muktezasıdır. Ve öyle müfsidlere hükûmet hesabına taraftarlık ile, Cumhuriyetin esaslı prensiplerine zıddı zıddına gidemez. Hükûmet-i Cumhuriye, bizimle o müfsitlerin mabeyninde hakem hükmünü alsın. Hangimiz zâlim ise ve tecavüz ediyorsa, o vakit o hakem, hükmünü versin ve hâkimlik noktasında hükmünü icra etsin.[115]” Görüldüğü üzere Bediüzzaman Hazretleri Cumhuriyet hakkındaki fikirlerini gayet net olarak açıklamış ve hükümet-i cumhuriyenin kâmil mânâda mânâsını tatbikatçılara ihtâr etmiştir.
Ancak Bediüzzaman Hazretleri Cumhuriyeti isim ve resimden ibaret kabul etmez ve “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.” diyenlere mânâ-i cumhuriyeti şu şekilde ta’rif eder: “Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahâbe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakîkat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindâr cumhuriyetin reisleri idiler.”[116] Hatta yanlış tatbikat yapanlara karşı da şu veciz ifadelerle tepkisini göstermiştir: “İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefâhet-i mutlaka medeniyet nâmını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kànun nâmını vermek hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle mânâsız meşgul eylediler.[117]”
Risâle-i Nur Külliyatı’nda Demokrasi hakkında da tarifler ve açıklamalar vardır. Bu açıklamalar daha çok Bediüzzaman Hazretleri’nin talebeleri tarafından yapılmış olup, O’nun tashîhatından geçen eserlere girmiştir. İlgili izahlar şöyledir: “Demokrasi devrinde ve din hürriyetine müsaade edildiği bu zamanda”[118]; Adâlet-i kànun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla; hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kànunları”[119] denilerek, demokrasi tarifinin en güzel izahı Risâle-i Nur Külliyatı’nda yerini almıştır. Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri’nin Avukatlığını yapmış olan Avukat Mihri Helâv müdafâasında “Filhakika, müvekkilim, bütün milletle beraber istibdada karşı mücadele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husule gelen muvaffakiyetten dolayı da memnun olmuştur.”[120] ifadesine yer vermiş olup bu savunma Tarihçe-i Hayat’a eklenmiştir. Bediüzzaman Hazretleri’nin müstesna talebelerinden olan merhum Zübeyir Gündüzalp’te Ankara Üniversitesinde okunan bir konferansında “Bu feci hâlin böyle olduğunu, demokrasinin memleketimizde şu yıllarda gelişmeye başlaması sayesinde anlamış bulunuyoruz.[121]” ifadesi vardır. Görüldüğü üzere Demokrasi ve Demokratlık Risâle-i Nur eserlerinden yer almış olup tarif ve taltifatları yapılmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri “Madem cumhuriyet idaresinde kànun herşeyin fevkindedir ve onun hükmü câri olur.”[122] diyerek kànun hâkimiyetinin cumhuriyet idaresinde cari olduğunu nazar-ı dikkatlere sunmuştur.
Siyâset-i âliye-i İslâmiye
Bediüzzaman Hazretleri “Benim hakîkî vazîfem, neşr-i esrâr-ı Kur’âniyedir.”[123] der ve “Bu memleketle, hamiyet-i İslâmiye noktasından alâkadarım.”[124] tespitini aktarır. Bu vazîfedârlık ise “Evet, bu zamanda hem imân ve din, hem hayat-ı içtimâî ve şerîat, hem hukuk-u âmme ve siyâset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli bir müceddid ister.”[125] şeklindedir. “Diğer yandan Şam’da allâmelere, siyâset-i İslâmiye noktasında en keskin ve isabetli görüş ve teşhislerle Müslümanların terakki ve kemalâtının esaslarını tespit edip üç yüz elli milyon Müslümanın saadetinin fecr-i sadıkını haber veriyordu. ”[126]
O halde âlem-i İslâm’ın müstakil bir siyâset-i İslâmiyeyi ta’kib etmesi için, yaşadıkları bu ahirzaman asrında içtimâî ve siyâsî hastalıklarının ilâcını bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimâîyemize eczahane-i Kur’âniye’den alınan dersleri tiryak misal istimal etmeleri gerekmektedir. Risâle-i Nur’da tespit edilen hastalıklara çare olacak olan tedâvî yollarına bigâne kalınmamalıdır.
Bediüzzaman Hazretleri bizim kanâatimiz ve çok delillerle müceddid-i ahirzamandır. Müceddid-i ahirzaman olan bir Zatın ahirzamanda muntazır kalınan ve asırlardır ümmetin beklediği Mehdi-i Âzam unvanına sahip olması zaruretinden dolayı; siyâset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âleminde ve hayatın tüm alanlarında vazifeli olduğu bilinmektedir.[127] Bu cihetle Bediüzzaman Hazretleri “İslâm’ın hayat-ı içtimâiyesiyle” de münasebattâr ve o alandan da vazifelidir.[128] Ümmetin ve insanlığın içtimâî ve siyâsî hayatına taalluk eden noktaları Kur’ân ve sünnetten ortaya koymuştur. Bediüzzaman Hazretleri bu vazifeyi hem Eski Saîd devresinde, hem de 1949’dan sonraki Üçüncü Saîd[129] Devresinde yapmış ve “Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanâatim geldi.”[130] diyerek “Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğu” içtimâî ve siyâsî vazifenin de yapılması zaruretini dile getirmiştir. Böylece Eski Saîd Dönemi’nden sonra Üçüncü Saîd Dönemi’nde de siyâsete bakma zaruretini Emirdağ Lahikası-II mektuplarının birisinde şöyle ifade etmiştir.“Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakîkatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyâsete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu.”[131]
Şimdi hakîkat-i hâl böyle iken Risâle-i Nur bizim hem itikâdî, hem îmânî, hem İslâmi, hem de içtimâî ve siyâsî bütün ihtiyaçlarımıza cevap verecek durumda ve konumda bir eserdir. Bediüzzaman Hazretleri Kur’ân ve sünnetten dinin ruh-u aslîsini muhafaza ederek yeni izah ve ikna yollarıyla müceddidlik vazifesini bihakkın deruhte etmiştir. Bu cihetle Risâle-i Nur Külliyatı özelde ümmetin, genelde ise insanlığın ihtiyacı olan bütün suallerine cevap verecek eserler durumundadır. Risâle-i Nur eserleri bizim itikadî, imânî, İslâmi suallerimize cevap verdiği halde; akıl, kalb ve ruhumuzun ihtiyacı olan müşkülleri cevaplayıp, içitimâî ve siyâsî suallerimize cevap vermez ise, o zaman Bediüzzaman Hazretler’nin müceddid-i ahirzaman olma hususiyeti tartışılmaya başlar. Hâlbuki Bediüzzaman Hazretleri “Evet, Risâletü’n-Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir.”[132] “Hakaik-ı âliye-i îmâniyeyi tamamıyla Risâle-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok.”[133] “Risâletü’n-Nur, hakaik-ı İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor; başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.”[134] “Çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-i îmâniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz”[135] Demektedir. Öyleyse Risâle-i Nur Külliyatı bir bütün olarak ele alındığında ihtiyaçlarımıza cevap verecek mahiyette eserlerdir. “Yalnız bazen izah ve tafsile muhtaç kalmış.”[136] Diyen Üstad “Sizin vazifeniz devam ediyor.”[137] diyerek Risâle-i Nur’un müteferrik yerlerine dağıtılmış meselelerin bir araya getirilmesi vazifesini “Risâle-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyâr ve zaif bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Saîd’leri içinizde bulmuş ve bulacak.”[138] Diyerek yapmamız gereken şerh, izah, tanzim vb vazifelerin devam etmesi gerektiğini söylemiştir. Bizler de bu vazife gereğince Risâle-i Nur’un müteferrik yerlerine derc edilen siyâsî ve içtimâî mevzuları da toparlayarak İslâm’ın yüksek siyâseti olan siyâset-i âliye İslâmiye prensiplerini ümmetin önüne koymaya çalışmalıyız.
İslâm’ın yüksek siyasetini de asrımızın gündemine taşıyan Bediüzzaman Hazretleri müceddid-i ahirzaman olarak “Siyâset-i âliye-i İslâmiye” prensiplerini de Risâle-i Nur’da ortaya koymuştur. Böylece ümmetin istikbale ait çıkış reçetesini hem itikadî, hem imânî, hem islâmî, hem de içtimâî ve siyâsî olarak Kurân ve sünnetten ilhâmen tefsir etmiştir. Böyle bir reçeteyi tatbik etmemek kâr-ı akıl değildir. Ümmete bedeller ödetmektir. Ancak Risâle-i Nur’da her meseleyi kendi konumu ve durumu çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Risâle-i Nur’dan şu mühim noktayı nazar-ı dikkatten kaçırmamak gerekir. “İmâna nispeten ancak onuncu derecede bulunan siyâset-i İslâmiye”[139]yi kendi makamında ve konumunda değerlendirmek lâzımdır. Çünkü Risâle-i Nur’da yer alan her mesele kendi makamında bir riyasete sahiptir. Bu sırdan dolayı “Risâletü’n-Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Her birinin, kendi makamında riyaseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i mânevîye-i Kur’âniyedir.”[140] Öyleyse Risâle-i Nur’da yerini ve izahını alan “siyâset-i âliye-i İslâmiye” de kendi makamında ehemmiyetlidir. Bundan dolayıdır ki Sözler’in kendi makamındaki riyaseti ile Münâzarât’ın kendi makamındaki riyasetini karıştırmamak gerekir. Çünkü Münâzarât “Siyâset tabiblerine, teşhis-i illete dâir hizmet ile muvazzaftır.”[141] Bundan dolayıdır ki Risâle-i Nur’da hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmet olan İslâm’ın yüksek siyâsetinin prensipleri de vaaz edilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri ”Neden en ulvî hakaik-i diniyeyle beraber bazı mesâil-i siyâsiyeyi de kitablarında derc ediyorsun.” Sualine karşı “Çocuğa ilacı içirmek için bir şekerleme gösterilir. Tâ ki o da ağzını açar, ilacı o vasıta ile içirir. Efkâr-ı amme de siyâset için ağzını açmış, ben de tiryakı içirmek için siyâseti de zikrettim.”[142] cevabını vermiştir. Bu muknî cevap Risâle-i Nur’da izahını ve yerini alan siyasetteki muktesit meslek olarak tarif edilen “siyâset-i âliye-i İslâmiye”dir. Bediüzzaman Hazretleri müceddid-i ahirzaman olarak İslâm’ın yüksek siyasetinin tecdidini de yapmıştır. Ümmete içtimâî ve siyâsî noktada da çıkış reçetesini eczane-i Kur’âniyeden ortaya koymuştur. Bu Kur’âni reçeteye ümmet-i Muhammedi(asm)’yenin şiddetle ihtiyacı vardır.
Ancak şu noktayı da unutmamak gerekir. Hâdisât-ı âleme sadece siyâset nazarıyla bakılmamalıdır. Nur-u imânın dikkatiyle bakılmalıdır ki aldanılmasın. Üstadın Eski Said devresinde yaşadığı şu hadise buna kuvvetli bir delildir. “Eski Saîd bir hiss-i kablelvuku ile, iki acip hâdiseyi hissetmiş, fakat rüya-i sâdıka gibi tabire muhtaçmış. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah bir şeye bakılırsa, kırmızı görünür; o da siyâset-i İslâmiye perdesiyle o hakîkate bakmış. Hakîkatin sureti bir derece şeklini değiştirmiş.”[143] Çünkü “siyâset perdesi başka renk verebilir.”[144] Böylece siyaset cazibesi insanı aldatabilir ve en önemlisi de siyaset ihlâsı kırar. Öyleyse hakîkatin suretinin değişmemesi için Risâle-i Nur’da bahsedilen kâinatta en büyük mesele, vazîfe ve hizmet olan hakaik-i îmâniye prensipleriyle hadiselere bakılması hakîkatine yapışmak lâzımdır. Yani siyâset-i İslâmiyeyi de hakaik-i îmâniye ve Kur’âniyeye vesile yapmak mânâsında deruhte edilecek bir vazife olarak görmek icab eder. Yoksa “bir kısım dindâr ehl-i siyâsetin, dini siyâset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmaları”[145]gibi bir cinayet işlenmiş olur. Halbuki dini siyâsete “alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”[146]
Bediüzzaman Hazretleri 1911 senesinde Şam’da allâmelere ve on bin kişilik bir cemâate Şam Emevi Camii’inde, siyâset-i İslâmiye noktasında en keskin ve isabetli görüş ve teşhislerini bir hutbe ile irad etmiştir. Hem “Eski Saîd siyâsetle, içtimâiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır.”[147] “Eski Saîd, Nur’un parlak hasiyetinden gelen kuvvetli ümit ve tam teselli ile siyâseti İslâmiyete alet yaparak”[148]çalışmıştır. “Fakat, sakın zannetmeyiniz ki; O, dini siyâsete alet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ! Belki, O bütün kuvvetiyle siyâseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: “dinin bir hakîkatini bin siyâsete tercih ederim.”[149] Yine Hutbe-i Şamiye eserinde talebelerinin “Âlem-i İslâmdaki siyâset-i İslâmiyeye dair üstadımızdan bir ders almak isterdik.”[150] Dediği görülmektedir. Böylece siyâset-i İslâmiyeye dair ders vazifesini Hutbe-i Şamiye eserinin yaptığı şöyle beyan edilir. “Hâlbuki, (Üstad)otuz beş seneden beri siyâseti terk ettiğinden, Eski Saîd’in siyâset-i İslâmiyeye temas eden bu Hutbe-i Şamiye tercümesi, Eski Saîd hesabına bir derstir.”[151] Şeklinde ifade edilir. Böylece Eski Saîd Eserleri hem “Siyâset tabiblerine, teşhis-i illete dâir hizmet ile muvazzaf”[152], hem de “siyâset-i İslâmiyeye temas eden”[153] dersler olduğu anlaşılmış olur. Zaten Fihrist Risalesi’nde siyaset âlemindeki vazife için “Siyaset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umûmînin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.”[154]denilmektedir. Bu zaman dilimi Bediüzaman Hazretleri’nin 1907’de İstanbul’a gidip 1920 yıllarına kadar geçen süre olan Eski Said devresine tekabül etmektedir. Demek ki Eski Said, siyaset âlemindeki vazife olan “İslâm’ın hayat-ı içtimâiyesiyle” de münasebattârdır.
Netice olarak; Âlem-i İslâm’ın, Risâle-i Nur’da tespit edilen siyâset-i âliye-i İslâmiye noktasında ihmal ettiği vazifenin bedeli “düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti”[155]ği hakîkati çok acı bir şekilde müşahede ediliyor. Bu ihmaldendir ki,”İslâmlar, sırf siyâset-i ecanip altındadırlar.”[156] Çare tekrâr Risale-i Nur’daki Kur’ânî prensiplere sarılmak ve hayata şamil olan hakikatleri tatbikata sokmaktır.
Siyâset-i âliye-i İslâmiye’nin esasları
Siyâset-i âliye-i İslâmiye, İslâm’ın âli ve yüksek siyasetini ihtiva eder. Pratikte uygulanan ve sû-i istimâllere müsait olan nâkıs ve kusurlu bir siyaset değildir. Hele hele tarafgirâne ve tassubâne tatbik edilen veya ülfet peyda edilmiş olan günlük menfaat üzerine çarhı kurulmuş olan canavar siyaset hiç değildir. Siyâset-i âliye-i İslâmiye, Bediüzzaman Hazretleri’nin müceddid-i ahirzaman olarak “siyâset âlemindeki”[157] vazifesine bakar. Bu vazife için Fihrist Risalesi’nde Bediüzzaman Hazretleri’nin tarihçe-i hayatı için “Siyaset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umûmînin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.”[158]şeklinde ifade edildiğini görüyoruz. Ayrıca siyâset-i âliye-i İslâmiye vazifesi için Bediüzzaman Hazretleri’nin “İslâm’ın hayat-ı içtimâiyesiyle” [159]de münasebattâr ve o alandan da vazifeli olduğu açıkça ifade edilir. Bediüzzaman Hazretleri “Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanâatim geldi.”[160]diyerek Yeni Said Devresi’nde çok hikmete binâen bakılmayan “vatan ve millet ve din namına mükellef” olunan vazifenin “siyâset-i âliye-i İslâmiyeye” bakan bir vazife olduğunu anlıyoruz. Öyleyse âlem-i İslâm’ın şeriat-ı İslâmiyeye istinad eden ve ölçüleri Kur’ân ve sünnetten alınmış müstakil, âli ve yüksek bir siyaseti temsil eden “siyâset-i âliye-i İslâmiye” prensipleri Risale-i Nur’da münderiçtir. Bizim de “siyâset-i âliye-i İslâmiye”den kastımız bu mânâlardır.
Siyâset-i âliye-i İslâmiye prensiplerinin içtimâî ve siyâsî hayata tatbik edilmesine nur talebeleri siyasallaşarak veya parti kurarak, devlet idaresine talip olmak manasında katılmazlar. Aktif siyasetten dâvâları adına kaçarlar. Çünkü Risale-i Nur hakikatleri Siyâset-i âliye-i İslâmiyeye dahi alet edilemez! Bu nokta dinin ve din düsturlarının siyasete alet edilemeyeceği hakikatidir. Bundan başka nur talebeleri asayişi bozmazlar ve idareye karışmazlar. Dini siyasete asla alet etmezler, alet edenleri de asla tasvip etmezler ve desteklemezler. Mümkünse siyaseti ve siyasetçiyi dine alet ve dost yapmaya çalışırlar. Siyâset-i âliye-i İslâmiye prensiplerinin hayata tatbikatını ise ehline bırakır, onlara bu prensipleri ihtar ve talim ederler. Bir nevi taallüm-ü siyaset yaparlar. Şahsıların kendi hesabına siyasete girmelerine cevaz verildiğini, ancak nurlar namına siyasete girilemeyeceğini bilirler. ”Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidinden, Selef-i Salihinden başka, siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar.”[161] Prensibini bilirler ve “maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer”[162] diye siyaseti asli olarak yapanlarda dinin ikinci ve üçüncü dereceye düşeceğini, bir nevi dünyaya ve siyasete tabi ve alet olacağını bildiklerinden bu yolu tercih edenleri tasvip etmezler. Haklı tarafa ve ahrarların devamı konumunda bulunan demokratlara nokta-i istinad olurlar. Hürriyet-i şer’iyenin tesisinde ve istibdad-ı mutlakın kırılmasında demokratlar ile müttefiktirler. Adale-i hakikiye olan adalet-i mahzanın tesisini ders verirler. Müspet hareket ederler, vazifelerini yapıp, vazife-i ilâhiyeye karışmazlar.
Siyâset-i âliye-i İslâmiyenin prensiplerini zaten İslâm şeriatı ortaya koymuştur. Çünkü “şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-i esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülâhhastır.”[163] Şeriat-ı İslâmiye aynı zamanda “…siyasetü’l-medeniye, nizamatü’l-âlem, hukuk, muamelât, adab-ı içtimaiye, vesaire vesaire gibi ulûm ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi”[164]dir. Bu prensiplerin içtimâî ve siyâsî hayata taalluk eden noktalarını Bediüzzaman Hazretleri büyük bir vazife olarak addetmiş ve Risale-i Nur’a derç etmiştir. Bu prensipler ve esaslar siyâset-i âliye-i İslâmiyenin müsbet esaslarıdır. Bu esasları ekser olarak Eski Said Dönemi eserleri ihtiva ettiği gibi, Risale-i Nur’un muhtelif eserlerinde de bulmak mümkündür. Özellikle hayata tatbikat noktasında Emirdağ Lahikası’nda önemli ölçüler verilmiştir.
Mesela “Şeriat da yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir; yüzde bir nispetinde siyâsete mütealliktir, onu da ulülemirlerimiz düşünsünler.”[165] Denilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri’nin Divan-ı Harb-i Örfi eserinde şeriat da yüzde bir nispetinde siyâsete müteallik olan kısmı ile ilgili vermiş olduğu oran, günlük tarafgirane ve taassubane işleyen menfî siyâset ölçüsü olmasa gerek. Çünkü Şeriat, arızalı ve zararlı olan içtimâî ve siyâsî prensiplerden beri ve paktır. Öyleyse şeriatın tarif ettiği yüzde bir nispetindeki siyâset, siyâset-i âliye-i İslâmiyeye bakan noktalardır. Bu noktalar cumhuriyet, demokrat manasında meşrutiyet, adalet(adalet-i hakikiye), hürriyet(hürriyet-i şer’iye) ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibaret olan siyâset-i âliye-i İslâmiyenin esaslarıdır. Bu esaslar Risale-i Nur’da tarif edilmiş ve tatbikatının şartları için de çalışılmıştır. Bu tarifler müstakil olarak siyâset-i âliye-i İslâmiyeyi ihtiva eder. Ahirzamanda hükmeden ve Bediüzzaman Hazretleri’nin şeytandan kaçar gibi kaçtığı şerli ve menfî olarak tarif ettiği siyaset değildir.
Bediüzzaman Hazretleri siyâset-i âliye-i İslâmiyenin müsbet esaslarını Risâle-i Nur’da ihtiyacımız miktarınca izah etmiştir. Öncelikle “siyâsetteki muktesit mesleği”[166]ümmet-i Muhammed(asm)’e bir ders-i hakîkat olarak göstermiştir. Maide sûresinde ”Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse….”[167] ayet-i kerimesini tefsir etmiş ve “menlemyehkum(Kim hükmetmezse…)”un mânâ olarak “menlemyusaddıg(Kim tasdik etmezse…)”[168] mânâsında olduğunu ifade etmiştir. Bu nokta Risâle-i Nur’un tebliğ ve irşad metodunu net olarak ortaya koyması açısından mühimdir. Böylece Risâle-i Nur metodunun, “bir kısım dindâr ehl-i siyâset”[169] metodundan ayrı bir ekol ve tarz olduğu anlaşılmış olur. Bu farklı noktayı Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahikası’nda şöyle ifade etmiştir. ”Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahitler îmân hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruhucanımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat siyâset noktasında değil.”[170] Böylece Eşref Edip gibi mücahitlerle îmân noktasında kardeş olunduğu söylendiği halde, bu kardeşliğin siyâset noktasında devam etmediği açık olarak ifade edilmiştir. Demek ki siyâset noktasında metod olarak tepeden inmeci, devleti ve bürokrasiyi önceleyen topuz metodu ile hareket edilemeyeceği nazar-ı dikkatlere gösterilmiş olur. Çünkü topuz metodunun bu zamanda kalbi ıslah etmeyeceği aşikârdır. “Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez.”[171]ifadesi bu noktaya bakar. Önce îmân temelli bir irşad ve ihya hareketinden sonra, fıtrî tekâmül sırrıyla hayat ve şeriat daireleri tatbik edilebilir. “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, îmânlar kurtulsun.”[172] Asr-ı saadette Peygamber Efendimiz(asm)’in metodu olan sünnetullah yolu da böyledir. Bu fıtrî tekâmül metodu ve yolu atlanmamalıdır. Eğer sünnetullaha mürâat edilmez ise, fıtrat fıtrî olmayan teşebbüsleri ve fiilleri red eder. Çünkü “Hayatı içtimâîye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-i fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”[173] Öyleyse “Hem nur, hem topuz; ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyâset topuzu(devlete talip olarak siyâsetle dine hizmet etme yolu ve metodu, İslâmı siyasallaştırma yolu) ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.”[174]
Bediüzzaman Hazretleri hem nur, hem de topuz(siyasallaşma) ile hareket edenler için şu Kur’ânî prensipleri ibret-i âlem olarak ifade ediyor. “Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Hâlbuki, o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı, hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa(siyâset), hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, “Acaba nurla beni celp edip, topuzla(siyâsetle) dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazen arızalarla topuz(siyaset) kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.”[175] Öyleyse Kur’ân’ın müsbet içtimâî ve siyâsî düsturlarını ve prensiplerini de Risâle-i Nur izah ve ispat etmiştir. Risâle-i Nur bütünü ile nurdur ve nurânî bir hizmettir. Risâle-i Nur’un içtimâî ve siyâsî düsturları da nur olduğu için(Risâle-i Nur’a derç edildiğinden) devlete talip olan ve ikdidâr odaklı topuz metodu ile iltibas edilmemelidir.
Hem Bediüzzaman Hazretleri “Dokuz on sene evveldeki Eski Saîd, bir miktar siyâsete girdi. Belki siyâset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nispeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur.”[176] tespitini aktarmıştır. Böylece ahirzaman cereyanlarının tatbikatı zamanında, siyâset o cereyanların en mergup bir metası ve vasıtası durumundadır. Hem o yol, bu zamanda ‘meşkûk ve müşkülâtlı’dır. “Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olmak ihtimali var.”[177]dır. Öyleyse bu kadar tehlikeli ve hatalı bir yol olan topuz metodunu ehl-i İslâm “dine ve ilme hizmet” etme metodu olarak istimal etmemelidir. Edildiği takdirde sünnetullah ve adetullaha aykırı davranılmış olunacak, ümmet çıkılmaz sokaklara sokularak bedeller ödemek durumunda bırakılacaktır.
Siyâset-i âliye-i İslâmiyenin müsbet esaslarının bir diğeri de siyâseti ve siyâsetçileri dine dost ve taraftar yapmaktır. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri Eski ve Üçüncü Saîd devrelerinde “bütün kuvvetiyle siyâseti dine alet ediyormuş.”[178] “Evet, biz dini siyâsete âlet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyâseti mutaassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı, bizim siyâsete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman,[179] vazîfemiz siyâseti dine âlet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun. Elhasıl: Bize işkence edenlere, siyâseti asabiyetle dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, biz de siyâseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saadetine çalışmışız.”[180]
Velhasıl: Siyâset-i âliye-i İslâmiye ile hareket edenlerde “muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı.”[181]dır. “Muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye” olanlar hata da etse affedilir. Ancak “Muharrik ve müreccih tarafgirlik ve siyâsetçilik ise tehlikelidir.” [182] Bediüzzaman Hazretleri “Sakın kardaşlarım! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyâsetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye bütün siyâsatın fevkindedir. Bütün siyâsetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyâsetin haddi değil ki, İslâmiyet’i kendine alet etsin.”[183] Demiştir.
Menfî siyâsetten istifade zannı
Menfî siyâset ta’biri Bediüüzzaman Hazretleri’ne ait bir tespittir. O,“Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyâset namına istifade edildi zannıyla, şeriata gelen tecavüzü gördünüz.”[184] diyerek menfî siyâsetin şerîata verdiği zararı ifade etmiştir. Buradan anladığımız şudur: Menfî siyâsetin tatbikatı, dinin dâhilde menfî tarzda istimal edilmesidir. Otuz sene halife olan Zat ise, merhum Şevketli Sultan ve Veli Padişah olan II. Abdülhamid Han’dır.
Bediüzzaman Hazretleri Abdülhamid Han’ın şerîat nâmına istimâl ettiği zayıf istibdad idaresini menfî siyâset olarak addeder. Burada Bediüzzaman Hazretleri’nin mazlum padişah, şevketli sultan ve veli zat olarak tavsif ettiği merhum Sultan Abdülhamid Han ile ilgili değerlendirmelerine kısaca temas edelim.
Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid Han Hazretleri’ni iki cihetle değerlendirdiğini görüyoruz. Birinci ciheti; Sultan Abdülhamid Hân mazlum padişah, şevketli sultan ve şahsen velî bir zattır. Ancak; “Din dâhilde menfi tarzda istimâl edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyâset nâmına istifâde edildi zannıyla şerîata gelen tecavüzü gördünüz.”[185]diyerek şerîatı zayıf istibdâd şeklinde tatbîk etmeye kendini mecbûr bilmesi, dolayısıyla da bu vaziyetin içtimâî ve siyâsî kusûr işlemeyi netice verdiği görülüyor. Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid’in şahsi faziletini değil; O’nun döneminde uygulanan menfî siyâseti tahlil ve tenkit etmiştir. Bu tenkit “Saik-i tenkit, aşk-ı hak ve arzu-i tenzih-i hakîkat olmalı. (Selef-i salihînin tenkitleri gibi.)”[186] sınıfına dahil olan müspet tenkittir. Çünkü “Tenkidi eğer insaf işletirse, hakîkati rendeçler(parlatır); eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar.”[187] Onun için de Bediüzzaman Hazretleri’nin Sultan Abdülhamin Han Hazretleri için yapmış olduğu tenkidi “aşk-ı hak ve arzu-i tenzih-i hakîkat”uğruna yaptığını ve bu tenkidin hakîkati rendeçleme(parlatma) maksadının olduğunu görmek ve kabul etmek lâzımdır. Bunların dışındaki değerlendirmeler ifrat ve tefrittir. Dikkat-i nazara alınmamalıdır.
Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri’nin şu tasnîfi de yaptığını görüyoruz. Bir zat şahsen velî ve çok sâlih olabilir. Ancak bu hâl, o zatın hayatının başka alanlarında kusûrlu olamayacağı mânâsına gelmez. Demek ki bir insan şahsen fazîletli olabileceği gibi, o fazîleti onun hiç kusûr işlemeyeceği anlamını taşımaz. Ya da bir zatın içtimâî hayatta kusûr işlemesi, o zatın şahsî fazîletine zarar vermez ve onu makâmından sükût ettirmez. Öyleyse şöyle diyebiliriz: Sultan Abdülhamid Han, şahsî fazîlet itibârıyla veli bir zat idi, ancak içtimâî ve sosyal hayatta özellikle mecbûriyet tahtında içtimâî ve siyâsî kusûr işlemeye mecbur oldu. Bu kusura Bediüzzaman Hazretleri şöyle temas eder: “Sabık Sultan Merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sabık içtimâî kusurâtını derk ile nedâmet ederek kabûl-i nasihâte istidat kesbetmiş…”[188] diyerek O’na bazı nasihatlerde bulunmuştur.
Bedîüzzamân Hazretleri hiçbir meseleye toptancı yaklaşmaz. İnsaf düstûru ve hakperestlik onun vazgeçilmez şer’î ölçüleridir. Bedîüzzamân Hazretleri kimden gelirse gelsin mutlaka hatâları “aşk-ı hak ve arzu-i tenzih-i hakîkat” namına söylemiştir. Yaşadığı zamanda Sultan Abdülhamin Han Hazretleri hakkında ifrat derecede yapılan hücumları da kabul etmemiş ve bu hücumların hedefinin hata olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bu noktaya işaret eden yer Kastamonu Lahikası’nda şöyle ifade edilir: “Eski Saîd, bazı dâhî siyasî insanlar ve harika ediblerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip, ona karşı cephe almışlardı.[189] O hiss-i kablelvuku tabir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zayıf ve ismî bir istibdat görüp, ona karşı hücum gösteriyorlardı. Hâlbuki, onlara dehşet veren, çok zaman sonra gelecek olan istibdatların zayıf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hata.”[190]dır.
Burada Eski Saîd “bazı dâhî siyasî insanlar ve harîka edibler”den farklı olarak hissedilen ve tatbikatı görülen “o müthiş istibdat-ı acibeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp, öylece çalışmış.[191]”tır. Bu mânâda gelen şu kısım da çok manidârdır: “Üstadımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki hürriyet-i şer’iyeyi sena etmiş, nutukları ile halkları o hürriyete davet etmiş ve hürriyet-i şer’iyeye muhalif olanlara demiş ki: “Eğer şeriat dairesinde olmazsa, istibdat namını verdiğiniz, bir şahsın mecburî, cüz’î ve hafif istibdadı(Sultan Abdülhamid’in şeriat namına tatbik ettiği mecburî, cüz’î ve hafif istibdatı), pek şiddetli bir istibdad-ı küllî olup inkısam edecek. Herkes, bir nevi müstebit olur. İstibdad-ı mutlak çıkar. Binler istibdat hükmüne dönecek, yani hürriyet ölecek, bir istibdad-ı mutlak çıkacak.”[192]
Bundan başka Bediüzzaman Hazretleri Sultan Abdülhamid Han Hazretleri’ni “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamberi”[193] diye de tavsif etmiştir. Ayrıca O’nun zamanında uygulanan idarî siyâset için “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdad”[194]şeklinde ifade edilmiştir. “Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın (Sultan Abdülhamid’in) yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün; Ne mümkün zulm ile bidad ile imhay-ı hürriyet Çalış, idraki kaldır, muktedirsen ademiyyetten.”[195] ifadesine muhatap olmaması gerektiğini beyan etmiştir.
Menfî siyâsetin mâhiyeti
Risâle-i Nur, aktif ve filli siyâsete karışmamayı, idareye ve asayişe ilişmemeyi net olarak ders verir. Daha doğrusu aslî olarak dünyevî işlere müdahil olmaz, talebelerini de dünya cereyanlarına(husûsan dâhilî ve hâricî cereyanlara ve siyâsetli cemaatlere) dâhil olmamaları konusunda ciddi ikaz eder. Nur talebeleri dünyaya ve içtimâî hayata da imân ve Kur’ân hesabına bakar. Risâle-i Nur’un ve talebelerinin gayesi, ümmet-i Muhammed’in(asm) imân-ı tahkiki kılıcı ile imanlarının kurtuluşuna çalışmak ve onları sahil-i selâmete ulaştırmaktır. Ancak Risâle-i Nur, ümmet-i Muhammed’in(asm) kıyamete kadar bâkî, uhrevî ve dünyevî ihtiyaçlarına Kur’ânî prensipler vazeder. Bu prensiplerin müspet siyâsete temâs eden noktalarını ehline havale ederek, o prensiplerin tâlim ve tâallümüne çalışır. Bu noktalar bir nevi ilm-i siyâsete temas eden tâallüm-ü siyâsettir ki, Risale-i Nur’da tespit edilen menfî siyâsetten terfik edilmelidir. Bediüzzaman talebelerinden de ehil olup aktif siyâsete girmek isteyenlere bu yolu tercih etmelerine ruhsat verir.”Siyâset hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler; Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.” Der. Ancak “Nurlar namına” kesinlikle izin vermez. Çünkü “Nurların intişarı namına” siyâsete girmek başka, “Nurlar namına” girmek başkadır. Risâle-i Nur kâinatta rıza-i ilahiden başka hiçbir şeye âlet ve basamak yapılamaz.
Bilindiği üzere menfî siyâset, Bedîüzzamân Saîd Nusî tarafından günümüze taşınan ve mâhiyeti ta’rif edilen bir kavramdır. Risâle-i Nur her meseleye kıymeti nispetinde yer verdiği gibi, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde menfî siyâseti de ta’rif etmiş ve mâhiyetine açıklık getirmiştir.
Menfî siyâset, muktesit meslek olarak adlandırılan müsbet siyâsetin zıddıdır. Olumsuz siyâset, aşırı taraftarlık veya rakiplerini yok etmek şeklinde tatbik edilen siyâset olarak da ta’rif edilir. Rekâbeti şiddetlendiren, ancak ilm-i siyâseti istimâl etmeyen bir tarzdır. Tarafgirlik ve tassub-u baridânenin menşeidir. Menfî siyâsetten hususan din, vatan, millet ve masumlar zarâr görür. Muharriki, siyâsetçilik ve tarafgirliktir. Halbuki muharrik veya müreccih, siyâsetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. “Kim fasık siyâsettaşını mütedeyyin muhalifine suizan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyâsetçiliktir.”[196] İşte tam da menfî siyâsetin mâhiyeti bu hâldir. Menfî siyâset inhisarcıdır. Dini kendi meslektaşlarına has gösterir ve toplumda kavi bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürür. Halbuki “dine imale etmek(meylettirmek) ve iltizama(taraftar olmaya)teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir.”[197]
Bediüzzaman Hazretleri’nin tespitiyle “Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez.”Eğer istimal edilirse bu menfî siyâset tatbikatıdır ki, zarar verir. Dinin, dâhilde menfî tarzda istimalinden “şeriata tecavüz gelmiştir.”[198] Bu tecavüz, tatbik edilen zayıf istibdadın, şeriattan zannedilmesidir. “Acaba şimdiki menfî siyâsetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”[199] tespiti çok önemli bir noktaya işaret etmektedir. Bu zamanda da âlem-i İslâm’ın en şedit hasmı, menfî siyâsetten istifade ederek İslâm’ın ciğerine hançerini saplamış, masumları ve mazlumları perişan etmiştir. İslâm âlemi üzerinde yaşanan dehşetli musibetlerin çok sebeplerinden bir tanesi de menfî siyâsetten zalimlerin istifade etmesidir. Bu yaşananlar âlem-i İslâm’ın, Risâle-i Nur’da izahı ve ispatı yapılmış olan müstakil ve müspet siyâset-i âliye-i İslâmiyenin tatbik edilemeyişinden kaynaklanan problemlerdir. Çünkü fıtrî ve sünnetullaha muvafık olmayan bütün metodlar ve yollar menfî neticeler ortaya çıkarır.
Menfî siyâsetin bir diğer istimal alanı da dindir. Hâlbuki umûmun mukaddes malı olan din, manfî tarzda dâhilde istimal edilemez. Ne siyâsete, ne ticarete ne de dünyevi gayelere alet ve basamak yapılamaz. Çünkü din düsturları âli ve semâvîdir. Bu sebeple dünyevî cereyanlara ve maksatlara din âlet edilemez. Fakat din düsturları içtimâî ve siyâsî hayata tebliğ ve tâlim edilir. Bediüzzaman’ın tespitiyle “Bir kısım dindar ehl-i siyâset, dini siyâset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tâbi olamaz. Ve alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”[200] Böyle bir cinayet işlemek elbette büyük bir vebal ve mes’uliyete haiz bir fiildir. Toplumun yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmadan İttihad-ı İslâm adına yapılacak olan siyâset de menfî siyâsettir. Çünkü ahirzamanda hükmeden dâhili ve harici cereyanlar terbiye-i İslâmiyeyi zedelemiş, genel mânâda menfî siyâsetin cinayetine karşı dini siyâsete âlet etmeye mecbur olacağından İttihad-ı İslâm Partisi şimdilik başa geçmemesi lâzımdır.
Siyâset câzibesi aldatır!
Bedîüzzamân Hazretleri Eski Saîd için: “Siyâset câzibesi seni aldattı.”[201]der. Bu cümleden şunu anlıyoruz ki hadisat-ı âleme sadece siyâset nazarıyla bakıldığında, siyâset câzibesi insanı aldatır ve yanlış bastırabilir. Zaman zaman Bedîüzzamân Hazretleri’nin “Yanlış basmamak için”[202] talebelerini siyâsî meselelerde îkaz etmesinin sırrı bu olsa gerek. Görüldüğü gibi muharrik ve müreccih aslî olarak siyâsetçilik ise o vakit “siyâset câzibesi insanı aldatır.” Bundan dolayıdır ki Bedîüzzamân “Siyâset ihlâsı kırar.”[203] demiştir. Hatta “siyâset, hakîkatin rengini değiştirir” tespiti de bu noktaya bakar. Burada bahsedilen siyâset ahirzamanda hükmeden şerli ve menfî siyâsettir. Bedîüzzamân Hazretleri’nin şeytandan kaçar gibi kaçtığı ve “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti”[204]dediği siyâsettir. Çünkü ahirzaman asrındaki haricî ve dâhilî-maddî ve mânevî cereyanlar şeâir-i İslâmiye ve siyâset-i İslâmiyeye darbeler vurmuşlardır. Böylece din, müslümanların hayatında ikinci ve üçüncü derecede kalmıştır. Dinde bir lakaydlık ve lâubalilik baş göstermiştir. Terbiye-i İslâmiye zedelenmiş, onun yerine terbiye-i medeniye hâkim olmuştur. Kur’ân terbiyesi yerine, heva ve hevese tabi olan sefih medeniyetin terbiyesi hayata hâkim kılınmaya çalışılmıştır.
Çözüm, böyle bir zamanda ve zeminde tekrâr terbiye-i İslâmiyeyi te’sis etmek için geniş siyâset câzibesine kapılmak değil, adetullaha ve sünnetullaha uygun bir metod kullanmaktır. Bu da Kur’ân’ın elmas bir kılıcı olan imân-ı tahkiki kılıcı ile tebliğ ve irşaddır. Siyâset câzibesi bu noktada aldatıcı bir metoddur. Lâkin üzerinde durduğumuz siyâset câzibesi mevzuu ise, avamın zâhir nazarında -hissin galatı, şaşırtılması hükmüyle- imkân ve ihtimalin derecesinden çıkarak, avamın indinde bedâhet derecesine çıkan bir şey olarak göründüğü için; onların zâhirî olan hislerini okşamak ve zihinlerini müşevveşiyetten, şaşırtmaktan kurtarmak için hakkı ve hakîkati ihtar etmek gerekir. Çünkü “avamın çabuk iğfal olunabilen”[205] bir nazarı vardır. Risâle-i Nur’da en birinci vazîfe, îmân vazîfesidir. İmâna nispeten ikinci(hayat) ve üçüncü(şeriat) vazîfeler pek parlak ve çok geniş bir dâirede ve şa’şaalı bir tarzda olduğundan umûmun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünürler. Bu cihetle siyâset câzibesi, ehl-i dünya ve ehl-i siyâset ve avâmın nazarında birinci derece addedilir. Ancak hakîkat nazarında, îmâna nispeten ancak onuncu derecededir. Üzülerek ifade edelim ki bu hâl avâmın nazarında hakîkat telâkki edilmekle aklın haricînde bir suret almıştır. Hâlbuki hakaik-i îmâniyeye çalışmak hayat-ı içtimâîye-i ümmete dair hizmet, kâinatta en büyük mesele ve vazîfe ve hizmettir. Nur talebeleri bu noktalara ciddi olarak dikkat etmeliler ve “Kur’ân’ın elmas gibi hakîkatlerini, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyâset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymettâr hakîkatlere ihânet etmemek.”[206] için siyâset câzibesine kapılmamalılar.
Bedîüzzamân Said Nursi’de “Hakaik-i îmâniye ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyâsetle âlûde olsaydım, elimdeki o elmaslar, iğfal olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyâset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyâsete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.”[207] Diyerek önemli bir hakîkati ders vermiştir.
Netice olarak şöyle diyebiliriz: Bedîüzzamân Hazretleri her meseleye iki cihetten bakmayı bizlere ders vermiştir. Bu ders, hakperest bir yaklaşımın neticesidir. Siyâseti de müspet ve menfî olarak iki kısma ayırarak tarif etmiştir. Öyleyse menfî siyâset câzibesi insanı aldatır ve yanlış bastırır. Siyâsete prensipler canibinden yaklaşmak ve Risâle-i Nur’un içinden bakmak en isabetli bir yaklaşımdır. Risâle-i Nur’u referans alan ve her meseleye o Kur’ânî prensiplerle bakan Nurun kahramanları, heyecanlı siyâset câzibesine kapılmayarak şahs-ı mânevînin ferâseti, basîreti ve dirâyeti ile bu meselelere yaklaşırlar ve bakarlar. Bu yaklaşım ve bakış şahsî isabetlerden çok daha selametli ve istikametlidir. Çünkü bu yaklaşımın muharriki ve müreccihi aşk-ı İslâmiye ve hamiyet-i diniyedir. Siyâsetçilik ve tarafgirlik asla değildir.
“Memnu olduğumuz siyâset”
Bediüzzaman Hazretleri’nin “hizmet-i Kur’âniye noktasında memnu(yasaklı) olduğumuz siyâset”[208] dediği siyâset, elbetteki ahirzamanda hüküm süren şerli ve menfî esaslara dayalı olan ‘menfî siyâset’tir. Yaşadığımız bu ahirzaman asrının fitnesi en büyük bir fitne olduğundan[209] Bediüzzaman Hazretleri de “hizmet-i Kur’ân, beni hayat-ı içtimâîye-i siyâsiye-i beşeriyeyi düşünmekten menediyor.”[210] demiştir. “Risâle-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakîkat, hak, bizi siyâsetten menetmiş. Çünkü, masumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.”[211] noktası tam da menfî ve şerli siyâsetin men edildiği yerdir. Bu nedenledir ki Risâle-i Nur’un müteferrik yerlerinde sıkça karşılaştığımız kaçınılan ve men edilen siyâset, masumların zarar gördüğü ve bütün bütün zulmü genişleten menfî tarzda istimal edilen şerli ve menfî siyâsettir.
Risâle-i Nur’da hazır ve gaddar siyâset şöyle ta’rif edilir. “Siyâset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir.”[212] Bu günkü “gaddar siyâset ve zâlim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış.”[213]tır. Bu zaman ve zeminde “Siyâset propagandası bazan yalana ziyâde revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı.”[214] Böylece siyâsette fenalık ve yalancılık mergup bir meta halini aldı. Menfaat ve çıkar üzerene devam eden şerli ve menfî siyâset ”Menfaat üzerine dönen siyâset canavardır.”[215]hükmünü icra etti.
Menfî ve şerli siyâsetin etki alanında kalmamak için şu tavsiyeye uymak gerekiyor. “Evet, bu zamanda siyâset, kalbleri ifsâd eder ve asabî rûhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i rûh isteyen adam, siyâseti bırakmalı.”[216] ”Dokuz on sene evveldeki Eski Saîd, bir miktar siyâsete girdi. Belki siyâset vasıtasıyla dîne ve ilme hizmet edeceğim diye beyhûde yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzûliyâne, hem en lüzûmlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.”[217]
Hem de “Husûsan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.”[218] Siyâset tarafgirliği ise ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler zulmü genişletiyor ve dağıtıyor. Hâdisat-ı âlem buna şahittir. Ayrıca “bu gaflet zamanında, husûsan tarafgirâne mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne.”[219] getirdiğinden Kur’ân şu zamanda menfî siyâset yolu ve metodu ile mücâhedeye izin vermiyor.
Bediüzzaman Hazretleri memnu olduğu siyasetin özelliklerini şöyle ifade etmiştir: “Zalim siyâsetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert feda edilir” diye çok zalimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adaleti izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hatta bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın onların siyâsetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder. İşte, eski zamanda bir derece, siyâsetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğinden, siyâsette, bu müthiş düsturlar karşısında, mecburiyetle selef-i salihîn sükût ile ve ehl-i sünnet ve’l-Cemaatin imamları o kapıları kapamak,” Allah ellerimizi o kanlı hâdiselere bulaştırmadı; o halde biz de o hâdiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım.”[220] deyip o kapıları açmıyorlar.[221] Bu noktaları da nazar-ı dikkate alan Bediüzzaman “Dünya siyâsetine karışmadığımın sebebi: o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her hâlde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur.”[222] Demiştir.
Fırtınalı bir zaman…
Bilindiği üzere Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri Eski Saîd devresinde siyâseti dine âlet ve dost yapmak mesleğinde gitmiştir. Ayrıca Eski Saîd ‘İslâm’ın hayat-ı içtimâîyesi’ ile ziyâde alakâdardır. Bu alakâdarlık dünyevi bir gaye için değil, İslâm’ın hayat-ı içtimâîyesi ile de muvazzaf olunan bir vazîfe içindir. Çünkü çok delil ve tecrübelerle sabittir ki Bedîüzzamân Saîd Nursî, müceddid-i ahirzamandır. Müceddid-i ahirzaman olan Zat, ümmetin asırlardır muntazır kaldığı bir Zat olarak çok vazîfelerle muvazzaftır. Bu vazifelerin birisi de ‘siyâset âlemi’ndeki vazîfedir.
Şimdi hakîkat-i hâl böyle olduğu halde, zaman zaman Bedîüzzamân Hazretleri’nin hayat devrelerinde bir tenakuz vaziyeti gösterilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki O’nun hayat devrelerinde kesinlikle bir tenakuz yok, vazîfeye taalluk eden noktalar vardır. Bu açıdan bakıldığında Bedîüzzamân, asırlardır ümmetin muntazır kaldığı bir Zat olarak çok dairelerde vazîfeli olduğundan, siyâset dairesi alanındaki vazîfeyi de yapmıştır. Eski Saîd eserlerine bakıldığında bu vazîfenin aleniyâtı net olarak görülecek ve tasdik edilecektir. Ancak Bedîüzzamân, böyle “fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.”[223] de demiştir. Pekâlâ, bu sözü ne zaman ve niçin söylemiştir? Bu sözün bu cihetlerini değerlendirmek lâzımdır. Bedîüzzamân 1922 senesine kadar, yani Ankara’dan ayrılana kadar Eski Saîd olarak bilinir. Gerçi tâ 1916 senelerinde başlayan bir inkilab-ı ruhî geçirilmeye başlanmıştır. Bu süre 1922’ye kadar devam eder. 1922’den sonra Bedîüzzamân’ın hayatında yeni bir dönem başlar. Kendi ifadesiyle Eski Saîd’den Yeni Saîd’e döner. Artık siyâset âlemindeki vazîfeden, diyanet âlemindeki vazîfeye başlanma zamanına gelinmiştir. Zaman, zemin, şartlar ve vaziyet Bedîüzzamân’ı Yeni Saîd’e taşımış ve Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin izhâr vakti başlayarak siyâset âlemindeki vazîfeden, diyanet âlemindeki vazîfeye geçilmiştir. Bu geçişte elbette ki çok mühim inkılâplar olmuş ve hadiseler yaşanmıştır. Hem hadîslerle ihbâr edilen, hem de Kur’ân’ın işaret-i gaybiyesi ile haber verilen hadiseler vukua gelmiştir. Bu ihbârlar ile Bedîüzzamân bir duruş yapmış ve Kur’ânî bir tavır ortaya koymuştur. Çünkü artık fırtınalı bir döneme girilmiştir. İşte Bedîüzzamân’ın “Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.”[224] dediği zaman bu dönemdir. Bu cümle ile Eski Saîd’in üzerine çizgi çekilmemiş ve Eski Saîd eserleri yok sayılmamıştır. Bilakis Üçüncü Saîd Devresinde(1949’dan sonra) Eski Saîd eserleri tekrar toparlanmış olup tashihatları yapılarak haşiyelerle beyanı tahahkut etmiş ve Risale-i Nur Külliyatı’na dâhil edilmiştir. Risâle-i Nur’da bunu görmek mümkündür.
Pekâlâ, Bediüzzaman Yeni Said devresinde niçin böyle bir tavır ortaya koymak mecburiyetinde kalmış ve “Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.”[225] demiştir? Bu cümlenin şerh ve izahları yine Risâle-i Nur’da verilmiştir. Bu şerh ve îzahları şöyle tasnif edebiliriz:
Birincisi: Bedîüzzamân’ın “Rivayetlerde gelen eşhâs-ı ahir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve Hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbâr ettiği ahir zamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur”[226] ettiğinin tahahkukudur.
İkincisi: Peygamber Efendimiz(sav)’in “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyâset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılıç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukâbele edilebilir”[227] tavsiyesine müra’at edilmesidir.
Üçüncüsü: Bedîüzzamân “Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi.”[228]diyerek Hz. Âdem(as)’den kıyamete kadar en şiddetli fitnelerin yaşandığı zamanı haber vermesidir.
Dördüncüsü: Kur’ân’n ihbâr ve işaretiyle “Mânevî bir cihad-ı dinî, imân-ı tahkikî kılıcıyla olacak” denilen zamanın başlamasıdır.
Beşincisi: “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, îmânlar kurtulsun.” Hakikatinin tahakkuk devresinin başlamış olmasıdır.
Altıncısı: Siyâset topuzunun böyle bir zamanda kalbleri ıslah etmeyeceği, hatta kâfirleri münafık derecesine indireceği hakikatidir.
Yedincisi: Siyâset topuzu(metodu) ile dine hizmet etmek anlayışının masumları belaya sokup, onlara zulmetmiş olunmasını netice vermesidir.
Sekizincisi: Müsbet siyâsetin tamâmen işlevsiz bir hale gelmesi ve menfî siyâsetin ise ihlâsı kırması sebebiyle topuz(siyâset) metoduyla sağlam hizmet edilemez oluşudur.
Dokuzuncusu: Dindeki rüşd-i irşâd ve hak ve hakîkati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhâr edip tebyin ve tebeyyün eden bir nurun Kur’ân’dan çıkma zamanının gelmesidir. Öyleyse siyâsette de “Kur’ân’dan çıkan o nurun” prensiplerine ve ölçülerine göre hareket edilme zaruretidir.
Onuncusu: Eski Saîd devresinde hayat-ı beşeriye denizi dalgalı olsa da orada dengeli bir tarzda yüzme imkânı oluşu nedeniyle Kur’ân’ın siyâsete taalluk eden prensipleri ortaya çıkarılmış olup, ümmetin içtimâî ve siyâsî ihtiyacına cevaplar verilerek bu alandaki stratejisi de ortaya konulmuştur. Bir nevi siyâset alanındaki vazîfe yapılmıştır. Ancak Yeni Saîd devresinde hayat-ı beşeriye denizde dehşetli bir fırtına başlamış olup bırak denize girmeyi, denize bakmak dahi zararlı bir hâl almıştır. Çünkü yukarıda da bahsedilen işaret-i gaybiyeler ve ihtârlar tahakkuk etmiş ve fırtınalı bir zaman başlamıştır. Bedîüzamân’da böyle fırtınalı bir zamanda denizin şiddetli fırtınasına karşı sırtını dönmüş ve dindeki rüşd-i irşâd ve hak ve hakîkati gözlere gösterecek tarzda i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarını te’lif etmiştir. Bu vazîfe ise diyânet alanındaki vazîfenin tahakkukudur.
Fesad-ı ümmet zamanı
Âhirzaman, ihbar-ı gaybîlerle haber verilen ümmetin korktuğu ve fitnesinden Allah’a sığındığı bir asırdır. Ehl-i îmân istiâze duâsı ile “bin üç yüz sene zarfında, emr-i peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra “…ahirzamanın fitnesinden [bizi koru Allah’ım][229]”vird-i ümmet olmuş.”[230] Bu hadîs-i şeriften de anlaşılmaktadır ki en büyük fesad-ı ümmet devrinde yaşamaktayız.
Peygamber Efendimiz(asm) “Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, ferman etmiş: Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra ısırıcı saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet azgınlık meydan alacak.”[231] deyip, “Hazret-i Hasan’ın altı ay hilâfetiyle, Ciharyâr-ı Güzînin (Hulefâ-i Râşidînin) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş.”[232] Böylece Hazret-i Muhammed (asm) hilafet saltanatından sonra ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmıştır. Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’ne mahkemelerde bu mes’ele sual edildiğinde şöyle cevap vermiştir: “Hulefâ-i Râşidînden sonra bir fesat olacak. İşte bu hadîs üç mu’cize-i gaybiyeyi gösterdiğini bir eski risâlemde yazmıştım. Kararname benim bir suçum olarak, “Saîd bir risâlede demiş: Hilâfetten sonra ceberut ve fesat olacak.” Ey sathî heyet! Bir işaret-i gaybiyede, bu zamanımızda maddî ve mânevî en büyük bir fesad-ı beşerîyi ve zemini zîr-ü zeber eden bir hâdiseyi haber veren bir hadîsin i’câzını beyan etmeyi suç sayan, maddeten ve mânen suçludur!”[233]
Asırlardır ümmetin fesada girdiği zamanlarda “Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şerîat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır.”[234] Görüldüğü üzere “Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında” ‘en’ büyük özellikler taşıyan “elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid…” gelmek gerekirmiş ve aynen de öyle zuhur etmiş.
Şura suresi 23.ayetin bir kavle göre manası: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”[235] Onun için, “Dedi ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim ancak akrabaya sevgi ve ehl-i Beytime muhabbettir.”[236] demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikati teyit eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri kitabullah, biri Âl-i Beytim.”[237] Çünkü, sünnet-i seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.[238]
Bu hakikatler de göstermektedir ki gelen o vazifedâr-ı ahirzaman müceddidi “hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’at-ı mücellâsı ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisân-ı risaletin irsiyet noktasında en son dehan-ı hakikati ve şem-i İlâhînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hamil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.”[239]
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.” Evet, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, mutlaka gayet kıymettardır. Hususan bid’aların istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmek daha ziyade kıymettardır. Hususan fesâd-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.”[240]
Hâsılı: Risale-i Nur’un mütalâası ve feyz-i mânevî-i daimîsi, nefs-i emmarenin ateşini söndürmeye, azgın ve azılı sıfatları öldürmeye, yırtıcı, paralayıcı zahir ve bâtın askerleri tepelemeye yetişir. Zâten Risaletü’n Nur, bu fitne ve fesad ve bu yangınları söndürmeye memurdur. Ve bunun için doğmuş ve gelmiştir, diyoruz.
Kur’ân bizi siyâsetten men’etmiş
Risâle-i Nur’da açık ve net olarak ifade edilen “Kur’ân bizi siyâsetten men etmiş” cümlesi bir kaç yerde geçmektedir. Bu men edilişin çok hikmetleri ve gerekçeleri de izah edilir. Bu konuda şu suali sormak icab eder. Kur’ân bizi neden şiddetle siyâsetten men’etmiş? Veya ‘Kur’ân bizi hangi siyâsetten bizi men’etmiş?’
Risâle-i Nur’da siyâset iki kısma ayrılır. Birincisi muktesit meslek olarak tavsif edilen müsbet siyâsettir. İkincisi ise menfaat üzerine kurulmuş ve masumları belaya sokan menfî siyâsettir. Öyleyse Kur’ân’ın bu ahirzaman asrında men ettiği siyâset, menfî esaslara dayalı menfaat üzerine dönen şerli siyâsettir. Bizler de özellikle ehl-i îmâna ve Risâle-i Nur’a muhatap olanlara yol göstermesi açısından bu zamanda Kur’ân’ın bizleri niçin fiilî ve menfî siyâsetten men ettiğini yine Risâle-i Nur’a bağlı kalarak tasnif etmeye çalışalım inşâallah.
Birincisi: Bedîüzzamân Hazretleri Eskişehir Müdafaaları’nda “Hizmet-i kudsiyem beni (siyâsetten ve idareye ilişmekten)men’ediyor.” demiştir. Talebeleri de “Üstâdımız bizi siyâsetten men’ediyor, zarardır.” diye îkaz ediyor diyorlar. Bundan dolayıdır ki “Risâle-i Nur’un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle (fiilî ve menfî)siyâsetten kaçıyorlar.”[241] Çünkü îmân hizmeti aslî bir hizmettir. Dünyevî ve siyâsî mülahazalardan beri ve paktır. O tür mülahazalar hizmet-i îmâniye ve Kur’âniyeye arız olmaması lâzımdır.
İkincisi: Öncelikle hak ve hakîkat olan hizmet-i Kur’âniye, şimdiki zamanda çoğu yalancılıktan ibâret olan dünya siyâsetine tenezzüle meydan vermiyor. Menfî ve şerli siyâsetten bizi kat’iyyen men’ediyor. Hayat-ı ebediyeye ciddî çalışmak ve zararsız ve müstakim yol ile Kur’ân’a hizmet etmek, elbette dağdağa-i siyâsetten çekilmeyi iktiza ettiğinden, ehl-i dünyanın hata ve harekâtlarıyla alakadar olmamak, belki kalblerimizi bulandırmamak için fiilî ve menfî siyâsete kaçınılıyor.
Üçüncüsü: Kur’ân bizi menfî siyâsetten men’etmiş, tâ ki elmas gibi hakîkatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin. Yani Kur’ân hakîkatleri dünyevî işlere âlet edilmesin ve basamak yapılmasın. Kur’ân’ın elmas gibi hakîkatleri propaganda-i siyâset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirilmesin.
Dördüncüsü: Şefkat, vicdan, hak, hakîkat bizi siyâsetten men’etmiş. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi sekiz mâsum biçare, çoluk çocuk, zaif, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz mâsumlar belâya düşecekler. Belki o iki münâfık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyâset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husûlü de meşkûk olduğu halde girmek, Risâle-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakîkate zıt olduğundan Kur’ân bizi menfî ve fiilî siyâsetten men’etmiş.
Beşincisi: Bedîüzzamân Hazretleri “Kur’ân-ı Hakîmin hizmeti, beni şiddetli bir surette siyâset âleminden men’etmiş. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu.”Diyerek bu zaman ve zeminde Kur’ân’a safiyâne hizmet etmek için hizmet-i Kur’âniye bizleri siyâsete temas etmekten ve fiilî alâkâdâr olmaktan men ediyor.” Demiştir. Üstâdımız otuzbeş seneden beri, şeytandan istiâze eder gibi siyâsetten çekilmiş ve siyâseti tamamıyla terk etmiştir. Hiçbir siyâsî gayesi ve maksadı bulunmadığı ve bütün kuvvetiyle îmânı kurtarmağa çalıştığı bilinmektedir. O, asla dini siyâsete âlet etmemiş, mümkünse siyâseti dine alet ve dost yapmaya çalışmıştır. Bu cihetle de dinin siyâsete âlet edilmesini Kur’ân şiddetle men etmiş.
Altıncısı: İhlâs ile hakikî hizmet-i îmâniye, bizi her nevi siyâsetten çektiği gibi; netice odaklı değil rıza-ı İlâhi odaklı hizmet olan hizmet-i îmâniye ve Kur’âniye, sırr-ı ihlâsın muvaffakiyeti için bizi menfî ve fiili siyâsetten men etmiş. En önemlisi de mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men ediyor. Bedîüzzamân Hazretleri de “Otuzbeş senedir ki, siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da bırakınız diyordum. Sebebi, siyaset ihlâsı kırar.”[242] demiştir. Hakîkat-i ihlâs, bizim için şan-ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden bizi men ediyor. Çünkü, “bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkûreler sahibi, her şeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevî harekâtını da, o dünyevî mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor. Hâlbuki, hakaik-ı îmâniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-i İlâhîden başka bir gayesi olamaz.”[243]
Yedincisi: Risâle-i Nur şakirdlerinin siyâsete bakmamaları ve çarpışmalardan gelen zulümlere hissedâr olmamaları için; merakla, tarafgirâne bakmak ile tahribatlardaki zulümlere hissedâr olmamak adına şiddetle Kur’ân bizi menfî ve fiilî siyâsetten men’etmiş.
Sekizincisi: Nur Talebeleri Kur’ân’ın bir kanun-i esasîsiyle, yüzde doksan masuma zarar gelmemek için on cani yüzünden asayişi bozmaya çalışanları men ediyorlar. Bu cihetle de masumlara zarar gelmemesi noktasında Kur’ân bizi siyâsî metodla hizmet etmekten men’etmiş.
Dokuzuncusu: Bedîüzzamân ve talebeleri “Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını, meşkûk bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışmayla feda etmemek için; hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kur’ân için şiddetle siyasetten kaçıyor.”[244]
Onuncusu: Netice olarak “Bu dünya fânidir. En büyük dâvâ, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, dâvâyı kaybeder. Hakiki dâvâ budur. Bunun haricindeki dâvâlara karışmak zararlıdır. Siyâsetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Hem de siyâset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini kaybeder.”[245] Öyleyse aslî olan imâna ve Kur’ân’a sırr-ı ihlâs ile hizmet etmektir. Dünyayı da ahiret hesabına istimal etmek ve ahirete bir mezra ve tarla yaparak çalışmaktır.
Siyâsetteki muktesid meslek
Risâle-i Nur Külliyatı’nda müsbet siyâset için “siyâsetteki muktesid meslek”[246] tabiri kullanılır. Muktesid, iktisatlı olmaktır. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmemek, lüzumsuz masrafta bulunmamaktır. Öyleyse iktisat, aşırılıklardan, ifrat ve tefritten halas olup hadd-i vasatta gitmektir. Bu bir nevi israfa düşmemek, zarar vermemek ve zulme girmemek olarak da anlaşılabilir. Demek ki Risâle-i Nur’da bahsedilen “siyâsetteki muktesid meslek”, aşılılıklardan âzâde, Kur’ân ve sünnetten iktibas edilen ve ümmetin içtimâî ve siyâsî prensiplerinin belirlendiği reçetedir.
Bedîüzzamân Hazretleri “İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşat eden bir zata[247] rast geldim. Siyâsetteki muktesid mesleği bana gösterdi.”[248] der. Böylece siyâsette de ifrat ve tefritten âzâde orta yolu gösteren muktesid yani israfsız, iktisatlı bir yol olan müsbet siyâsetin var olduğu görülür. “Siyâsetteki muktesid meslek”, ifrat ve tefriti reddederek, “muktesid meslek” tabiriyle ortaya koyulan “vasat” yol olan “sırat-ı müstakim”in ihtiyar edildiği bir tarzdır. Bu yol Bedîüzzamân Hazretleri tarafından Kur’ân ve sünnetten bu ahirzaman asrında içtimâî ve siyâsî bir vazîfe olarak deruhte edilmiştir. Böylece Kur’ânî ve sünnete uygun siyâset metodu da ortaya çıkarılmıştır. “Siyâset âleminde”[249] de vazîfeli olan Bedîüzzamân Hazretleri bu vazîfeyi Eski Saîd döneminde ve 1949’dan sonraki hayatı olan Üçüncü Saîd döneminde tekmil ederek deruhte etmiştir. Böylece siyâseti dine alet, dost ve vesile yapma şeklinde sürdürülen bu destek Ahrar ve Demokratların iktidâr yerinde muhafaza edilmesi ve onlara her zaman, zemin ve şartta nokta-i istinad olunması ile devam etmiştir.
Siyâsetteki muktesid mesleğin Risâle-i Nurdaki prensiplerini şöyle tasnif edebiliriz.
Birincisi: Nur talebeleri Risâle-i Nur ile hareket ederler. Fiillerini Kur’ân’ın ve sünnet-i Resulüllah(asm)’ın bu asırdaki dersleri ve hakîkatleri olan Risâle-i Nur’dan belirlerler. Nur talebelerinin iki elleri var, yüz elleri de olsa yine nur tutarlar. Topuz tutacak elleri yoktur. Ancak şu kesinlikle atlanılmamalıdır ki Risâle-i Nur tamamıyla ve bütün kitaplarıyla serapa ilim ve nurdur. Bir mesele Risâle-i Nur’da yerini almışsa o Kur’ân’ın veya sünnetin bu asırdaki hayata şâmil bir hakîkatidir ve nurun içindedir. Onun için nur talebeleri hadisat-ı âleme Risâle-i Nur ile bakarlar ve O’nun Kur’ânî prensipleriyle hareket ederler. Bu bakış ve hareketlerini de bir vazîfe addederek vazîfelerini yaparlar ve neticesine karışmazlar. Mağlup etmek, galip gelmek fillerini vazîfe-i İlâhiye bilirler. Böylece sırr-ı teslimiyetle vazîfe-i kudsiyelerini deruhte ederler.
İkincisi: Hürriyet-i şeri’yeyi te’sis edip, istibdad-ı mutlakın kırılmasına vesile olan prensiplere sahip çıkılması ve bu prensiplerin hayata tatbik edilmesine çalışmaktır. Bu prensiplerin tatbikatında siyâsî bir teşekküle teşebbüs etmeden mevcut siyâset sahnesinde bulunan ve kökleri tâ Hürriyet başında Ahrar Fırkası’na dayanan Ahrar, Hürriyetçi ve Demokrat misyona nokta-i istinâd olmak, onların iktidar yerinde muhafazaya çalışmak, vazîfelerini onlara ihtâr etmek, lâubali kısmını ciddi îkaz etmek, ehl-i dîni onlara yardıma davet etmek şeklinde devam eder.
Üçüncü: Cumhuriyet, demokrat mânâsında meşrûtiyet, adalet ve kânunda inhisâr-ı kuvvetin tesisine çalışmaktır. Ancak isim ve resimden ibaret olan bir cumhuriyet ve meşrûtiyet değil; adalet, hürriyet, kânunda inhisâr-ı kuvvet ve şurânın kuvvet bulduğu bir meclisin hâkim olduğu sistem murad edilir.
Dördüncüsü: Zaman cemâat zamanı olup, şahıs zamanı olmadığından şahs-ı mânevîlerin hâkim olduğu bir asırda yaşadığımız için Bedîüzzamân’ın dediği gibi “riyaset-i şahsiyenin kat’iyen aleyhindeyim; reisimiz ancak hükûmettir.”[250]prensibine bağlı kalmak.
Beşincisi: “Meşrûtiyet[251] hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı ammenizin misal-i mücessemi olan mebusan hâkimdir; hükûmet, hadim ve hizmetkârdır.”[252] Ve “Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârdırlar.”[253] Ayrıca “Şimdi meşrûtiyettir; hâkim, şahs-ı mütehakkim değil, belki meşveretin ruhu olan efkâr-ı ammedir.”[254] Prensiplerine sahip çıkmak ve tesisine müsbet hareketle çalışmak.
Altıncısı: “Fırkacılık(particilik) lâzım-ı meşrûtiyettir.”[255] ve“Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir.”[256] Prensiplerine âzâmi dikkat ederek meşrûtiyetin gereği olan hür seçim, hür irade, hür fikir, hür mebus ve hür fırkacılığın tesisine çalışmak.
Yedincisi: “Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis muhalefet meşru ve samimî bir muvâzene-i adalet unsurudur”[257] “Hem her hükûmette muhalifler bulunur. Yalnız fikren muhalefet, bir suç olmaz. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz.”[258] Noktalarına bakarak meşru muhalefetin meşruluğuna sahip çıkmak ve muvâzene-i adalet unsurunun tesisine yardım etmek.
Sekizincisi: Nur talebeleri “ Muvazene ile zarureti nazara alarak, müdakkikâne meşrûtiyeti şeriata tatbik etmek istiyor.”[259] Meşrûtiyet; “Ve işlerde onlarla istişare et.[260] Onların aralarındaki işleri istişare iledir.”[261] ayet-i kerîmelerinin tecellisidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-i nuranînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.”[262]hakîkatleri istikametinde meşrûtiyet-i meşruaya sahip çıkıp onun düşmanlarını çok edenlere karşı “Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kânundadır, şahıs hiçtir.”[263] Ve “ruh-i meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır.”[264] “Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin zembereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, marifet’tir, kânun’dur, efkâr-ı amme’dir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir.”[265]diyerek meşrûtiyete şeriat namına sahip çıkmak.
Dokuzuncusu: Bedîüzzamân Hazretleri’nin müceddid-i ahirzaman evsafına sahip olması nedeniyle siyâset âleminde de vazîfesi olduğunu bilerek Risâle-i Nur’da îzah, ispat ve izhârı yapılan içtimâî ve siyâsî prensiplere bir bütün olarak sahip çıkmak. Bu meyanda Eski Said devresinde prensipleri ortaya koyulan ve Yeni Said devresinde zaman, zemin ve şartların zarureti gereği bakılamayan büyük bir vazîfenin yapılamamasını büyük bir kusur olarak addeden Bedîüzzamân Hazretleri bu meseleye şöyle temas eder: “Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazîfeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”[266]denilmiştir.
Onuncusu: Üçüncü Said devresinde(1949’dan sonra) Eski Said dönemi eserlerinin tekrar gözden geçirilmesi, tashihât ve tahşiyelerinin yapılarak tekmil edilip Risâle-i Nur Külliyatı’na dahil edildiğini görüyoruz. Bedîüzzamân Hazretleri’nin “Risâle-i Nur’un şakirdleri siyâsetten çekilmeleri ve karışmamaları çok isabetlidir. Ve vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları, elbette selef-i sâlihîn mücahitleri nazarıyla bakıyorlar”[267] şeklinde bir beyanı vardır. Ayrıca Emirdağ Lâhikası mektuplarında “Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakîkatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyâsete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki, Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler.”[268] denilerek, artık “vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları” zamanının geldiği belirtilmiştir. Öyleyse muharrik aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmak cihetiyle “vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları” Risâle-i Nur’daki siyâset âlemindeki vazîfeye taalluk ettiği için Nur talebeleri sırf rıza-i İlâhi adına vazîfeli oldukları kanâati ile siyâsetteki muktesid mesleğin prensiplerinin hayata tâlimi, tebliği ve tatbikatı için vazîfe yapıyorlar. Bu vazîfe “siyâsetteki muktesid mesleğin” gereğidir; taassubâne ve tarafgirâne siyâsetçilikten ayrılmalıdır. Aralarında azîm fark vardır.
Nur Talebeleri ve Siyâsetli Cemâatler
“Neden, ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyâsetli cemâatlere hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risâle-i Nur ve şakirtlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyorsun?[269]
“Siyâsetli cemâatler” ifadesi Risâle-i Nur Külliyatı Emirdağ Lahikası’nda yer alan bir ifadedir. Yani bu ifade Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne aittir. Acaba bu ifade ile ne anlatılmak istenmektedir? Bilindiği üzere Bediüzzaman Hazretleri isrâf-ı kelam etmez. Abes bir cümle kullanmaz. Öyleyse muhakkak bu ifadenin de Risâle-i Nur’da izahı ve şerhi olmalıdır. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri’nin hârici ve dâhili cereyanlar ve özellikle “siyâsetli cemâatler” ile hem kendisinin, hem de talebelerinin alakâ kurmayıp, talebelerini onlara temastan men ettiğini görüyoruz. Bu men ediş ehemmiyetlidir. Risâle-i Nur’a muhatap olanlar bu temastan men edilişi dikkate almalıdırlar. Yoksa Risâle-i Nur’un metoduna zıt hareket edilmiş olur. Bunun bedelini hem Anadolu, hem de âlem-i İslâm birlikte ödemektedir.
Hârici ve dâhili cereyanlar ile siyâsetli cemâatlerden içtinabın, alâka peyda edilmemesinin ve o cereyanlara temastan men edilişin ehemmiyetli sebeplerinden en birincisi sırr-ı ihlâstır. “Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men ediyor.”[270] Çünkü “Mesleğimizin esâsı, âzamî ihlâs ve terk-i enâniyettir.”[271]
Görüldüğü üzere mesele net olarak ifade edilmiş ve mesleğimizin esası olan ihlâsın bizi “hârici-dâhili cereyanlar ve siyâsetli cemâatler” ile alâka peyda etmekten, o cereyanlarla temastan men ettiği hakîkati Risâle-i Nur talebelerine mesleklerinin en ehemmiyetli bir hakîkati ve prensibi olarak gösterilmiştir. Çünkü Risâle-i Nur hizmeti netice odaklı değil, rızâ-i ilâhi odaklı bir hizmettir. Hârici-dâhili cereyanlar ve siyâsetli cemâatler ile kurulan alâka ve temas netice odaklıdır. Böyle bir temas netice odaklı olduğu için bu durumda “sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş.”[272] “Hâlbuki, eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden, binler adam Risâle-i Nur dairesine girip, parlak hakîkatlerini neşredeceklerdi. Hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.”[273] Demek ki böyle bir temasta dünyevî neticeler öncelenmiş olup “birden, binler adam Risâle-i Nur dairesine girip, parlak hakîkatlerini neşredeceklerdi” ve “Hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olunmayacaktı”. Pekâlâ, Bediüzzaman Hazretleri ne yapıyor? Neticesinde binler adamın Risâle-i Nur dairesine girip parlak hakîkatlerini neşretmesi az bir hizmet midir? Hem de bu temas ve alâkadan sonra Üstada ve talebelerine yapılan sebepsiz sıkıntılar izale olacakmış. İşte Üstadın mesleğinin esası olan “maddî ve manevî her şeyden feragat mesleği”[274] bu tür temas ve alâkadan içtinap etmeyi zaruri kılıyor. Çünkü “sırr-ı ihlâs” bunu gerektiriyor. Netice odaklı olmayıp, rızâ-i ilâhi odaklı davranmak ve yalnız ve yalnız Allah rızâsı için çalışmak. Sırr-ı ihlâs, İslâmiyette en kıymetli ve en lüzumlu bir esâsdır. Onun içindir ki sırr-ı ihlâsı muhafaza etmekte cemâat ruhu ile birlikte hareket edilmelidir. Hem bilindiği gibi “Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.”[275]” Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır.”[276] Öyleyse bu hizmette doğrudan doğruya ihlâsı esas tutup ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşünmek lâzımdır. “Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazîfesidir. Vazîfeni yap, Allah’ın vazîfesine karışma.”[277]
Bediüzzaman Hazretleri de “En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfîk-ı İlâhiyeye dayanmaktır.”[278] Demektedir. Çünkü , “Bizim vazîfemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazîfemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”[279] Bundan başka düşünceler, temaslar ve alâkalar netice odaklı olduğu için Risâle-i Nur hizmetleri açısından merduttur. Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesi ve tekelleştirilmesinde de netice odaklı temaslar vardır. Bu temaslar sırr-ı ihlâsa uygun düşmediğinden “Hak ve hakîkat ise inhisâr altına alınamaz.”[280] prensibi gereğince Risâle-i Nurlar Kur’ân’ın hakîkî bir tefsîri ve mânevî bir mucîzesi olduğundan kendisini prangaya vurdurmamış ve özgürlüğüne kavuşmuştur. Çünkü biz biliyor ve inanıyoruz ki Bediüzzaman Hazretleri şahsiyet-i mânevîyesince vazîfesinin başındadır ve hizmetleriyle alâkadârdır. Onun için hârici ve dâhili cereyanlar ile siyâsetli cemâatlerle alâka kurmak yerine rızâ-i İlâhiyi nazara almak ve bizim vazîfemiz “Rızâ-i İlâhîye göre sırf hizmet-i îmâniyeyi yapmaktır, vazîfe-i İlâhiyeye karışmamaktır.”[281] Diyebilmektir. Biz ancak “Vazîfemiz hizmettir”[282] deriz. Şu ikazları da hiç unutmayız: “Vazîfemiz, ihlâs ile ve sebat ve tesanüdle ve mümkün olduğu kadar ihtiyatla, “sırren tenevveret” irşad-ı Alevîyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket etmektir. Yoksa, muarızlara mukabele etmek ve onların hücumundan telâş etmek değil. Muvaffakıyet ve fütuhat-ı nuriye ve revaç ile intişarı ise, vazîfe-i İlâhiyedir. Vazîfemizi yapıp, vazîfe-i İlâhiyeye karışmamak gerektir diye, hem bana, hem sizin bedelinize teselli buldum.”[283]
Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur Külliyatı’nın bütününde bütün meseleleri açık olarak ifade etmiştir. Bazı mücmel meselelerin teferruatını ve izahını bir başka eserinde muhakkak vermiştir. Ulaşmak, bakmak ve bir araya getirmek lâzımdır. “Siyâsetli cemâatler” mes’elesi de böyle bir kavramdır. Öyleyse bu kavramın önemli bir ciheti olmalı ki Bediüzzaman Hazretleri bizleri ‘siyâsetli cemâatler’den de uzak tutuyor, alâka peyda ettirmiyor ve içtinab etmemiz gerektiğini söylüyor.
Siyâsetli cemâatler metod olarak devlet idaresine talip olmayı ve devletin bürokrasisinde ve idaresinde bulunmayı öncelemiş vaziyettedir. Genel mânâda toplum tarafından bilinen ve taban olarak toplumun epey bir kısmına ulaşmış vaziyette bulunan bu cemâatler devleti idare etme metodu olan siyâset ile iştigal ederler. Bir kısmı parti kurmadan mevcut siyâsî partilerden istifade ederek bürokrasi alanında hâkim olmayı öncelerken, bir kısmı da devlet idaresine bir parti ile ulaşmayı hedefler. Vaziyet itibarıyla Bunlar İhvan-ı Müslimîn cemiyeti gibi memleket ve vaziyet sebebiyle siyâsetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar. Ayrıca vaziyetleri itibarıyla siyâsete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya mecburdurlar. Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i îmâniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyâsete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.[284] Siyâsetli cemâatler mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.[285]
İşte bu vaziyette bulunan siyâsetli cemâatler unvanına sahip hareketlere Bediüzzaman Hazretleri itibar etmiyor, onlarla alâka kurmuyor ve Risâle-i Nur ve şakirtlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyor. Çünkü bu hareketler ilcaat-ı zaman ve asrın zaruretlerini nazara almadan hareket ediyorlar. Halbuki “Hayatı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-i fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”[286]
Dindâr ehl-i siyâset
“Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Saîd’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Saîd siyâsetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyâsete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyâseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakîkatini bin siyâsete tercih ederim.” Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyâseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyâseti İslâmiyetin hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış. Fakat, o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münafık zındıkların, garplılaşmak bahanesiyle siyâseti dinsizliğe alet yapmalarına mukabil, bir kısım dindâr ehl-i siyâset, dini siyâset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tâbi olamaz. Ve alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”[287] Görüldüğü üzere “siyâsetli cemâatler” tabirine uygun hareket edenlerin “bir kısım dindâr ehl-i siyâset” olduğunu söyleyebiliriz. Bu hareket genel anlamda Siyâsal İslâm olarak ortaya çıkmış olup metod olarak siyâseti ve devleti öncelemiştir. En önemlisi de “dini siyâset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmışlar.”[288]dır. Hâlbuki Bediüzzaman Hazretleri “dini siyâsete alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”[289] diyerek böyle bir metodun mes’uliyetinin cinayet işlemek olduğunu bildirmiştir. Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri “dindâr ehl-i siyâset” yönüyle bilinen “Eşref Edip ve arkadaşlarının” hizmet hareketleri ile alâkalı “Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahitler îmân hakîkatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruhucanımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat siyâset noktasında değil.”[290] diyerek net olarak metodik cihetten onlardan ayrı olduğunu ortaya koymuştur. Böylece “siyâsetli cemâatler” unvanına sahip bir kısım dindâr ehl-i siyâsetle, siyâset noktasında kardeş olmadığını ifade etmiştir. Çünkü bu yol ahirzamanın dehşetli fitnelerinin hâkim olduğu bir zemin ve zamanda hatarlı ve zararlı bir yoldur. Ümmetin istikametli -muktesit meslek olan- siyâset yolunun da içtihadını Kur’ân ve sünnetten ortaya koyan Bediüzzaman Hazretleri açık hiçbir kapı bırakmamıştır. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri İslâm’ın hayat-ı içtimâiyesiyle de alâkadâr ve “siyâset âleminde de vazîfelidir.”[291]
İttihad-ı İslâm Partisi
İttihad-ı İslâm Partisi “Yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir. Dini siyâsete âlet etmemeye, belki siyâseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyâsetin cinayetine karşı dini siyâsete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”[292] Bu mektubun yazılmış olduğu yıllar düşünülürse o yıllarda “İttihad-ı İslâm” adında bir partinin olmadığı görülmektedir. Ancak daha önceki yıllarda Bediüzaman Hazretleri’nin tespiti ve müşahedesiyle bir kısım ‘dindâr ehl-i siyâsetin’, dini siyâset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmaları sebebiyle, toplumun bir kısmının İslâmiyet hesabına bir siyâsi teşekkül beklentisi içinde olunduğu anlaşılıyor. 1950’den sonra toplumdaki bu potansiyel beklentiyi Bediüzzaman Hazretleri İttihad-ı İslâm Partisi olarak ifade etmiş olmalıdır. Bu ifade Bediüzzaman Hazretleri’nin şahsi bir tespiti olmayıp “Kalbe ihtâr edilen içtimâî hayatımıza âit bir hakîkat”[293] şeklinde Emirdağ Lahikası meptuplarında geçen bir ifade olarak Risâle-i Nur’da yerini almıştır. Bu nedenle İttihad-ı İslâm Partisi ifadesi ve bu parti için konular şartlar önem arz etmektedir. Demek ki toplumda potansiyel bir hareket olan İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir. Bu çok önemli ve ciddi bir şarttır. Bu ahirzaman asrında dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulmuş, fen ve felsefenin tasallutu ile îmânlar zafiyete düşmüş ve terbiye-i İslâmiye zedelenmiştir. Çünkü “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir.”[294] Böylece çok zamandan beri terbiye-i İslâmiyenin zedelenmesiyle İttihad-ı İslâm Partisi başa geçerse “şimdiki siyâsetin cinayetine karşı dini siyâsete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır”[295] Artık zaman ahirzamandır. Ahirzaman fitneleri özellikle terbiye-i İslamiyeyi zedelediği için her şeyi kendi hesabına alarak alet ettiğiğnden İttihad-ı İslâm adına yapılacak bir siyâsete de dini siyâsete alet ettirerek cinayet işletecektir.
Görüldüğü üzere zemin, zaman, asır ve şartlar gereği -her ne kadar toplumun bir kısmında potansiyel bir arzu bulunsa da- İttihad-ı İslâm Partisi dini siyâsete alet etmek mecburiyetinde kalacak ve İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tâbi olacaktır. “Ve alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”[296] tespitini yapan Bediüzzaman Hazreteri’ni de zaman tasdik etmiş ve etmeye de devam edecektir. Bu hâle karşı Bediüzzaman Hazretleri de “Elhamdü lillâh, siyâsetten tecerrüd sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakîkatlerini propaganda-i siyâset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim.”[297] Diyerek “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti”[298] demiştir. Tecihini demokratlar lehinde yapan Bediüzzaman Hazretleri talebelerine de demokratları iktidâr yerinde muhafaza etmeleri için teşvik etmiş ve onlara nokta-i istinad olmalarını söylemiştir.
Şerîat isteyenler iki kısımdır
Bilindiği üzere Allah’ın iki çeşit şerîatı vardır. Birincisi: Âlem-i asgar(küçük âlem) olan insanın ef’âlini ve ahvâlini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şerîattır(Dini şerîat). İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenâtını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şerîat-ı kübrâ-yı fıtriyedir ki(fıtrî ve kevnî şerîat), bazan yanlış olarak “tabiat” tesmiye edilir.[299] ”Demek, şerîatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvazene ile zarureti nazara alarak, müdakkikane meşrutiyeti şerîata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvazenesiz, zahirperestâne, çıkılmaz bir yola sapıyor.”[300]
Buraya göre iki kısım şerîat isteyenler olduğu anlaşılıyor. Özellikle bize göre “siyâsetli cemâatler” tabirine uygun olanlar; yani siyâseti önceleyerek, siyâset yoluyla şerîatı hâkim kılmaya çalışanlar “muvazenesiz, zahirperestâne, çıkılmaz bir yola sapıyor.”Bu durum son yıllarda âlem-i İslâm’da cereyan eden vaziyetlere mihenk olacak haldedir. Şimdiki hâl-i âlem ve âlem-i İslâmın vaziyeti buna şehadet ediyor.
Bediüzzaman Hazretleri’nin şerîat tarifi ve isteyişi ile, siyâsetli cemâatler tabirine uygun siyâsetin İslâmını yapanların şerîat anlayışı ve isteyişi aynı değildir. Bediüzzaman Hazretleri “Şerîat da yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir; yüzde bir nispetinde siyâsete mütealliktir, onu da ulülemirlerimiz düşünsünler.”[301] tespitini yapar. Münazarat eserinde ise “ Zira, Şerîat-ı garranın bin kısmından bir kısmıdır ki, siyâsete taallûk eder. O kısmın ihmaliyle, şerîat ihmal olunmaz.”[302]der. Ayrıca “Sen de şerîatı istemişsin?” diyenlere; Dedim: “Şerîatın bir hakîkatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira, şerîat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.”[303] Çünkü “Şerîat-ı garra zemine nüzul etti; tâ ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de, izale etti.”[304] Acaba bir şerîat, “karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tazibinden menetse, nasıl benîâdemin hukukunu ihmal eder?[305] Öyleyse şerîat adına hereket edip şerîat namına istibdad yapılamaz ve zulme gidilemez. Çünkü “İstibdat zulüm ve tahakkümdür, meşrutiyet adalet ve şerîattır. Padişah, Peygamberimizin(asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere (asm) tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar, haydutturlar.”[306]
İslâmiyet’in ahkâmı ve Ehvenü’ş- şer
İslâmiyet’in ahkâmı iki kısımdır: Birisi: Şerîat, ona müessistir. Bu ise, hüsn-i hakikî ve hayr-ı mahzdır. İkincisi: Şerîat muadildir(değiştiren, adaletli hale getirendir); yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehvenü’ş-şer ve muaddel(değiştirilmiş, tadil edilmiş, ıslah edilmiş) ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-i hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir( başka bir şekle çevrilmiştir).”[307] Bu zamanda asrın zaruretleri ne yazık ki atlanmıştır. Ehvenü’ş-şer prensibi bu asrımızda ahval ve ilcaat-ı zaman -yani zamanın zorlamaları, çağın mecburiyetleri- gereği içtimâî ve siyâsî hayatta önemli bir zaruret halini almıştır. Hâlbuki “Ehvenü’ş-şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.”[308]
Öyleyse “Evet, herşey ya hakîkaten güzeldir, ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibârıyla güzeldir”[309] Risâle-i Nur bizlere bazen bizzat güzellikleri, bazen de neticeleri itibarıyla güzellikleri göstermektedir. Bu noktaya Bediüzzaman Hazretleri son mektubunda demokratlardan bazı bîçare yanlışçıların hatalarına şöyle işaret etmiştir. “Onun için benim nur ahiret kardeşlerim, “ehvenü’ş-şer” deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müspet hareket etsinler. Menfî hareket vazîfemiz değil.”[310] ”Madem siyâsetçilerin bir kısmı Risâle-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; “ehvenü’ş-şer” olarak bakınız. Daha “azamü’ş-şer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.”[311]
Bediüzzaman Hazretleri Muhakemat eserinde “Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesiri işlemek demektir. Ehvenü’ş-şerri ihtiyar elzemdir.”[312] Diyerek ehvenü’ş-şerri zaruretler cihetinde ihtiyar etmenin lüzumunu belirtmiştir.
Ehvenü’ş-şer, büyük zulmü ve zararı önlemeye çalışmaktır. Bu cihetle ehvenü’ş-şer adalet-i nisbîyedir. Adalet-i nisbîye ise, küllün selâmeti için, cüz’î zararları kabul eden; büyük zarar olmamak için az zarara razı olmayı gerektiren izâfî adalettir. Ancak bir şartla ki adâlet-i mahzanın tatbiki mümkün değilse adalet-i izâfiyeye gidilir. Yoksa gidilmez, zulüm irtikâb edilmiş olur.
Ehvenü’ş-şer; şerrin en az zararlısı, iki kötüden daha az zararlısı demektir. Ehvenü’ş-şer, İslâm Hukûku kitabı Mecelle’de işlenmiş bir konudur. Buna göre;“Zarar-ı umûmu def için zarar-ı has ihtiyar olunur.”Bu geneli, herkesi, her şeyi kuşatmış bir zararı kaldırmak için, özel, sınırlı bir zarar seçilir demektir. “Zarar-ı eşed, zarar-ı ehaff ile izale edilir.“ Şiddetli, kat kat bir zarar, hafif olanı ile yok edilir. “İki fesad teâruz ettikde, ehaffi irtikâb ile a’zamının çaresine bakılır; iki bozgunculuk- bozulma karşı karşıya gelip taarruz ettiklerinde, hafif olanı işlenir ve böylece büyüğünün çaresine bakılır. İki şer, kötülük ve çirkinlikten daha hafif olanı seçilir. “Def-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır.” Yanlış zararlı olan şeyi def etmek, faydalıyı elde etmekten üstündür.[313]
Bütün bu ölçüler içerisinde dinimizin özelikle bu zaman ve zeminde içtimâî ve siyâsî hayata ve noktalara bakan ölçülerini, Kur’ân’ın mânevî bir tefsiri olan Risâle-i Nur prensipleriyle tahlil edip ona göre hareket etmek zorundayız.
Kâinatta hiçbir şey önemsiz ve değersiz değildir. Çünkü her şeyde Rabbimizin çok ince, tenteleli ve perdeli tecellileri vardır. Küçük bir makinede çok küçük bir parçayı yerine takmazsak o âlet çalışmaz. Bir gemide pusula çok küçüktür ve az bir yer kaplar. Ancak geminin sahil-i selâmete çıkması için en önemli bir âlet konumundadır. Kâinatın misâl-i musağğarı olan insan her şeyle ilgili ve alâkalıdır. Hiçbir şeye bigâne kalamaz. Dikkat etmemiz gereken ise; az ilgilenmemiz gerekenle çok, çok ilgilenmemiz gerekenle az ilgilenerek istikametimizi kaybetmememiz gerekir. Şunu da unutmamalıyız. Ehvenü’ş-şer zarûret durumunda tatbik edilen bir adalet-i izâfiyedir. Bu tamamıyla şartların zuhurundan sonra ortaya çıkacak bir tercihtir. Ehvenü’ş-şer hayır ile şer arasında yapılacak bir tercih değil, iki şer karşısında zorunluluktan yapılacak olan bir tercihtir.
Adalet-i mazha, adalet-i izafî, içtihad ve istişare
Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki: “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.”[314] Ayetin mânâ-i işarîsiyle, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umûmun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde, hak haktır; küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemâatin selâmeti için, bir ferdin, rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.
Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için, cüz’ü feda eder; cemâat için, ferdin hakkını nazara almaz. “ehvenü’ş-şer” diye, bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat, adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez; gidilse, zulümdür.[315]
Bilindiği üzere “Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyir ve Aişe-i Sıddıka (radıyallahü teâlâ aleyhim ecmain) arasında olan muharebe, adalet-i mahza ile adalet-i izafiye’nin mücadelesidir. Hazret-i Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn(Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihat etmiş. Muarızları ise, Şeyheyn zamanındaki saffet-i İslâmiye adalet-i mahzaya müsait idi; fakat mürur-i zamanla İslâmiyet’leri zayıf muhtelif akvam(kavim) hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenü’ş-şerri ihtiyâr” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihat ettiler. Münâkaşa-i içtihadiye siyâsete girdiği için, muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf lillâh için ve İslâmiyet’in menafii için içtihat edilmiş ve içtihattan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz.[316]
Görüldüğü üzere içtihad, sırf lillâh için ve İslâmiyet’in menâfii için ehlince yapılır. Ancak içtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır. Bu altı mani Yirmi Yedinci Söz’de[317] teferruatıyla izah edilmiştir. Bu altı mani kalkmadan yapılan içtihadlar arzidir ve reddedilir. Öyleyse bu zaman ve zeminde bu altı mani sebebiyle içtihad yapılamaz denilebilir. Zaten Bediüzaman Hazretleri en büyük bir müçtehid ve en büyük bir müceddid hükünde ümmetin ihtiyacını Risâle-i Nur ile ortaya koymuş ve gerekli içtihadı ve tecdidi yapmıştır. Madem içtihad yapmaya altı mani engel olduğuna göre bundan sonra içtihad değil, istişare yapılabilir. İstişare Allah’ın bir emri olup, ümmetin uyması ve yapması gereken sağlam ve sağlıklı bir yoldur. Meşrutiyet (meşveret) “Ve işlerde onlarla istişare et.”[318] “ Onların aralarındaki işleri istişare iledir.”[319] ayet-i kerîmelerinin tecellisidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-i nurânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir. Evet, meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umûm akvamın(kavimlerin) sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak(şevk) ve hissiyat-ı âliyeyi(ulvî hisleri) uyandırır. Uyku bes! Siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyet’in bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-i ebedîye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibka edecek; siz daha me’yus olmayınız.[320] Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyedir. “Veşâvirhüm fi’l-emr”[321] (Ve işlerde onlarla istişare et.) ayet-i kerîmesi şûrayı esas olarak emrediyor.[322] Öyleyse meşveret hem Kur’ân’ın emri, hem de Efendimiz(asm)’in tatbikatıdır. Meşveret ederken sırf Allah rızasını esas yapmak gerekir. Sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için davranmak lâzımdır. Bediüzzaman Hazretleri de “Şimdi siz, mâbeyninizde münâkaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim.”[323] Der ve “Bundan sonra her meselemizde emir, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.”[324] demektedir.
Nur Talebeleri ve siyâset
“Risâle-i Nur’un siyâsetle alâkası yoktur.”[325] Bu alâkasızlık nurlar adına siyâsete girmek ve devlet idaresine siyâsî bir parti kurarak talip olmamak mânâsındadır. Burada bir noktayı nazarlara sunalım. Dediğimiz gibi Nu Talebeleri Nurlar hesabına siyâsete giremez, ancak kendi hesabına girebilir. Bu noktaya şöyle işaret edilmiştir.” Risâle-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umûmun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dâhil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinat olur. Fakat siyâset hesabına değil, belki nurların intişarı ve maslahatı hesabına, bazı kardeşler, nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.”[326] Mesela Bediüzzaman Hazretleri’nin bir kısım talebeleri bu noktada kendi şahısları namına siyâsete girmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri ile irtibatı olan Tahsin Tola, Gıyasettin Emre vb. emsali onlalar ise mebus seçilmişlerdir. Üstadın tavsiyesi doğrultusunda kendi şahısları namına siyâsete giren bu talebeler bulundukları makamlarda yine Risâle-i Nur’a hizmet etmeye gayret etmişlerdir. Hatta Bediüzzaman Hazretleri Demokratların Emirdağ ilçe teşkilatının kurulmasında talebelerini teşvik etmiştir. Emirdağ Lahika mektupları içerinde “Mustafa, Nuri, Nuri, Hamza, Süleyman, Hasan, Seyda, Receb, İbrahim, Faruk, Muzaffer, Tahir, Sadık, Mehmed.”[327] isminde talebelerinin yazmış olduğu mektupta “Demokratlar âzalarından Nur talebeleri”[328] olarak tavsif edildiğini ve bu mektubun başında “Otuz beş seneden beri siyâseti terk eden üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’ân ve İslâmiyet ve vatan hesabına, bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle demokrat partinin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensupları ve Nur talebeleri kat’î kanâatimiz gelmiştir.”[329] Denildiğini görüyoruz. Böylece “Demokratlar âzalarından Nur talebeleri” tabiri Risâle-i Nur Külliyatı’na girmiş bulunmaktadır. Ayrıca Emirdağ Lahikası-II mektuplarından birinde ‘Demokrat NurTalebeleri namına’ Rüştü Çakın, Mehmet Süzer, Mehmet Babacan, Tahirî Mutlu, Ziver Gündüzalp”[330]’in mektubunun da “Demokrat NurTalebeleri namına” yazıldığını görüyoruz. Bu mektuplardan da anlaşıldığı gibi Nur talebeleri Demokratlar namına vazîfe almışlar ve “vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları, selef-i sâlihîn mücahidleri nazarıyla bakıyorlar.”[331] sırrının tahakkukuna çalışmışlardır.
Ayrıca Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Hamza Emek Ağabeyi pek mühim bir vazîfe ile tavzif etmiştir: “İçtimaî ve siyasî sahadaki meslek ve meşrebini tebârüz ettirmek için onu fiilen vazîfelendirmiştir. Birinci derecede O’na ve Mehmet Çalışkan’a “gidin Demokrat Partiye kaydınızı yaptırın” demiştir.[332]
Hakiki Nur talebeleri siyâsetin İslâmına karşı her daim mesafeli durmuş ve bu tarz oluşumlara ne fikrî, ne de fiili olarak destek vermemişlerdir. Çünkü bu asırda o zemin şerlidir. Ucu ecnebilerin elinde olan siyâset daireleri kaygan, muvakkat ve mütehavvildir. O dairelere giren selamet-i kalbini muhafaza edemez.”Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.”[333]dır. Demek ki devlet idaresine siyâsî bir parti kurarak talip olmaktan Nur Talebeleri şiddetle kaçıyorlar. Bu noktaya da şöyle işaret edilmiştir: “Nur talebeleri siyâsetle iştigal etmez, siyâsetten kaçıyorlar. Eğer siyâsete mecbur olsalar, siyâseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyâseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.”[334]dir. Böylece nur talebelerinin siyâsî bir cemiyet, teşkilat ve partileri olmadığı net olarak ifade edilmiştir. “Nur Risâlelerinin ve nurcuların siyâsetle alâkaları yok. Ve Risâle-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risâle-i Nur’un mensupları, içtimâî ve siyâsî cereyanlara karışmak istemiyorlar.”[335] Çünkü bu ahirzaman asrının dehşetli hârici ve dâhili cereyanları ile siyâsetli cemâatleri her şeyi kendi hesabına alıp alet ederler. Böyle kudsî bir hizmet cam parçası hükmündeki dünyevî cereyanlara ve siyâsetlere alet edilemez. Onun için meseleyi iyi tahlil etmek gerekiyor. Bu çalkantılı olan ahirzaman asrında yanlış basmak ihtimali çok kuvvetlidir. İlm-i siyâset ile, fiilî siyâseti birbirinden tefrik etmek gerekir. Nur talebeleri taallüm-ü siyâset olan ilm-i siyâseti, yani İslâmın siyâseti olan siyâset-i İslâmiyeyi taallüm etmeliler. Çükü bu noktada vazîfeleri vardır. Siyâsî vazîfe için ise Bediüzzaman Hazretleri “Risâle-i Nur’un şakirdleri siyâsetten çekilmeleri ve karışmamaları çok isabetlidir. Ve vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları, elbette selef-i sâlihîn mücahidleri nazarıyla bakıyorlar.”[336] şekliyle beyan etmiştir. Ayrıca Emirdağ Lahikası mektuplarında “Biz Kur’ân hizmetkârları ve nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakîkatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyâsete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki, demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler.”[337] Denilerek artık “vazîfe itibariyle vazîfeli bir kısım Nurcular siyâsete bakmaları”[338] zamanının geldiği belirtilmiştir.
Siyâset ve dindârlık
Bu zamanda “din düsturlarının bir hadimi olmak cihetinde güneş gibi îmânlar taşıyan bir kısım sahâbeler ve onlara benzeyen mücahidinden, selef-i salihînden başka, siyâsetçi, ekserce tam müttakî dindâr olamaz. Tam ve hakikî dindâr, müttakî olanlar, siyâsetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyâsetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindâr ise, “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye, siyâsete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakîkate alet etmeye –eğer mümkünse– çalışabilir. Yoksa, bâkî elmasları kırılacak adi şişelere alet yapar.”[339] Bilindiği üzere bu ahirzaman asrında hükmeden fen ve felsefenin tasallutuyla îmânlar zayıflamış ve çoktan beri terbiye-i İslâmiye zaafiyete uğramıştır. Bu cihetle “siyâsetçi, ekserce tam müttakî dindâr olamaz.” Hükmü verilmiştir. Özellikle “maksad-ı aslî siyâsetini yapanlarda din, ikinci derecede kalıp, tebeî hükmüne geçmesi” dini siyâsete alet etmeye mecbur olma zaruretini de göstermektedir. Bu noktada hulus-u niyetin fayda vermeyeceği ve büyük bir cinayet işlenerek bâkî elmasları kırılacak adi şişelere alet yapma mesuliyetini getireceği aşikârdır. Ayrıca “Hamiyet ayrı, iş ayrıdır.”[340] “İş ve sanat başka olduğu için, fasık bir adam güzel çobanlık edebilir; ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salâhat ve mahareti, tabir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-i kalb ve nur-i fikri cem edenler, vezâife kifâyet etmezler. Öyle ise, ya mahârettir veya salâhattir. Sanatta mahâret ise, müreccahtır.”[341] Devlet idaresi teknik ve ihtisas isteyen bir iştir. Bu cihetle öncelikle mahâret ve ehliyet ister. Çünkü ihtisas asrındayız. Elbette en ideali “salâhat ve mahâreti, tabir-i âharla fazîleti ve hâmiyeti, nur-i kalb ve nur-i fikri cem edenler” vazîfelerde istihdam edilsin. Ancak denildiği gibi bu ahirzaman asrının zaruretleri, terbiye-i islâmiyenin zaafiyete uğraması cihetiyle hem müttaki tam dindâr, hem de mahâretli ve nur-i fikir sahibi olanlar vazîfelere yeterli gelmezler. Öyleyse devlet idare etme sanatı olan siyâsette de mahâret ve ehliyet müreccahtır(tercih edilir).
Nasıl olur?
Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira, meşrutiyet(Demokrasi), hâkimiyet-i millettir; hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet(demokrasi) doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârdırlar. Gayrimüslim, reis olamaz, fakat hizmetkâr olur.[342]
Dini siyâsete âlet etmek
Din vahyîdir, ulvîdir, semâvîdir. Arzî ve dünyevî olan siyâsete ve dünya işlerine âlet edilemez. Çünkü din hakîkatleri elmas mesâbesinde, dünyaya ait işler kırılacak cam parçası hükmündedir. Ancak bir zamanlar bir kısım dindâr ehl-i siyâset, dini siyâset-i islâmiyeye alet etmeye çalışmışlardı.[343] Hâlbuki alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”[344] Ayrıca bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin zaafıyla İttihad-ı İslâm adına siyâset yapanlar “dini siyâsete alet etmeye mecbur olacağından”[345] din adına siyâset yapmanın hatar-ı azime yol açacağı bir hakîkattir. Bu cihetle elmas değerindeki dini hakîkatlerin cam parçasına hükmüne indirilmesi büyük bir cinayettir.
Öyleyse “Biz Risâle-i Nur şakirtleri, Risâle-i Nur’u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz. Hem Kur’ân bizi siyâsetten şiddetle men etmiş. Evet, Risâle-i Nur’un vazîfesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imânî olan hakîkatlerle gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imâna getiren kuvvetli burhanlarla Kur’ân’a hizmet etmektir. Onun için Risâle-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz. Kur’ân’ın elmas gibi hakîkatlerini, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyâset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakîkatlere ihanet etmemektir.”[346]
Bu cihetle “Risâle-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibâdet-i tefekkürîye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibâdet şekli değişir. Yani, çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kur’ân’ı başına siper eder. Başına gelen zarar Kur’ân’a geldiği gibi, Risâle-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimal edilmemeli. Evet, Risâle-i Nur’a ilişenler tokatlar yerler; yüzer vukuat şahittir. Fakat Risâle-i Nur, tokatlarda istimal edilmez ve niyet ve kasıtla tokatlar gelmez. Çünkü sırr-ı ihlâs ve sırr-ı ubudiyete münafidir.”[347]
Siyâseti dine alet etmek
Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel[348] Eski Saîd’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Saîd siyâsetle, içtimâiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat, sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyâsete alet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ! Belki, o bütün kuvvetiyle siyâseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakîkatini bin siyâsete tercih ederim.”[349] “Evet, biz dini siyâsete âlet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyâseti mutaassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı, bizim siyâsete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman,[350] vazîfemiz siyâseti dine âlet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun. Elhasıl: Bize işkence edenlere, siyâseti asabiyetle dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, biz de siyâseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saadetine çalışmışız.”[351] Nur talebeleri ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i îmâniye cihetiyle, değil dini siyâsete âlet yapmak, belki de siyâseti dine âlet ve tâbi yapmaya çalışmışlardır. Görüldüğü üzere Nur Talebeleri dini siyâsete âlet etmemeye, belki siyâseti dine âlet, dost ve vesile etmeye çalışmışlardır. Dini siyâsete âlet edenlere de aynı Üstadları gibi davranarak yol vermemişler ve ikazlarını yaparak nokta-i istinad olmamışlardır. Çünkü bu yol veballi bir yoldur.
Müsbet Siyâset
Risâle-i Nur Külliyatı’nda müsbet siyâset için muktesit meslek[352] tabiri kullanılır. Bediüzzaman Hazretleri “İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşat eden bir zata[353] rast geldim. Siyâsetteki muktesit mesleği bana gösterdi.”[354] Der. Böylece siyâsette de ifrat ve tefritten âzâde orta yolu gösteren muktesit yani israfsız, iktisatlı bir yol olan müsbet siyâsetin var olduğu görülür. “Siyâsetteki muktesit meslek”, ifrat ve tefriti reddederek, “muktesit meslek” tabiriyle ortaya koyulan “vasat” yol olan “sırat-ı müstakim”in ihtiyar edildiği bir tarzdır. Bu yol Bediüzzaman Hazretleri tarafından Kur’ân ve sünnetten bu ahirzaman asrında içtimâî ve siyâsî bir vazîfe olarak deruhte edilmiştir. Böylece Kur’ânî ve sünnete uygun siyâset metodu da ortaya çıkarılmıştır. “Siyâset âleminde”[355] de vazîfeli olan Bediüzzaman Hazretleri bu vazîfeyi Eski Saîd döneminde ve 1949’dan sonraki hayatı olan Üçüncü Saîd döneminde tekmil ederek deruhte etmiştir. Böylece siyâseti dine alet, dost ve vesile yapma şeklinde sürdürülen bu destek Ahrar ve Demokratların iktidâr yerinde muhafaza edilmesi ve onlara her zaman, zemin ve şartta nokta-i istinad olunması ile devam etmiştir.
Menfî siyâset
Daha önce de bahsettiğimiz gibi Risâle-i Nur’da ihtiyacımız olan her mesele ehemmiyetine binâen her Risâlenin kendi riyasetinde bir vazîfesi ve makamı olması cihetiyle yer almıştır. Menfî siyâset tabiri de Sünûhât Risâlesi’nde yer alır. “Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyâset namına istifade edildi zannıyla, şerîata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfî siyâsetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”[356] Evet, çok mühim ve bir o kadar da dikkate alınması gereken bir nokta-i acayip!
Otuz sene halife olan zat merhum Sultan Aldülhamid Han’dır. Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid Han Hazretleri’ni iki cihetten değerlendirmiştir. Birinci ciheti; Abdülhamid Hân şevketli bir padişah ve şahsen velî bir zattır. Ancak; “Din dâhilde menfî tarzda istimâl edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyâset nâmına istifâde edildi zannıyla şerîata gelen tecavüzü gördünüz.”[357] diyerek şerîatı istibdâd şeklinde tatbîk etmeye kendini mecbûr bilmesi; dolayısıyla da içtimâî ve siyâsî kusûr işlediğini söylemeye çalışmıştır. Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid’in şahsını değil, uyguladığı metodunu tenkit etmiş ve o metodun menfî siyâset olduğunu açıkça belirtmiştir.
Şimdi burada Bediüzzaman Hazretleri’nin şu tasnîfi yaptığını görüyoruz. Bir zat şahsen velî olabilir ve çok sâlih de olabilir. Ancak bu, hayatının başka alanlarında kusûrlu olmaz ve olamaz mânâsına taşımaz. Bu bakış açısı bizlere Risâle-i Nur’un kazandırdığı ayrı bir metot olsa gerek. Demek ki bir insan şahsen fazîletli olabileceği gibi, o fazîleti onun hiç kusûr işlemeyeceği anlamına da gelmez. Ya da siyâsî ve içtimâî kusûr işlemesi, o kişinin şahsî fazîletini büsbütün yok etmez.
Öyleyse meseleye şöyle bakabiliriz. Sultan Abdülhamid Han şahsî fazîlet itibârıyla veli bir kişi idi, ancak siyâsî ve içtimâî hayatta özellikle mecbûriyet tahtında içtimâî ve siyâsî kusûr işledi. Bu siyâsî ve içtimâî kusur bir nevi menfî siyâset metodunu ortaya çıkardı. Çünkü özellikle “menfî siyâset nâmına istifâde edildi zannıyla şerîata gelen tecavüzü gördünüz”[358] tespiti ile dinin ve şerîatın zarar gördüğü ifade edilmiş oldu. Böylece dinin dâhilde menfî tarzda istimal edilmesi netice itibarıyla menfî siyâsetin istimaliyle şerîata ve böylece Müslümanlara zarar verdi. Öyleyse şimdiki menfî siyâsetçilerin fetvalarından istifade edecek olan ve hançerini İslâm’ın ciğerine saplamış olan İslâm’ın en şedit hasmına azami dikkat etmek gerekir. Ümmeti bu noktadan ikaz ve irşad etmek vazîfesi nur talebelerinin çok mühim bir vazîfesi ve vecibesidir.
Bedîüzzamân Hazretleri hiç bir meseleye toptancı bir yaklaşımla bakmamıştır. İnsaf düstûru ve hakperestlik onun vazgeçilmez şer’î ölçüleridir. Bedîüzzamân Hazretleri kimden gelirse gelsin mutlaka hatâları söylemiştir. “İstibdat zulüm ve tahakkümdür, meşrutiyet adalet ve şerîattır. Padişah, Peygamberimizin(asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere (asm) tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar, haydutturlar.”[359] Demiştir.
Siyâsî Tarafgirlik
El-hubbu lillâh, ve’l-buğzu fillâh, ve’l-hükmü lillâh[360] olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır. Evet, el-buğzu fillâh, ve’l-hükmü lillâh[361] demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.[362] “Bir tarafa tarafgirlik hissi, tarafgir nazarı, taraftar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir, belki alkışlar. Halbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür.”[363]
Tarafgirlik ikidir. Biri hak namına olursa, haklılara melce ve sığınılacak yer olur. Bu müsbet tarafgirliktir. Diğeri ise menfî tarafgirliktir ki nefis istimâl eder ve haksızlara melcedir, onlara nokta-i istinad teşkil eder. İşte bu tarafgirlik hak namına değil, nüfus-u emmare hesabına çalışır. Şeytan bu tarafgirlik damarını çok işletir. Menfî tarafgirliğin hassa-i mümeyyizesi garazkârlık, adavet, kin, öfke, nifak, şikak ve zulümdür. Ehl-i imânın istimal etmemesi gereken kötü bir haslettir. Tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakîkati değiştirir. Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet verir. Tarafgirlik hastalığı hayat-ı içtimâîyece gayet muzırdır.
Hele ki bu zaman ve zeminde siyâsetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. “Hem Tahtîecilik fikri (Kendi görüş ve mezhebinin dışındaki her şeyi, her fikri hatalı görmeyi meslek edinme.), sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbâı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesânüd-ü ervâh (ruhların dayanışması), tevhid-i kulûb (kalblerin birliği), tehâbbüb (sevgi gösterme, muhabbet etme) ve teâvüne (yardımlaşmaya) büyük rahneler (yaralar ve zararlar) açmıştır.”[364] “Tarafgir bir muannit, kendi a’mal-i hayriyesinde hasmına tefevvuk ister(Üstünlük, üstün olma, üstüne çıkmak ister). Halisen livechillâh amele pek de muvaffak olamaz. Hem, hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte, ef’al ve a’mal-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet, husûmet ve adavetle kaybolur.”[365] Böylece “vasıta-i halâs ve vesile-i necat olan ihlâs zayi olur.”[366] “Tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakîkat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor.”[367]
Birisinin günâhıyla başkası mesul olamaz
Kur’ân-ı Hakîm’in bir kanun-i esasîsi olan “Hiçbir günâhkâr başkasının günâhını yüklenmez.”[368] nass-ı kat’îsiyle, Kur’ân’ın bir kanun-i esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-i esasî ki, “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.”[369] kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günâhkâr olup ahirette mesul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-i esasî çabuk düstur-i esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye iki Harb-i Umûmînin gösterdiği tahribatın emsaliyle, esfel-i sâfilîn olan o vahşî irticaa düşecek.[370] Kur’ân’ın bir kanun-i esasîsiyle, yüzde doksan masuma zarar gelmemek için on cani yüzünden asayişi bozmaya çalışanları men ediyorlar.[371] Öyleyse “Birisinin hatası ile başkası, partisi, akrabâsı mes’ul olmaz, olamaz.”[372]
“Hiç bir günâhkâr başkasının günâhını yüklenmez.”[373] İşte siyâset-i şahsiye, cemâatiye, milliyeye dair en âdil bir düstur-i Kur’ânî. “Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.”[374] İşte mahiyet-i insaniyede dehşetli kabiliyet-i zulüm. Sırrı şudur: Beşerde, hayvanın aksine olarak, kuva ve müyul fıtraten tahdit edilmemiş. Meyl-i zulüm, hubb-i nefis dehşetli meydan alıyor. Evet, ene ve enaniyet’in eşkâl-i habisesi(pis, kötü şekilleri) olan hodgâmlık(keyfini düşünmek, bencil), hodbinlik(yalnız kendini ön plâna çıkarmak, bencillik), hodendişlik(yalnız kendisi için endişe duyan), gurur ve inat o meyle inzimam etse(birbirine ilâve olunsa, katılsa, eklense), öyle ekberü’l-kebairi(büyük günâhların en büyüğünü) icat eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız cehennem olabilir.
Evvelâ, şahıs itibarıyla, bir şahıs çok evsafa(vasıflara) camidir. Onların içinde bir sıfat adaveti celp etse, birinci ayetteki kanun-i İlâhî iktiza eder ki, adavet o sıfata inhisar etsin, mecma-ı evsaf-ı masume olan şahsına yalnız acısın ve tecavüz etmesin. Hâlbuki, o zalûm-i cehul, tabiat-ı zalimâne ile, bir cani sıfat için o evsaf-ı masumenin hakkına da tecavüz edip, mevsufa da husumet, hatta onda da iktifa etmiyor, akrabasına da, hatta meslektaşına da zulmünü teşmil eder. Bir şeyin müteaddit esbabı olduğundan olabilir, o cani sıfat da kalbin fesadından değil, belki hariç bir sebebin neticesidir. O hâlde sıfat caniye değil, kâfire de olsa, o zat cani olamaz.[375] Şimdiki tarafgirâne ve taassubane siyâset taraftarlarının kulakları çınlasın!
Siyâsetle hizmetin meşkûk ve muhal oluşu
“Rivâyette var ki, ‘Fitne-i âhirzamân o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.’[376] Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden(ahirzaman fitnesinden) istiâze etmiş, azab-ı kabirden sonra ‘Mesîh Deccalın fitnesinden… Âhirzamân fitnesinden… (sana sığınıyoruz Allah’ım).’[377] vird-i ümmet olmuş.”[378] İşte böyle bir zaman diliminde hükmeden âhirzamân fitnesi ve onun hâkimiyeti döneminde tatbîk edilen şerli ve menfî siyâset dikkate alınmak zorundadır.
Âhirzamân eşhaslarının zuhûru ve hâkimiyeti döneminde siyâset asıl maksadının haricine çıkartılarak, menfî ve şerli bir hâl almıştır. Bu zamanda menfî ve şerli siyâset menfâat üzerine binâ edilmiş ve canavarlaşmıştır. Halbuki ”Menfaat üzerine dönen siyâset canavardır.”[379] Âhirzamân fitnesi dinsizlik rejimi için siyâseti dinsizliğe âlet etmiştir. Şerli bir siyâset tatbîkata konulmuş ki bu azamüş’şerdir.
Âhirzamânın şerli siyâseti ile hayır icrâ’ etmek mümkün değildir. Onun için de hayr-ı mahz olan îmân ve Kur’ân hizmeti şerli olan âhirzamân siyâsetine binâ’ edilmez ve o âlet ile hizmet edilmez. Eğer edilirse şerli siyâset, îmâna ve dine zarar verecektir. O halde şerli siyâsetten kaçmak, hatta Allah’a sığınmak icâb ediyor.
Âhirzamânda şerli siyâset tarafgir ve taassuplu bir hâl kesbettirerek kalbleri ifsâd, akılları geveze eder ki, Bedîüzzamân Hazretleri de “Evet, bu zamanda siyâset, kalbleri ifsâd eder ve asabî rûhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i rûh isteyen adam, siyâseti bırakmalı.”[380] demiştir.
Hem böyle fırtınalı bir zamanda şerli bir siyâsetle dine hizmet edilmez. Çünkü muktezâ-i hâl ve zarûretler buna imkân vermemektedir. Bedîüzzamân Hazretleri de “Fakat ilim itibârıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimâîye ve dünyevîyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühîm, en lüzûmlu, en selâmetli olan, îmâna hizmet cihetini tercih ettim.”[381] demektedir.
Menfî ve şerli siyâseti metod olarak kullananlar kendi fasık taraftarlarını melek, muhaliflerindeki sâlih insanları da şeytan görür ve gösterebilirler. Böylece zulmeder veya zulme ortak olurlar. Böyle şerli bir siyâsetten Bedîüzzamân Hazretleri “İşte, ben de, Nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için, ‘Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti’ deyip, siyâset topuzunu atarak, iki elimle Nura sarıldım.”[382] diyerek şerli siyâsetten kaçtığını beyan etmiştir.
Hareket noktası, aşk-ı İslâmiye ve hamiyet-i dîniye olması gerekirken; bu asrın şerli siyâseti, siyâsetçilik ve tarafgirlik hastalığını şırınga ederek ehl-i dînî de âlet etmiş ve aynı bataklık zeminine çekerek kalbleri ve akılları şaşırtmıştır. Böylece şerli siyâset dalkavukları, ehl-i İslâm arasında oluşan iftirâklardan ve ayrılıklardan âzamî derecede istifâde etmiştir.
Menfî tarzda bir siyâseti hayat sahnesine süren âhirzamân fitnesi, menfî siyâseti ehl-i dîne de istimâl ettirerek bu tarlada menhus bir mahsûlat ekmiş ve istediği icrâatini böylece dahâ kolay tatbîk etmeye koyulmuştur. Halbûki Bedîüzzamân Hazretleri bu yolun meşkûk olduğunu söyler. Şöyle ki: ”Dokuz on sene evveldeki Eski Saîd, bir miktar siyâsete girdi. Belki siyâset vasıtasıyla dîne ve ilme hizmet edeceğim diye beyhûde yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzûliyâne, hem en lüzûmlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.”[383]
Hayat-ı beşeriye bir bataklığa girdi
Şu zamanda siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi mevzular mergub metâ olarak hükmünü icra ediyor. Çok silik söz ve efkâr, içtimâî ve siyâsî hayatta arz-ı endâm ediyor. İslâm’ın yüksek ve yüce siyâset-i âliye-i İslâmiye prensipleri yerine fevrî, şahsî, nefsî ve indî fikirler ve prensipler ikâme ediliyor. Hâlbuki siyâset-i âliye-i İslâmiye prensiplerini de Risâle-i Nurlar deruhte etmiş ve ümmete çıkış reçetesi olarak sunmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahika mektuplarında Risâle-i Nur ve şakirtlerini mümkün olduğu kadar ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyâsetli cemâatlere hiçbir alâka peydâ ettirmiyor ve o cereyanlara temastan men ediyor.[384] Bunun hikmetlerini ve en ehemmiyetli sebeplerini de izah ediyor.
On Altınca Lem’a’da da bu “cereyanlara” hiç temas etmediğinin ve alaka kurmadığının hikmetlerini izah ediyor. Bu Lem’a’yı tahlil ettiğimizde şu hakîkatleri anladığımızı ifade etmek istiyoruz:
”Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyâsîye karşısında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimalle ferah verecek bir teşebbüs etmek lâzımken…[385]” Demek ki o yıllarda heyecanlı bir vaziyet-i siyâsîye hadisesi olmuş. Bediüzzaman Hazretleri bu hâdiseye karşı, ahirzaman fitnelerini teşhis edip tanıdığı için nefsî ve hissî değil, tamâmen işârât-ı Kur’ânîye ve ihbârât-ı hadîsîye çerçevesinde bir bakış ve duruş sergiliyor. Çünkü beşeriyet, ahirzaman asrının çok şiddetli ve dehşetli bir faslına girmiş bulunuyor. Bu nedenle de bu heyecanlı vaziyet-i siyâsîyeye karşı da hiç teşebbüs etmiyor. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri’ne esbab silsilesinin arkasındaki hakîkat huzmeleri ilhâm ve ihtâr ediliyor.
”O vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilâkis, beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum.[386]”Bediüzzaman Hazretleri bu cümle ile de anlaşılıyor ki o heyecanlı ve zahiren ferah verecek siyâsete hiç ehemmiyet vermiyor ve kendisine eziyet edenlerin lehinde bir fikir beyan ediyor. Bu duruş çok mühim ve ilginç bir durumdur. Bizlere de mükemmel bir mihenk konumundadır. Demek ki zahiri perdeler arkasında bâtınî hakîkatler var ki Bediüzzaman Hazretleri Kur’ânî bakış ile mes’elelere yaklaşıyor ve zahirî hadiselere Kur’ân penceresinden bakıyor ve O’na baktırılıyor.
”Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyâseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Aynen bu gün Bediüzzaman Hazretleri’nin mesleğine tam sadâkat ve tam sebat edip duruş sergileyen talebelerine de sorulan sorular Üstâd’a da soruluyor ve Üstâda hayret edenler aynen bu günkü talebelerine de hayret ediyorlar. O halde çok isabetli bir yerde duruluyor.
Bu suallere Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği cevapları takip ederek devam edelim inşâallah.
”Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir.[387]” İşte burada ahirzamanda dinsizliğin iki cereyanının kuvvet bulduğu anlaşılıyor. Bu cereyanlar fen ve felsefe ile kalbleri bozuyor ve îmânları zedeleliyor. Bu dehşetli cereyanlar hem hariçte hem de dâhilde tezahüre başlıyor ve böylece âhirzamanın en dehşetli zaman dilimine girilmiş oluyor. Bu dönemi Bediüzzaman Hazretleri On Üçüncü Mektupta şöyle ifade ediyor.
“Belki hizmet-i Kur’ân, beni hayat-ı içtimâîye-i siyâsîye-i beşeriyeyi düşünmekten men’ediyor. Şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ânın nûruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi.”[388] Bütün mes’ele bu bataklıktan hayat-ı beşeriye nasıl kurtulacak ve beşere hususan ehl-i imâna ne gibi çareler sunulacak? Çünkü bu bataklık beşer tarihinde en dehşetli ve şiddetli bir bataklıktır. Bütün ümmetin o fitneden istiaze ettiği bir dönemdir. Kırk vefiyattan ancak birkaç kişinin imânla kabre girdiği bir zaman faslıdır. Hâricî ve dâhilî dinsizlik cereyanlarının hüküm sürdüğü fitne-i ahirzaman devridir. Pekâlâ, bu bataklıktan nasıl kurtulunacak? Bediüzzaman Hazretleri bu noktayı şöyle izah ediyor: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze îmân esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İmân kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îmân üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”[389] İşte Bediüzzaman Hazretleri’nin “Hey efendiler! Ben îmânın cereyanındayım. Karşımda îmânsızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.”[390] Dediği nokta tam da bunun içindir. Bütün mesâilerin îmân üzerine teksif edilmesi.
Böylece Kur’ân, Bediüzzaman Hazretleri’ni hâricî ve dâhilî dinsizlik cereyan-ı azimeleri devrinde siyâset canibi ile hareket etmekten men ediyor. Çünkü bu zamanda Kur’ân’ın nûruyla görülmüştür ki beşer tarihi emsâli görülmemiş bir bataklığa girmiştir. O bataklıkta bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor.[391] İşte bu bataklıktan Ümmet-i Muhammediyeyi(asm) sahil-i selâmete taşıyacak olan gemi hizmet-i Kur’âniye olan Risâle-i Nur gemisidir. Çünkü o zamanın siyâset gemisinin dümenine hâricî ve dâhilî cereyanlar geçmişler ve aralarında müthiş bir ittifak ve ortaklık vardır. Hâricî ve dâhilî cereyanlar, gemilerinin rotasını tamamen dünyaya ve cehenneme doğru çevirmiştir. O gemiye dümenci olmak akıl kârı olmadığı için Bediüzzaman Hazretleri Kur’ânın nûru ile o geminin istikametinin felaketini görmüş ve ehl-i İslâmı o gemiye hem binmekten, hem de onlara muhabbetten muhafaza etmek için eserlerini yazarak onların mahiyetini deşifre etmiştir. Aldanmamak ve yanlış basmamak için gerekli ikaz ve ihtarları Kur’ân’ın tâlimi ve nûru, Efendimiz(asm)’in dersi ve talimi ile bildirmiştir. İşte Kur’ân’ın hâdimi olan Bediüzzaman Hazretleri sefine-i nuh gibi yeni bir ihya hareketi ile bütün mesâisini hâricî ve dâhilî cereyanların yalancı dünyasından ve gemisine binilmemesinden yana kullanmış, ehl-i imânı kurtarma yoluna seçerek imânları kurtarmaya çalışmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri “Kur’ân-ı Hakîmin hizmeti, beni şiddetli bir surette siyâset âleminden men etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu.”[392] Der. Çünkü “Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi.”[393] tespiti bu noktaya işaret eder. Bu bataklıktan beşeriyeti sahil-i selamete çıkarmanın çaresini yine Kur’ân-ı Hakîm göstermektedir. Böyle bir zamanda Kur’ân, siyâset topuzu ile hareket etmekten ehl-i imânı men etmiştir. Ayrıca “Risâle-i Nur’daki şefkat, hakîkat, hak, bizi siyâsetten men etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.”[394] Hem de “Husûsan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.”[395] Siyâset tarafgirliği ise ihtilâle sebebiyet veren vaziyetleri genişletiyor. Hâdisat-ı âlem buna şahittir. Ayrıca “bu gaflet zamanında, husûsan tarafgirâne mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne.”[396] getirdiğinden Kur’ân şu zamanda siyâset metodu ile mücâhede yoluna izin vermiyor.
Öyleyse hayat-ı beşeriye girdiği bu bataklıktan nasıl çıkacak? Beşer bu yolda boğulmaktan nasıl kurtulacak? Bediüzzaman Hazretleri ”Bunun çare-i yegânesi nûrdur, nûr göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, îmânlar kurtulsun.[397]” diyerek hakîkî kurtuluş yolunu göstermektedir. İşte reçete budur. Bu zamanın kurtuluş reçetesinin çare-i yegânesi nûrdur, nûr göstermektir. Çünkü ahirzamanda dinsizliğin iki cereyan-ı azîmesi kalbleri bozmuş ve îmânları zedelemiştir. Hatta bu cereyanlar ehl-i imânın kuvvetli efkârı içine girmiş, bozmuş ve zehirlendirmek için dessâsâne çalışmıştır. Bu ejderhanın imânın erkânına ilişmesine mukabil Kur’ân dersleri ve nûrları ile yani imân-ı tahkiki kılıcıyla îmânlar kurtarılmalıdır. Çünkü Kur’ân-ı Hakîm “dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakîkati gözlere gösterecek derecede kuvvetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.”[398] Böylece Risâle-i Nur, “dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun(Kur’ân’ın) mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara ihtiyaç bırakmıyor.”[399] Bu sırr-ı azîm içindir ki, Risâle-i Nur şakirtleri dünya siyâsetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar.[400]
Bediüzzaman Hazretleri ”Eğer siyâset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden dahâ fenadır.”[401] Tespitini de aktarıyor. Eğer nûr hizmeti yerine, siyâset topuzu ile harekete geçilse ve kalbler siyâset metodu ile ıslah etmeye çalışılsa ve galip de gelinse münafıkane ve aldatmak ile iş gören ahirzaman cereyanları dahâ da şirretleşecek ve kendisini dahâ da gizleyip nifaka inkilab edecektir. Ehl-i İslâm bu tuzaktan ne yazık ki kurtulamıyor ve siyâset topuzu ile sünnetullah ve âdetullaha muhalefet ederek daha şiddetli musibetlere giriftar oluyor. Defalarca denenmiş olan siyâset topuzu metodu her defasında ehl-i îmâna büyük bedeller ödettiği halde, halen sünnetullaha aykırı olan bu metodun istimal edilmesi akıl kârı değildir.
”Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez.”[402] Diyerek devam eden Bediüzzaman Hazretleri kesinlikle siyâset topuzuyla (yoluyla) bu mücahedenin olmayacağını açıkça belirtiyor. Siyâset tarzı yani ahirzaman fitnelerini siyâsetle mağlup etme yolu bu zamanda kalbi ıslah etmez. Bu hakîkati esâsında haber veren Efendimiz(asm)’dir. Üstâd da bu habere istinaden bu zamanın mücahede metodunu ortaya koymuş ve tam bir Peygamberî duruş sergilemiş ve sünetullaha uymuştur.
Bediüzzaman Hazretleri ”Hem nûr, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nûra sarılmaya mecbur olduğumdan, siyâset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.”[403] der. Buraya göre de hem nur, hem topuz ikisi bir arada olmuyor. Ya’ni din adına girişilen siyâset metodu ya da devleti önceleyerek kalbleri ıslah ve îmânları kurtarma yolu geçersizdir. Çünkü bu yol hem meşkûk, hem de sünnete ve Kur’ân’a uygun değildir. Öyleyse ne yapılmalıdır? Bu noktanın izahını On Üçüncü Mektup’dan devam edelim: “Bir nûr göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir. Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor.[404]” Evet, bîçare ve yüzde seksen mütehayyir olanları kurtarmak için, yüzde seksen adamın o bîçare ve mütehayyirleri kurtarmak için topuz (siyâsetle irşad ve ihya) metodu kullandığı tespiti insanı hayrette bırakıyor. İşte ehl-i imânın aldandığı ve yanlış bastığı nokta burası olmalıdır. “Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nûr gösterilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nûr olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam “Acaba nûrla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telaş eder. Hem de bazan ârızalarla topuz kırıldığı vakit, nûr dahi uçar veya söner.”[405] Burada üstünde durulması icab eden bir nokta da “bir elinde hem sopa, hem nûr” olmasıdır. Yani ehl-i dinin hem siyâset, hem de imân hizmetini birlikte yapmasıdır. Bütün ümidini topuza havale eden ve fütuhat ve fereci siyâsetten bekleyenleri ise çok büyük tehlike bekliyor. Çünkü zaman zaman siyâset topuzu dâhilî ve hâricî cereyanların karıştırması ve müdahalesi ile kırılıp dağıtıldığında nurun dahi uçması büyük bir handikaptır. Hâlbuki sadece Kur’ân nurlarına çalışanların böyle bir problem ve inkisar-ı hayale düşmesi mümkün değildir. Çünkü onların hizmeti sadece ve sadece nurdur ve Kur’ân hakîkatleri ile yüzde seksen o bîçare ve mütehayyirlerin ebedî hayatını kurtarmaktır. Dâvâları siyasî ve dünyevî olmadığı için mütehavvil siyâset cereyanlarının arızaları onlara etki etmez. Onları geniş dairenin cazibedâr ancak ehemmiyetsiz hâdiseleri etkilemez ve gelişen siyâsî ve içtimâî keşmekeşlikler onları inkisâr-i hayale uğratmaz.
Maddî cihadın muktezâsı ve siyâsette ehil olmak
”Amma maddî cihadın muktezâsı ise, o vazîfe şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecâvüzâtına sed çekmek için topuz(siyâset) lâzımdır.”[406] Bunun içindir ki “Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir.”[407] Çünkü “Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır.”[408] Bundan dolayıdır ki harici tecavüze karşı siyaset ile mukabele edilir ve ehline göre kâfirin veya mürtedin tecâvüzâtına sed çekmek için siyaset topuzu lâzımdır.
Amma cihad-ı haricîyi Şeriat-ı garranın(parlak şeriatın) berahin-i kàtıasının(kat’i delillerinin) elmas kılıçlarına havale edeceğiz. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar(cebir, zor) ile değildir. Biz muhabbet fedaîleriyiz; husumete vaktimiz yoktur.[409] Bu zamanın cihadı, muhabbet ve tahabbüpledir(sevgi göstermeyledir), tahvif(korkutma) ile değildir.[410] Hem de onları medenî biliriz. Medenîlere ikna ve muhabbetle galebe çalınır. Bahusus, en vahşî zamanlarda, bu kadar edyan(dinler) ve akvam-ı muhtelife(muhtelif kavimler), ferman-ı “Dinde zorlama yoktur”[411] ile medeniyet-i İslâmiyede masun kalmıştır.[412]
Bediüzzaman Hazretleri yüzer kıymettar talebelerinin “hizmet-i Kur’âniye-i Nuriyeyi bırakıp maddî cihad topuzuna el atma[413]”larını istemez. Çünkü din-i İslâma ve Kur’ân’a hizmet cihetinde fevkalâde bir rahmet ve inâyetle Risâle-i Nur ihsan edildiğinden ve âlemşümûl bir mânevî cihad-ı diniye ve hizmet-i Kur’âniye maddî cihaddan daha selametli, müstakim ve zarûrîdir. Risâle-i Nur, maddî cihad yolunu ise ehline havale etmiştir. Asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır.[414] Bu cihetle dâhilde müsbet hareket metodu istimal edilmeli ve mânevî hizmetler yapılmalıdır. Siyâset mânâsını da taşıyan maddî cihadı ise ehli istimal etmelidir. Hâricî tecavüze karşı da maddî cihad yapılabilir. “Hem dâhildeki cihad-ı mânevî, mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır.”[415]
On Altıncı Lem’a’da geçen “maddî cihadın muktezâsı” ile ilgili bahsin üst kısımları dikkate alındığında siyâset mânâsını da taşıdığı anlaşılmaktadır. Çünkü siyâset yolu ile yapılan cihâd da maddî cihadın bir cihetiddir. Bediüzzaman Hazretleri cümleyi “o vazîfe şimdilik bizde değildir” diyerek tamamlıyor ve şimdilik o metodla hareket edilmemesi gereğini nazar-ı dikkatlere sunuyor. Hâlbuki maddî cihad, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecâvüzâtına sed çekmek için lâzımdır. Dikkat edilirse kâfirin veya mürtedin tecâvüzâtına sed çekmek için lâzım olan topuzun kullanılması için şart, ehline göre olunmasıdır. Yani siyâset noktasında ehliyet lazımdır. Bu noktaya Münâzarât’ta şöyle işaret edilmiştir: “Hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Fakat iş ve san’at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mehâreti, tâbir-i âharla(diğer bir tabirle) fazîleti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezâife kifâyet etmezler. Öyleyse, ya mahârettir veya salâhattir. San’atta mahâret ise müreccahtır.[416]” Devleti idare etmek olan siyâset de bir san’attır. San’atta mahâret ise müreccah olduğu için “ehline göre” mânâsını Münâzarât’taki bu kısım şerh ve izah etmektedir. Hem devlet idaresi selâhiyet ve ihtisas isteyen bir iştir. Tam mükemmel olan ve arzu edilen “salâhat ve mehâreti, tâbir-i âharla fazîleti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezâife” gelmeleridir. Ancak hayat-ı dünyevîyenin muhafazası için bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.[417] Hem de tarafgirâne efkâr sahipleri, damarları ve âsabları tehyîç edip bâtın-ı kalbe kadar, hattâ hakaik-i imâniyenin elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor.”[418] Bu noktalarda dikkate alındığında bu ahirzaman asrında “salâhat ve mehâreti” cem etmek müşkülleşmiştir. Öyleyse siyâset mânâsını da taşıyan maddî cihadda da mahâreti ve ehliyeti esas almak gerekiyor.
Yine Münâzarât’ta Bediüzzaman Hazretleri’ne “Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur? “ suali sorulur. İlgili suale verilen cevap çok manidârdır: “Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi.(Görüldüğü gibi saatçi, makineci ve süpürgecilik ihtisas ve maharet isteyen san’atlardır.) Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır.”[419] Ayrıca “Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, san’atkâr bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir; Şerîat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusandaki mesâlih-i siyâsiye(siyâsî fayda ve hikmet) ve menâfi-i iktisâdiye (ekonomik menfaatler) dahi ekserî bu kâbilden olduğundan, reddetmemek lâzım gelir.”[420] Böylece devlet idaresini hizmetkâr olarak gören Bediüzzaman Hazretleri ehliyetli olanların yani san’atta mahâretli olanların -şahsî kusur ve evsaflarının bakmayarak- devlet işlerinde vazîfe almalarında bir beis görmez.
Bu ahirzaman asrında merak yüzünden ve âfâkî hâdisâtın verdiği sarhoşâne gafletten dolayı insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla farz ve lâzım vazîfelerin zararına içtimâî ve siyâsî hâdiseler ve o geniş boğuşmalara sevk olunan insanlar dinini ve uhrevi hayatını dahi tarafgirâne mefkûrelere âlet etmeye mecbur olmak zarûretinde kalıyor. Hem de “Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbî olmalı ki, aldanmasın.”[421] Harikulâde bir zühd-ü kalbî olamacaklarına göre bu günkü siyasete girenlerin aldanmaması mümkün görünmüyor.
Bu hakîkatlere binâen bu zamanda madem siyâsetçi ekserce tam müttakî dindâr olamaz. Öyleyse bu hakîkat atlanılmamalıdır. Hem çoktandır terbiye-i İslâmiye zedelenmiş ve şimdiki siyâsetin menfaat üzerine çarhı işleyen cinayetine karşı dini siyâsete âlet etmeye mecbur olunacağından, sadece dindârlık ve salâhat vasıfları maddî siyâsetin muktezâsı olamaz. Çünkü artık ilcaât-ı zaman ve zarûret gereği asrımız ehliyet ve ihtisası mecburi kılmaktadır. Bu nedenledir ki Bediüzzaman Hazretleri de “Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecâvüzâtına sed çekmek için topuz lâzımdır.”[422] Diyerek maddî cihadın muktezâsının dindâra göre değil, ehline göre olacağını bildirmiştir.
Dâhilî ve Hâricî Cerayanlar
Bediüzzaman Hazretleri “Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur.”[423] Der ve bu yolculuğun ahirzamanın kıyamete yakın bir faslında bulunduğunu belirtir. “Fitne-i ahirzamanın müddeti uzundur; biz, bir faslındayız.”[424] Diyen Üstad Hazretleri “Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak.”[425]tespitini aktarır. Bu cereyanlar hâricî ve dâhilî olarak iki cereyandır. Bunlardan harici olanını “kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebîde ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi”[426] olarak tespit eder.
Hâricî ve Dâhilî cereyanlar ahirzaman asrında hurûc edip, dinsizliğin iki cereyanı hükmünde tahribatını icra etmektedir. Hâricî cereyanın, kökü ecnebide kendisi içeride olup; dâhilî cereyanla ittifak hâlinde çalışmakta ve dehşetli olarak tahribatlarını yapmaktadırlar.
Bediüzzaman Hazretleri hâricî cereyanı ayrıca şu şekilde tarif eder: “Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyâsetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsâd için insanlarda ve insan cemâatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını(makam hırsını), kiminin tamâhını, kiminin humkunu (ahmaklığını), kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de taâssubunu işletip siyâsetine vasıta ediyor.[427] Bu hâricî cereyan “Siyâsetinin hassa-i mümeyyizesi(seçkin özelliği), fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfâat yolunda her alçaklığı irtikâp etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfîliktir.”[428] Hâricî cereyan tahribatını bu esâslar üzerine yaparken; içerdeki dâhilî cereyan ise aldatmakla iş görecek, münâfıkâne davranacak, nifak perdesi altında Risâlet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, ehl-i nifakın başına geçip, şerîat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır.[429]
Üstâd Bedîüzzaman Hazretleri “perde altında ve üstünde ehemmiyetli cereyanlar rol oynuyorlar.”[430] diyerek bu cereyanların ehemmiyetli tahribat yaptığına işaret etmektedir. “Hem bu zamanda, ehl-i îmânın vahdetine çok zarar veren bazı siyâsî cereyanlar”[431] bulunduğunu da belirtir. Talebelerini “ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyâsetli cemâatlere hiçbir alâka peyda ettirmiyor; Risâle-i Nur ve şakirtlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan menediyor.[432] Çünkü sırr-ı ihlâs bu teması ve alakadârlığı kabul etmiyor. Öyleyse o cereyanların kuvveti yerine inâyet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmak gerekiyor.
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri “İslâmiyet ve Kur’ân aleyhindeki hariçteki cereyanlar elbette dâhilde bazılarını bulmuşlar ki, Kur’ân lehinde cidden çalışanları uçurmak, kaçırmak, evham vermek gibi propagandalarla hakikî fedakâr olmayan veya dünya ile ve fazla dostlarla alâkadar olanları evhamlandırıyorlar. Ve Nurcuların da kuvve-i mânevîyelerini kırmaya çalışıyorlar.”[433] tespitlerini yapmaktadır.
Bu cereyanlara karşı şu tespit ve tavsiyelere müraat etmek elzem görünüyor:”Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.”[434] Bu evsaflar şuraya dayalı, mütesânid bir heyetin şahs-ı mânevîsinde ancak içtima edebilir. O halde o şahs-ı mânevîye dâhil olup itimad etmek zarurî görünüyor.
Bediüzzaman Hazretleri dahi bu dehşetli cereyanlara mesleğini kaptırmamak için “vazîfe-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var” dediği bir mektubunda “Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazîfeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”[435] demektedir. Çünkü “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyâset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.”[436] denilmektedir.
Ahirzamanın bu dehşetli cereyanları nazar-ı dikkate almak gerekmektedir. “Yoksa kat’iyyen haricî cereyanlar dâhilden birisini kendi hesabına istimal edecek, sonra onu da vuracak. Buna binaen Risâle-i Nur tarafgirane cereyanlara giremez. Bütün ehl-i îmâna kardeş nazarıyla bakıyor, müsbet hareket ediyor. Başka mesleklerin tezyifiyle uğraşmıyor, menfî hareketi beğenmiyor.”[437] Bu zamanda, ehl-i îmânın vahdetine çok zarar veren bazı siyasî cereyanlar var. Bu siyâsî cereyanlar, siyâsetli cemâatler olarak hükmünü icra ediyor. Ehl-i imân arasında tefrikayı en fazla bu siyâsetli cemâatler çıkarıyor. Bediüzzaman Hazretleri de bu cereyanlarla temastan hem Risâle-i Nur’u hem de talebelerini uzak tutuyor. Çünkü: “Şimdi muhtelif garazkâr çok cereyanlar perde altında kendilerine tarafdar bulmak ve muarızlarını çürütmek için her çeşit desiseleri istimal ettiklerinden, Nur dairesindeki kardeşlerimize bir hakîkatı beyan etmek lâzım geliyor. Tâ ki kudsî hizmet-i Nuriye ve îmâniyeye bir zarar gelmesin. Birincisi: Risâle-i Nur’a girenin birinci vazîfesi, tam sadakat ve tam sebat etmektir. Yoksa hem kendine zarar, hem binler hakikî mü’minler olan Nurculara yardım lâzım gelirken fütur verir. Elhasıl: Nurcu bir şakird, iki vazîfe-i içtimaîsi var: Birincisi: İhlâs. Hiçbir dünyevî menfaatı hizmetinde niyet etmemek. İstemeden menfaat gelse, Allah’a şükreder. Hem sadakat ve tam sebat etmek gerektir. GAYR-i MÜNTEŞİR > Muhtelif Lahikalar > Emirdağ-1 Mektupları [Üstad] >İkincisi: Tam tesanüd ve kardeşlerini tenkid etmemek, kuvve-i maneviyelerini kırmamak ve hiçbir vecihle rekabet etmemek ve kusuru varsa örtmektir.”[438]
“Sakın, dünya cereyanları, hususan siyâset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin.”[439] Diyen Bediüzzaman Hazretleri’ne kulak vermek ve sadakte demek boynumuzun borcu olmalıdır.
Avrupa’dan gelen iki cereyan
Bedîüzzamân Hazretleri “İstanbul siyâseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat (kendi başına hareket eden) değiliz, bilvasıta (başkası vasıtasıyla) müteharrikiz (hareket ediyoruz). Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim (uyutmak) ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne (sağırcasına) tahribimizde eser-i telkini icrâ ederiz.”[440] diyor. Haricî cereyanları ise, “müsbet ve menfî” olarak iki kısma ayırıyor. “Mâdem ki, menbâ Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müsbettir” [441] tesbitini yapıyor. İçimizden bir hareket, “eğer menfîye kapılırsa” (harf gibi) başkasındaki bir mânâya delâlet eder, yani “kendisindeki bir mânâya delâlet etmez” diyor.
Bedîüzzamân Hazretleri haricî cereyanın menfîsine kapılanlar için şu kesin hükmünü veriyor: “Demek bütün harekâtı bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü irâdesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti (ihlâslı niyeti) fayda vermez. Hariç cereyanının kuvvetine bir âlet-i lâya’kıl (akılsız âlet) olur.”[442]
Haricin müsbet cereyanına gelince ise, Bedîüzzamân Hazretleri’nin teşhis ve tesbitine göre, bu cereyanın dâhilde muvafığı (uygunu) olduğu için, (isim gibi) kendisinde bulunan bir mânâya delâlet eder, hareketi kendinedir. Teba’î (ikinci derecede) haricedir.” hükmünü veriyor. Böyle bir hareket, harici kendine âlet-i lâyeş’ur (şuûrsuz âlet) edebilir.”[443] Birincisinde, kendi harekâtını haricin menfî cereyanına kaptırarak, o menfî cereyanın akılsız âleti olurken; ikincisinde ise; kendi harekâtı, haricin müsbet cereyanına muvafık düştüğü için, o haricî müsbet cereyanı kendine “şuûrsuz bir âlet” yapabiliyor. Yani o cereyan farkında olmadan kendi hizmetine girmiş oluyor. Şayân-ı dikkat bir nokta!
Şeytan, siyâset ve şer
Bediüzzaman Hazretleri’nin “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti”[444] dediğini biliyoruz. Bu cümleyi ilk defa 1920 yıllarında Sünuhat eserinde kullandığını görüyoruz. Daha sonraki yıllarda telif edilen eserlerinde ve mektuplarında da sık sık kullandığına tevafuk ediyoruz. İçtimâî hayatta Bediüzzaman Hazretleri’nin bu ifadesi çokça istimal edilip bazen de bir savunma psikolojisi olarak kullanılmaktadır. Halbuki söylenen bir sözün muhatabı, makamı, zamanı ve zemini dikkate alınmalıdır. “Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ne makamda söylemiş?” olan bir kaide-i esasiyeyi nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam.”[445]
Öyleyse “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti(Şeytandan ve siyâsetten Allah’a sığınırım)” cümlesini de bu cihetle değerlendirmek lazımdır. Bu cümlenin hakiki sebeplerini ve hikmetlerini Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda şöyle ifade etmiştir. İslâmiyetin hayat-ı içtimâîyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin, “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan bina gibidir.”[446] hakîkatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyâsetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hadisatlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyâseti terkettim.”[447] Eski Saîd o çeşit siyâset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim, kendi fikr-i siyâsîsine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyâsetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti. Eski Saîd ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyâsîyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin. Bunun için, Eski Saîd “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti” dedi. Ve otuz beş seneden beri siyâseti terk etti.[448] İşte böyle bir tarafgirâne ve taassubâne şerli bir siyâsetten Bediüzzaman Hazretleri şeytandan kaçar gibi kaçtı ve bu tür her hâl ve harekette de kaçmak icab ediyor. Çünkü bu çeşit siyâset tarafgirliği akıl, izan, hak ve adalet ölçülerinden uzak olduğu için muhatap kabil-i hitap değildir. Bu tür muhatabiyetlerde en iyi çare “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti” diyerek şerli ve menfî siyâsetten şeytandan kaçar gibi kaçmak olmalıdır.
Nur mu, Topuz mu?
Burada siyâset metodu olan topuz ile Risâle-i Nur hareketi olan nur arasındaki metod farkını ortaya koymaya çalışacağız. Topuz ve nur meselesi Risâle-i Nur’da On Üçüncü Mektup ve On Alltıncı Lem’a’da geçmektedir.
Siyâset metodu olan topuz, metodik olarak devlete talib olur, önce kurumsallaşmak, siyasallaşmak ve siyâsî hâkimiyetin kurulmasını önceler. Risâle-i Nur hareketi olan nur metodu ise insana tâlib olmuştur. Böylece öncelik insan ve îmândır. Bedîüzzamân Hazretleri bir ihyâ ve tecdid hareketi ile arsın insanlarının îmânlarını kurtarmayı aslî gâye edinmiştir. Akıl, kalb ve rûhlarda bir îmân inkîlabı başlatmıştır. Siyâseti bu asli hizmetine vesile ve vasıta yapmaya çalışmıştır.
Siyâset metodu olan topuz, siyâsî teşkilat kurarak ve partileşerek devleti idâre etmeyi terk etmeyerek resmi bir surette cemiyetler teşekkül ettirmiştir. Risâle-i Nur hareketi olan nur metodu ise siyâsî teşekkül kurmaktan kaçınmış ve hiç bir siyâsî teşekküle ve partiye nurlar namına fiilî iştirak etmemiştir. Sadece haklı tarafa sahip çıkmış, ancak siyâsete -devleti idâre etme mânâsında- girmemiştir. Onun için de hareketi siyâsî değil, îmânidir. Ancak siyâsete yön vermiş, siyâsetçilere vazîfelerini ihtâr ederek uyarmıştır. Haklı tarafa nokta-i istinad olmuştur. Ahrar ve hürriyetçi çizgi olan Demokratlara destek verilmiştir. Ayrıca Kur’ân ve sünnet ölçüsünde siyâsetin stratejisini çizmiş ve tecdidini yapmıştır. Bedîüzzamân Hazretleri devlet idâresini teknik ve akademik noktadan ele almış ve ehline havâle etmiştir. Tarafgirâne ve taasûbâne bir siyâsetten şeytandan kaçar gibi kaçmıştır. Çünkü “İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur. Muhalif tarafında eğer meleği görse, libasını değişmiş onu şeytan zanneder; adâvet, lânet eder.”[449] diyerek önemli bir düstûru hayata tatbik etmiştir.
Siyâset metodu olan topuz dikey bir yöntem uygulamış ve tepeden inmeci bir yol seçmiştir; Risâle-i Nur hareketi ise yatay bir metod uygulamıştır. Bedîüzzamân Hazretleri asr-ı saadet metodunu asrımıza taşımış ve sünnetullah ile hareket etmiştir. Mekkî bir îmân, Medîne gibi bir hayat ve tekrar Mekkî bir fütûhat metodunu seçmiştir. Bu metod Bedîüzzamân’ın îmân, hayat ve şerîat olarak formül ettiği sünnetullah metodudur. Çünkü “Risâle-i Nur mesleği, tarîkat değil, hakîkattir, Sahâbe mesleğinin bir cilvesidir.”
Siyâset metodu olan topuz, kemiyetle hareket etmeyi önemsemiştir; Risâle-i Nur hareketi ise keyfiyetle hareket etmiştir. Kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değildir. Kıymet, kemiyette değil, keyfiyettedir. Bâ’zan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir.
Siyâset metodu olan topuz, hizmetlerinin gereği olarak maddî cihada hamletmiş; Risâle-i Nur hareketi ise mânevî hizmeti benimsemiştir. Ayrıca müsbet hareket düsturu tatbik edilmiştir.[450] Dâhilde maddî cihad ihtiyar edilmemiş, îmân ve ilim ile mânevî cihad yöntemi uygulanmıştır. Özelikle “İhtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.”[451] Sırrınca masumlara zarar gelmemesi için dâhilde maddî cihad yolu red edilmiştir. Bu hakîkat On İkini Şua’da şöyle ifade edilir: ”Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve Umûmî Harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette o da elzem(zalim) olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı adî bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimânesiyle, o ehl-i hak dahi, bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler. İşte, kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyâsetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur.”[452]
Siyâset metodu olan topuz kalabalık meydanlara hitap etmiş; Risâle-i Nur hareketi ise önce sayıları onu geçmeyen ihlâs, sadakat ve tesanüt sıfatlarını taşıyan bir kısım fedakârlarla hizmet-i imâniye dâvâsına başlamıştır. Onlar ne kadar da az olsalar, manen bir ordu kıymetinde ve kuvvetinde sayılırlar.
Çok önemli bir fark: Siyâset metodu olan topuz “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse kâfirdir… (ila ahir)[453] hüccet ederdi. Bedîüzzamân Saîd Nursî “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse kafirdir…(ila ahir)[454] hüccet edenlere, “Biçâre bilmezdi ki “Kim Hükmetmezse” bimânâ “Kim tasdik etmezse”dir.[455] şeklinde ayeti tefsir ederdi. Böylece tefsir noktasında da Bedîüzzamân Hazretleri ehl-i sünnet çizgisinde hareket ederek müceddid geleneğine uygun cumhur-u müceddidine muhâlefet etmemiştir. Ahirzamanın dehşetli dinsizlik cereyanlarını dikkate almış, içtimaî ve siyasî hayatta ehvenüşşerri ihtiyar etmiştir.
Nur talebelerinin siyâsete bakışı
Bediüzzaman Hazretleri müceddid-i âhirzaman olarak husûsî olarak bütün müslümanların, umûmî olarak da beşeriyetin dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarına cevap verebilecek hakîkatleri ve prensipleri Kur’ânî dersler olarak Risâle-i Nurlar’da göstermiştir. Ancak bazı mes’eleler sırr-ı imtihân ve hikmet-i ibhâm sırrıyla perdeli ve Risâle-i Nur Külliyatı’nın bütünü içersine derc edilmiş ve serpiştirilmiştir. Bu hakîkatlere ve prensiplere ulaşmak için şahs-ı mânevî içersinde kalarak gayret sarf etmek ve müteferrik bahislerin bir araya getirilmesi için çalışılmalıdır. Yoksa resmin parçaları bir araya gelmez ise tamamı görülemez ve âhirzaman fitnelerinin desiseleri ve asrımızın müfsid edici propaganda-i siyâset araçları ve cereyanları bizleri aldatabilir ve yanlış bastırabilir. Bu cihetten aldanmamak, aldatmamak ve yanlış basmamak için imânî, İslâmî ve itikâdî mevzuların yanında; sosyal, siyâsî ve heyet-i içtimâî prensiplerini ve mevzularını da Risâle-i Nur’dan ortaya çıkarmalı, o prensiplerle hareket etmeliyiz. Çünkü Risâle-i Nurlar bütün ihtiyaçlarımıza cevap verebilecek mâhiyette târîh-i beşer noktasında emsalsiz harîka eserlerdir.
Biliyoruz ki içtimâî, siyâsî ve sosyal hadiselerle herkes az çok ilgileniyor. Risâle-i Nur talebeleri de içtimâî, siyâsî ve sosyal hadiselere Risâle-i Nur ile bakarlar. Risâle-i Nurlar Kur’ân’ın mânevî bir tefsiri olması hasebiyle Kur’ânî bir metod ta’kîb eder. Ya’nî Risâle-i Nurların hocası yine Risâle-i Nurlardır. Onun için Risâle-i Nurların bir mes’elesini diğer bir yer şerh ve îzâh eder. Bu kareleri birleştirip bakmak dahâ isabetlidir. Yoksa belirli dönemlerin şartlarına göre, Bediüzzaman Hazretleri’nin aldığı duruşları onun hayatının ve Risâle-i Nur’un tamamına teşmil edersek hakîkate tam müttali olamayabiliriz.
Bediüzzaman Hazretleri Eski Saîd devresinde siyâsetle ziyâde alâkadar olmuştur. Bu devrede kesinlikle dini siyâsete âlet etmemiş, sadece siyâseti dine âlet ve dost yapmıştır. Bu duruşunu “Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Saîd’in bu dersinden anlaşılıyor ki, o Saîd siyâsetle, içtimâîyat-ı İslâmiye ile ziyâde alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyâsete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ, belki o bütün kuvvetiyle siyâseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakîkatini bin siyâsete tercih ederim.”[456] şeklinde ifade etmiştir. Ancak Yeni Saîd devresinde şartlar değişmiş; içtimâî ve siyâsî hayat için “Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.”[457] düstûru ile yeni bir dönemin işaretlerini ve duruşunu göstermiştir. Hem “Belki hizmet-i Kur’ân, beni hayat-ı içtimâîye-i siyâsiye-i beşeriyeyi düşünmekten men ediyor.”[458] diyerek ehemmiyetli bir Kur’ânî düsturu nazarlara sunmuştur. Çünkü bu dönemde maddî ve mânevî dehşetli fitneler ve fırtınalar başlamıştır. Bu fitne ve fırtına cereyanları her şeyi kendi hesâbına aldığı ve âlet ettiği için Bediüzzaman Hazretleri bu cereyanlara karşı Kur’ân’ın emrine uymuş ve Cedde-i Kübra-i Kur’ânîye olan mesleğini o cereyanlara kaptırmamıştır.
Peygamberimiz (asm) ise bu zamânâ işâret ederek “O zamânâ yetiştiğiniz zaman, siyâset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.”[459] tavsiyesine müracâatla Bediüzzaman Hazretleri duruşunu siyâsetten kaçarak ve bakmayarak göstermiştir. Ayrıca “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır.”[460] ayetinin makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücâhede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyâsî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukâbil mânevî bir cihad-ı dinî, imân-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakîkati gözlere gösterecek derecede kuvvetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.”[461] Öyleyse hem hadîs-i şeriflerin beyanı, hem de Kur’ân’ın işaretiyle bu zamanda siyâset topuzu -metodu- ile mukabele etmek fıtrata ve sünnetullaha aykırı bir yoldur. Hem Efendimiz(asm)’in ihbarı, hem de Kur’ân’ın işareti ile bu zamanda “mânevî bir cihad-ı dinî, imân-ı tahkikî kılıcıyla ve mânevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla” yapılacağı açıkça beyan edildiği halde, bu metodun zıddına hareket edilerek, ümmeti ve masumları zulme ve belalara sokmanın vebali anlaşılmış olmalıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu duruşu da doğru, Kur’ân’a, sünnete ve ahirzaman asrının şartlarına uygundur. Risâle-i Nur külliyatının te’lîf tarihinin sonlarına kadar bu duruş devam etmiştir. Ancak Afyon hapsi Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülür. Üstâd bu zamânâ kadar dünyaya ve siyâsete bakmamayı büyük bir kusur olarak görür ve bu vazîfeyi bilmemenin ise kendisine bir kusur teşkil etmediğini bildirir.[462] İşte bu tarihten sonra Bediüzzaman Hazretleri, Eski ve Yeni Saîd’in bir bileşkesi hükmünde kabul edebileceğimiz Üçüncü Saîd olarak görülür. Bunu ifade eden cümle şöyledir: “Afyon hapsinden sonra Üstad-kendi tabirince-bir nevi Üçüncü Saîd olarak görünüyordu.”[463] Bu dönemde Üstâd ne Eski Saîd, ne de Yeni Saîd’dir. İki Saîd’in mezci bir vaziyet görülür. Vazîfesi gereği Eski Saîd eserlerini (Münâzârat, Sünûhât, Divan- Harb-i Örfî, Hutbe-i Şâmîye…) tekrar toplar; şerh, îzâh, tanzim ve haşiyelerle tekmilini yaparak Risâle-i Nûr Külliyatına dâhil ettirir. Böylece 1950 yılından sonra da Emirdağ Lâhikası II. Ciltteki içtimâî ve siyâsî ölçüler mektuplarla yazılarak siyâsî vazîfe de tahakkuk ve tekemmül etmiş olur.
Bizler Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatının bütününe ve Risâle-i Nur külliyatının da küllüne bağlı kalarak ve hayatımıza bakan her bir hadiseye bu ölçülerle bakmaya çalışıyoruz. Çünkü her duruşumuzun altında Risâle-i Nur’dan bir düstûrun olduğunu delilleriyle ortaya koyuyoruz. Bizler bütün ehl-i îmânı Allah için seviyoruz ve kardeş biliyoruz. Ancak bu kardeşlik bazen siyâset noktasında olmayabiliyor. Çünkü Üstadımız öyle demiştir. “Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler imân hakîkatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz-fakat siyâset noktasında değil.”[464] Bu noktanın ayrımını net olarak yapan Bediüzzaman Hazretleri, bizlere de çok mühim bir noktayı ve çizgiyi mihenk olarak göstermiş oluyor. Burada ifade edilen “onlarla dostuz ve kardeşiz-fakat siyâset noktasında değil” cümlesi ile siyâsetteki takip ve tatbik edilecek olan metodun diğer ehl-i imânın istimal ettiği metod ile aynı olmayacağı, farklı bir metod takip edileceği, bu metodun direkt Kur’ân ve sünnet kaynaklı olduğu ve asr-ı saadette uygulanmış olan sünnetullah metodunun asr-ı ahirzamanda da aynı olacağını anlıyoruz. İşte Nur Talebeleri bu noktaya da bakan vazîfelerini tam sadâkat ve tam sebat düsturları ile deruhte etmeye çalışıyorlar.
Burada önemli bir noktayı nazar-ı dikkatlere sunmak isteriz. Bir mes’ele ister îmânî olsun, ister İslâmî olsun, isterse içtimâî ve siyâsî olsun; eğer Risâle-i Nur’da yer almışsa o nurdur. Topuz değildir. Öyleyse Risâle-i Nur bütün olarak serapa ilimdir ve nurdur. Onun içindir ki nur incitmez ve nura karşı kavga edilmez. Öyleyse bizler Risâle-i Nurların bütününe sahip çıkmakla, bütün kuvvetimizle nura çalışmalıyız ve çalışıyoruz.
Nur Talebeleri devlet yönetimine tâlib olma ve devleti yönetme mânâsında siyâsetle ilgilenmezler. Siyâsete, hizmet-i îmâniye ciheti ile bakarlar. Taallüm-ü siyâset, yani bir anlamda siyâsetin ilmini yaparlar. Taallüm-ü siyâset ise, siyâset değildir.
Nur Talebelerinin vazîfeleri hem imânî, hem İslâmî, hem de içtimâîdir. Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri, üç devre-i hayatı ile bir bütündür. Risâle-i Nur da bütün eserleriyle bir bütündür. Siyâsî konularda da, Risâle-i Nur ölçüleriyle hareket edilmelidir. Herkesin bir içtimâî ve siyâsî kanâati varsa, elbette ki Nur Talebelerinin de Risâle-i Nur’a dayanarak içtimâî ve siyâsî bir kanâati olmalıdır. Bu gâyet normal bir durumdur. Risâle-i Nur’un içtimâî ve siyasî hayata getirdiği ölçülerde muharrik, Kur’ân ve sünnet-i Resulullah’ın asrımıza bakan içtimâî prensipleridir. Bu sebeple de, taassûbî ve tarafgirâne siyâsetçilikle iltibâs edilmemelidir.
Nur Talebeleri ubûdiyet kastı ile karşılık beklemeden, sırf Allah rızâsı için çalışırlar. Çünkü “Ubûdiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubûdiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhrevîyedir.”[465]
Din ile siyâset ilişkisi açısından, vakıa olarak üç tarz-ı siyâset olagelmiştir: “Siyâseti dinsizliğe âlet etmek, dini siyâsete âlet etmek ve siyâseti dine âlet ve dost kılmak.” Biz elbetteki müsbetini (siyâseti dine âlet ve dost kılmayı) tercih etmeliyiz. Risâle-i Nur’un ölçülerini anlatmak bizim vazîfemizdir. Neticesine karışmayız, çünkü o vazîfe-i İlâhîyedir. Demokrasi ve demokratlık bir din veya dindârlık değildir. Bir dünya görüşü ve dünyevî bir sistemin adıdır. Çünkü “Seyyidü’l-kavmi hâdimühüm.”[466] Yani, “‘Memûriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.‘ Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kânûn-u esâsîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kânunda olmazsa şahsa geçer. İstibdâd, mutlak keyfî olur.”[467]
Nur Talebelerinin vazîfesi Nur göstermektir, ‘topuz tutmak’ değildir. İki elimiz var, yüz elimiz de olsa ancak Nura kâfidir. Topuzu tutacak elimiz yoktur. Topuzu ehline havale etmeliyiz. Ehil olmanın ölçüleri de Risâle-i Nur’da belirtilmiştir. O ehiller için nokta-i istinâd olmak, onlara vazîfelerini ihtar etmek, kuvve-i mânevîye olarak destek vermek, hatta onların muvaffâkiyeti için duâ etmek, azamüş’şerden kurtulmak için ehven-i şer olarak bakmak ve tercih yapmak da bir vazîfedir. Bu mânâda Bedîüzzamân Hazretleri içtimâî hayata bakmayı da “Kur’ân menfaatine kendimizi mecbûr biliyoruz.”[468] diyerek açıklamıştır.
Nur Talebelerinin hareket prensipleri Risâle-i Nur’dandır. Kıyamete kadar da bu prensipler geçerlidir. İçtimâî hayata bakmak da bir nev’î vazîfedir. Çünkü “Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana [âhirzamânda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacaktır.][469] karşı daima Kur’ân hakîkatlerini muhâfazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyâsete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbûr ediyormuş. Şimdi mecbûriyetle bakmaya lüzûm oldu.”[470] denilmiştir.
Âlem-i İslâmın problemleri hem imânî, hem İslâmî, hem de siyâsîdir. Müslümanların îmânî ve siyâsî hastalıklarının çözümü ise Risâle-i Nur’da vardır. Bu cihetle Risâle-i Nur ümmetin kurtuluş reçetesidir.
Sosyal hayatta bir işte muvaffak olmak isteyen, Allah’ın kâinata koymuş olduğu fıtrî şerîata yani yaratılış kânûnlarına veya sünnetullah da dediğimiz kevnî şerîata uygun davranmalıdır. Fıtrat kânunlarını tanıyarak onlara muvafık hareket edilmelidir. Aksi bir durumda yaratılış kânunları olan fıtrat, muvaffakiyetsizlikle cevap verecektir. Öyleyse içtimâî ve siyâsî hayata âit heyetlerde ve olaylarda umûmî cereyana ve yaratılış kânûnlarına zıt hareket etmemek lâzımdır. Fıtrata karşı mücâdele edilmez. Çünkü fıtrat fıtrî olmayan fiilleri reddeder.
Bedîüzzamân’ın şerîat anlayışı ile İslâm’ı siyâsal tarzda anlayıp tatbîk edenlerin şerîat anlayışı aynı değildir. Buna şöyle işâret edilmiştir: ”Demek şerîatı isteyenler iki kısımdır. Biri, muvâzene ile zarûreti nazara alarak, müdakkikâne meşrûtiyeti şerîata tatbîk etmek istiyor. Diğeri de muvâzenesiz, zâhirperestâne, çıkılmaz bir yola sapıyor.”[471] Bu çok önemli bir farktır.
Nur Talebeleri duruşlarını Risâle-i Nur’a göre ayarlamalıdır; dışarıdan fikir ve görüşlere göre değil. Çünkü Bedîüzzamân Hazretleri müceddid-i âhirzamân olarak talebelerini başka içtihâd ve fikirlere muhtaç bırakmamıştır. Zaman ve gelişen hâdiseler Bedîüzzamân Hazretleri’ni tasdîk ediyor. Böylece zaman kaydını izhâr ediyor ki itirâz edilmez. Çünkü “Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhâr etse, i’tirâz olunmaz.”[472] bir kâidedir. Bedîüzzamân Hazretleri Kur’ân’ın içtimâî ve siyâsî hayata bakan yorumunu ve tefsîrini de yapmıştır ki, bütün yollar oraya çıkacaktır. Öncelikle âlem-i İslâm ve insanlık buna muhtaçtır. Bu dersleri sesimizin çıktığı kadar matbûât âlemiyle bütün dünyaya işittirmeliyiz.
Nurcular, Demokratlar ve Siyâset
Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lâhika mektuplarında “Bizim siyâsete bakmamıza mecburiyet-i kat’iyye olduğu zaman, vazîfemiz siyâseti dine âlet ve dost yapmaktır.[473]“ demekte ve “Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı(Bu cereyanlardan birisi; Komünist, dinsizlik cereyanı. Diğeri; Türkiye dâiresinde dinsizliği neşretmek için, ifsâd komitesi nâmında bir komite.[474] Bu iki cereyan aynı zamanda “Âhirzamanda kuvvet bulacak olan iki dinsizlik cereyanıdır.[475]”) daima Kur’ân hakîkatlerini muhâfazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyâsete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu.”[476] demektedir.
Acaba hangi hâdiseler oldu da dünyaya ve siyâsete şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu? Bu suâlin cevâbı On Dördüncü Şua’da şöyle îzah ediliyor. “Makâm-ı iddianın asılsız isnâd ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazîfe-i hakîkiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim. Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazîfeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakîkat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”[477]
Bu savunma Afyon mahkemesine ve Ağırceza Reisine yazıldığına göre târîhi 1949 yılı olmalıdır. Bu yıllarda Anadolu’da yeni siyâsî gelişmeler başlamıştır. Aynı zamanda bu tarih Bediüzzaman Hazretleri’nin de devre-i hayatında yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu dönem Üçüncü Saîd devresidir. Isparta Hayatı’nın başında “Afyon hapsinden sonra Üstad-kendi tabirince-bir nevi Üçüncü Saîd olarak görünüyordu. Çünkü, bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezâhür edecekti; küllî bir inkişaf olacaktı.”[478] Denilerek Üçüncü Saîd devresinin Afyon hapsinden sonra başladığı görülmektedir. Demek oluyor ki Bediüzzaman Hazretleri bu târîhten sonra(1949–50) “vatan, millet ve din namına mükellef olduğu büyük bir vazîfeyi” deruhte etmek için tekrar içtimâî ve siyâsî mes’elelere bakmaya başlamıştır. Çünkü âlem-i İslâmı’ın Kur’ân ve sünnete göre imânî, İslâmî ve itikâdî ihtiyaçlarının yanında; siyâsî ve içtimâî ihtiyaçlarının da müceddid-i ahirzaman olarak tefsîr ve tecdidinin yapılması gerekiyor. Ümmetin istikameti noktasında girmiş olduğu âhirzamandaki bataklıktan kurtuluş reçetesinin tam olarak tahakkuk vazîfesi tekmil edilmelidir.
Yine 1946’dan sonra Anadolu’da Ahrar ve Demokratlarlar tekrâr hayat bulmuş ve dirilmiştir. Bu harekete Bediüzzaman Hazretleri bigâne kalmamıştır. Bu noktaya şöyle işaret etmiştir: ”Bu defa, birkaç gün zarfında Ahrarların başına geçip milletin mukadderatına sahip çıkması sebebiyle… bir hakîkati ifşa ediyorum.”[479] Şöyle ki ”Otuz beş senedir ki siyâseti bırakmıştım ve Nurculara da “Bırakınız” diyordum. Sebebi, siyâset ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, bazı münâfıklar dindârları perde yapıp dini siyâsete âlet; sonra da siyâseti dinsizliğe âlet etmeye çalıştıklarından safdil dindârların hatırı için bir-iki defa siyâsete baktım, gördüm ki: Bizi bu üç-dört mahkemede “Dini siyâsete âlet ediyor” diye ithâm edenler kendileri dessâsâne dini tezyif etmek için kendileri, sonra da siyâseti dinsizliğe âlet etmek için dinsizlik düstûrlarını kànuna bağlamak gibi dünyada hiç bir şeddat, hiçbir zalimin yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir meyusiyetim içinde, hürriyet başında bizimle, yani İttihad-ı Muhammedi(asm) Cemiyeti ile, ittihadçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve mânen bizimle, yani İttihâd-ı Muhammedî ile müttefik olan Ahrar fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeâir-İslâmiyenin başında olan ezân-ı Muhammediyeyi farmasonların zincirini kırıp ilan etmesiyle; siyâsetten kat’ı alâka eden, eskide “İttihad-ı Muhemmedî” şimdi “Nurcular” nâmını alan ve İttihâd-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risâle-i Nur benim bedelime konuşuyor dedim, yüzümü çevirdim.”[480] Görüldüğü gibi Bediüzzaman Hazretleri “Ahrar fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı.” diyerek “Otuz beş sene siyâset sahnesinden çekilen Ahrarların tekrar dirildiğini ve vazîfe başına geçtiğini belirtiyor. Burada özellikle Ahrarların bizimle(Hem mânen eski İttihad-ı Muhammedîden (a.s.m.) olan yüz binler Nurcularla[481]), yani eskide “İttihad-ı Muhemmedî” şimdi “Nurcular” nâmını alan ve İttihâd-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimizle müttefik olunması câlib-i dikkattir.
Ayrıca “Evet, Nurcular, siyâsetlerle alâkaları olmaz. Yalnız îmân hakîkatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyâseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşâallah, bir sebep çıkar (Haşiye) o istibdâdı kıracak, mâsum ve mazlum Nurcuları kurtaracak.”[482] cümlesindeki ‘Haşiye’ şöyledir: “Demokrat çıktı, bir derece kırdı.”[483] Bir diğer yer ise Emirdağ Lâhikası’nda “Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan bu vatanda tezahüre başladığını gördüm.”[484] şeklindedir. Bu başka cereyandan kasıt da “Demokrat çıktı” ifadesinin te’yididir. Yine bu çıkan cereyan ve sebep için Hilmi Uran’a yazılan mektupta da “size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakâik-i imâniye nâmına çıksaydı, birden sizi mağlûp ederdi.”[485] denilerek Demokratların ilk çıkan reisinin (Celal Bayar’ın) tam mükemmel bir reis olmadığı, ancak buna rağmen Ahrar Demokratların başına geçen bu mümessilin aleyhine de geçilmediği önemli bir noktadır. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri mes’elelere şahıs merkezli değil, fikir ve misyon merkezli bakar. Aynı târîhlerde Millet Partisi daha dindâr ve ekserî dindârların desteğini aldığı halde, zâhirî perdeler arkasında hükmeden âhirzaman fitnelerinin desîseleri Bediüzzaman Hazretleri’ne ihtâr edildiğinden hadiselere bu cihetten bakar ve baktırır. Zaman çok dehşetli olduğundan, maddî ve mânevî cereyanlar her şeyi kendi hesabına alıp istimâl ettiği için çok müteyakkız olunmalıdır. Kur’ânî prensipler olan Risâle-i Nurlar ile az mütehassis, metin, sağırca bir şahs-ı mânevî ile hareket edilmelidir.
Din namına meydana çıkmak lâzım (mı?)
Bu konu Sünuhat Risâlesi’nde şu şekilde yer almaktadır. “Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”[486] Görüldüğü üzere dinsizlik karşısında din namına harekete geçilmesi lüzumu potansiyel olarak toplumun zihninde var ki bu sual sorulmuş. Bu suale karşı verilen cevap şöyle: Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı.”[487] Burada bahsedilen kat’î şart çok önemli. Çünkü insanı umûmda harekete geçirici muharrikler çok çeşitli olabilir. İnsanı harekete geçirici muharrikler siyâsetçilik, tarafgirlik, taassub, enaniyet, hubb-u cah, hırs-ı câh, siyâsetçiler, ideolojiler, unsuriyetçilik, hırs-ı intikam, tamah(açgözlülük), ahmaklık, dinsizlik, şahıslar, partiler…vb. olabilir. Ancak Bediüzzaman Hazretleri’nin tespiti ile insanı özellikle Müslümanları harekete geçirici muharrikin “aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye” olması gerektiğidir. ”Eğer muharrik veya müreccih(tercih ettirici), siyâsetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir.”[488] Kim ki tarafgirâne ve taasubâne siyâsetçilik ile harekete geçip tercih yapıyorsa tehlikeli bir yola girmiş demektir.
“Birincisi(muharrik aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye) hata da etse, belki ma’füvdür(affedilir). İkincisi(muharrik veya müreccih(tercih ettirici), siyâsetçilik veya tarafgirlik) ise isabet de etse, mes’uldür.”[489]
Burada ifade edilen siyâsetçilik veya tarafgirlik ile hareket edenlerin “isabet etmesi” meselesini nasıl anlamalıyız? Bu isabet hak ve hakikan namına değil, siyâsetçilik ve tarfgirlik adına olduğu için menfî siyâset hesabına geçeceğinden “Eğer siyâset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.”[490] kısmındaki “siyâset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa” şeklinde iktidara da gelinse mânâsında anlamak icap ediyor. Böylece din namına meydana çıkanların muharrik veya müreccih(tercih ettirici) vaziyeti, siyâsetçilik veya tarafgirlik ve dini siyâsete alet etme mecburiyeti olduğundan isabet de etse, mes’ul olma durumu nazarlara sunulmuştur.
Pekâlâ, kimin “aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye” veya “siyâsetçilik veya tarafgirlik” hesabına harekete geçip tercih yaptığını anlayacağız? Çünkü bu durumda herkes hulus-u niyet içersinde olduğunu söyleyebilir. Hatta kendilerinin de “aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye” hesabına herekete geçip tercih yaptıklarını söyleyebilirler. “Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”[491] Diyen Bediüzzaman Hazretleri’ne müracaat edeceğiz. İşte mihenk:
Denildi: “Nasıl anlarız?” Dedim: “Kim fasık siyâsettaşını mütedeyyin muhalifine suizan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyâsetçiliktir. Hem umûmun mal-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavi bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.”[492] Mesele gayet net ve harika olarak ifade edilmiştir. Kimin siyâsetçilik ile, kimin de tarafgirlik adına harekete geçtiği bu ölçülerle ortaya çıkmış durumdadır. “Evet, dine imale etmek(meylettirmek) ve iltizama(dine taraf olmaya) teşvik etmek ve vazîfe-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez.”[493] Demek oluyor ki din namına ortaya çıkarken muharrik “aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye” olması gerekirken “siyâsetçilik veya tarafgirlik” olursa din dâhilde menfî tarzda istimal edilmiş olur. Bu hareket hem dine, hem de dindârlara, hem de masumlara zarar verir. Ayrıca menfî siyâsete de yol açılmış olur ki bu yolla “şimdiki menfî siyâsetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”[494]
Ziyniyet-i inhisâr, hubb-u nefisten geliyor
“Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.[495]” Yalnız bana ait anlayışı ve tekelci bir zihniyeti temsil eden zihniyet-i inhisar, nefsini ve kendini sevmekten kaynaklanır. Bütün içtimâî ve sosyal hayatın hastalıkları nefsin bu haletinin ürünüdür. Bu anlayışta tekelcilik ve tek tip düşünce hâkimdir. Çünkü nefsi ona öyle söyletir. Senin fikrin en güzeli, hak sadece senin yolundur dedirtir. Nefisten, sadece senin düşüncelerin iyidir, diğerleri iyi değildir fısıldamaları vardır.
İnsanın en büyük düşmanıdır nefis. Nefsini seven başkasını sevemez. Nefsine muhabbet ve itimat eden başkasına muhabbet ve itimat da edemez. Çünkü nefis hep kendine yontar. Kendi söylediği hep doğru, başkalarının söylediği hatalıdır ona göre. Çünkü bir defa kişi tekelci ve inhisar zihniyeti ile nefsinden ders almışsa netice sosyal bir hastalık olan bencillik ve gurura kadar gidecektir. Bu hal toplumsal bir marazı netice verecek ve bütün nizânın kaynağı da buradan çıkacaktır ve de çıkıyor.
Hâlbuki asrın sahibi olan Bediüzzaman Hazretleri reçeteyi yazmıştır. Âlem-i İslâmın hayatının ittihatta olduğunu söylemiştir ‘Hüve’l-hakku’ (Sadece o haktır) yerine ‘hüve hakkun’ (O haktır) olmalı; ‘hüve’l-hasen’ (Sadece o iyidir) yerine ‘hüve’l-ahsen’ (O en iyidir) olmalı. “demiştir. “Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.”demiştir. Sonra;”Dememeli: “Budur hak; başkaları battaldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.[496]”
Ancak nefis söz dinlemiyor. Çünkü nefis dersini şeytandan alıyor. Nefis, insan sarayında şeytanın casus bir veziri gibi çalışıyor. Dersini şeytandan alıyor. Bize en yakın olan nefsimizdir. Ancak ona itimad edilmez ve edilmemelidir. Çünkü nefis daima kötülüğü ister. Bir peygamber dahi ona itimad etmemiştir. Kur’anın lisanıyla şöyle demiştir. “Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka.[497]”
Ancak insan aldanır. Kalb iman ile kuvvetlenmezse fena meyelanlar nefisten ve histen çıkar ve insanı aldatabilir. Nefis insanın en büyük imtihanı ve düşmanıdır. Ondan gelen fena meyelanlara karşı îmân kuvveti ile dayanmak gerekir.
Nefis kendi fikirlerini daha isabetli, başkalarının ise isabetsiz görebilir. Çünkü tekelci zihniyete meftundur nefis. Hem kendini kusursuz addeder, başkalarını ise kusurlu görür.
Bununla beraber, zarûriyat-ı diniyeyi(îmân edilmesi zarûri olan dinin esaslarını), mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiyeyle(şeriatın itilaflı bulunan teferruata dair cüz’î meseleleriyle) mezc edip(karıştırıp), ona tâbi gibi kılmakta büyük bir hatar vardır.
Zira Musavvibenin ( Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder” diyenlere ilm-i usul ıstılahınca Musavvibe denir.) muhalifi olan Tahtiecilerden(Tahtieci,hatalı görmeyi meslek edinenler) biri der ki: “Mezhebim haktır; hatâ ihtimali var. Başka mezhep hatâdır; sevaba ihtimali var.” Halbuki cumhur-u avam(halkın çoğunluğu), mezhepte imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden(içtihada konu olan ispatlanmamış esaslardan) vâzıhan(açık şekilde) temyiz etmediğinden(dikkatle ayırmadığından), sehven veya vehmen Tahtieyi (kendi dışındakileri hatalı görmeyi) filcümle(tamamına) teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir(büyük bir tehlike ve zarardır).
Bence, Tahtîeci (kendi dışındakileri hatalı gören), hubb-u nefisten (nefsini sevmekten) neşet eden inhisar zihniyeti (yalnız bana ait anlayışı ve tekelci bir zihniyet) illetiyle malûldür (hastalığıyla özürlüdür). Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden (Kur’ân’ın toplayıcılık ve evrenselliğinden) ve umûm tabakat-ı beşere(insan tabakalarına) şümul-ü hitabından(söz söylemenin kapsamlı olmasından) gafletle mes’uldür.
Hem Tahtîecilik fikri(kendi görüş ve mezhebinin dışındaki her şeyi her fikri hatalı görmeyi meslek edinme mesleği), sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı(kaynağı) olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah(ruhların dayanışma içinde olması), tevhid-i kulûb(kalblerin ve gönüllerin birlik içinde olması), tehâbbüb(sevgi göstermek ve muhabbet etmek) ve teâvüne (yardımlaşmaya)büyük rahneler(yaralar) açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.[498]
Din umûmun malıdır, inhisar kabul etmez
“Kim fasık siyâsettaşını mütedeyyin muhalifine suizan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyâsetçiliktir. Hem umûmun mal-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavi bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir. “Meselâ, iki adam döğüşürler. Biri, zaif düşeceğini hissederken, elindeki Kur’ân’ı kaviye uzatmakla himayesini davet edip, kavi bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin, Kur’ân’ı Kur’ân olduğu için sevsin. “Eğer kavinin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celp eder. Kur’ân’ı kavi bir hadimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse o, Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir. “Evet, dine imale etmek(meyletttirmek) ve iltizama teşvik etmek(taraftar olmasını sağlamak) ve vazîfe-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyâset namına istifade edildi zannıyla, şerîata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfi siyâsetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”[499] Öyleyse umûmun mukaddes değerleri olam din ve diğer şeaire dair değerler tekel altına alınmaz ve dünya işlerinde istimal e dilmez. Çünkü “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-yı dinle olur şu milletin ihyâsı.”[500]
İttihad-ı Muhammedî ismi umûmun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez
İşittim, İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübareğin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim, bu ism-i mübareği bazı mübarek zevat (Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zatlar) daha basit ve sırf ibadete ve sünnet-i seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyâsî cemiyetten kat-ı alâka ettiler, siyâsete karışmayacaklar. Lâkin, tekrar korktum, dedim: “Bu isim umûmun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez.” Ben, nasıl ki dindâr müteaddit cemiyete bir cihetle mensubum, zira maksatlarını bir gördüm; kezalik, o ism-i mübareğe intisap ettim[501] Ben zahiren buna(İttihad-ı Muhammedî cemiyetine) teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için: Birincisi: o ismi tahdit(sınırlama) ve tahsisten halâs etmek ve umûm mü’minlere şümulünü ilân etmek; tâ ki, tefrika düşmesin ve evham çıkmasın. İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının tevhid ile önüne set olmaktı. Vâesefâ ki, zaman fırsat vermedi; sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat, hocalık elbisem de yandı ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref oldu.[502] Demek ki İttihad-ı Muhammedî cemiyeti gibi umûmun hakkı olan ve inhisar altına alınamayan hareketler sırf ibadet ve sünnet-i seniyeye cihetinde teşekkül etmelidir. Yoksa bu ism-i mübareğin altında bazılarının bir yanlış hareketi o mübarek isme ve unvana zarar verir. Öyleyse o ismi tahdit ve tahsisten halâs etmek ve umûm mü’minlere şümulünü ilân etmek gerekiyor. Tâ ki, ehl-i îmânâ tefrika düşmesin ve evham çıkmasın. Ayrıca ehl-i îmân arasında musibet-i azîmeye sebebiyet veren grupların ayrılıklarını birleştirme ile önüne set olunsun.
Millet Partisi ve mâhiyeti:
Bilindiği üzere Emirdağ Lahikası mektuplarında “Kalbe ihtar edilen içtimâî hayatımıza ait bir hakîkat” başlığında dört parti tahlili vardır. Bunlar İttihad-ı islâm Partisi, Halk partisi, Millet Partisi ve Demokrat Parti’dir. Daha önce İttihad-ı islâm Partisi’ne kısa da olsa temas etmiştik. Burada özellikle Millet Partisi üzerinde durmak icap ediyor. Çünkü en fazla iltibas edilen nokta Millet Partisi ve versiyorları olduğu görülüyor. Millet Partisi tâ Üstad Bediüzzaman Hazretleri zamanında kurulmuş ve siyâsi hayatta yerini almıştır. Bu parti kurulduğunda Bediüzzaman Hazretleri Millet Partisi’ne iltifat etmediği gibi eserlerinde ciddi ikazlarda bulunmuştur. Hatta talebelerine bu parti ile alakalı dersler yapmış ve mektuplar yazmıştır. Millet Partisi’ne destek veren bir kısım dost ve yazarlara da ciddi ikazlarda bulunduğunu mektuplardan anlıyoruz. Çünkü bu zaman ve zeminde Millet Partisi Demokratlara muhalif ve muarız bir siyâset güderek Demokratların iktidardan düşmesine sebep olarak azamü’ş şerrin icraatlerine hizmet etmiş olurlar. Bu veballi bir harekettir. Hele İslâmiyeti esâs alan kısmı daha da mesuliyetli bir yola girmiş olur. Çünkü millet onların İslâmiyet taraftarlığına bakarak hareket eder. Millet Partisi zàhiren İslâmiyet tarafdârı ve bir derece îmân sâhibi olarak kendilerini gösterip; fakat ehl-i îmân onların sûrî diyânetine aldanıp, bu versiyon dizginleri başka güçlerin eline verdiğinden haberdâr olmayıp aldanabilir ve yanlış basabilir. Bediüzzaman Hazretleri de safdil dindârların hatırı için[503] İttihâd-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmaması için, onları ciddi mânâda ikaz etmeyi vatan, millet ve İslâmiyet hesabına büyük bir vazîfe olarak görmüştür.
Bediüzzaman Hazretleri’nin Millet Partisi’ni iki, hatta üç kısımda ele aldığını söyleyebiliriz.
Millet Partisi Anlayışının Birinci Kısmı:
Frenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedâr bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar. Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başına geçerse, ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar, hem hakikî Türklerin, hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünkü, İslâmiyetin bir kanun-i esasîsi olan bu ayet-i kerime, “Hiçbir günâhkâr başkasının günâhını yüklenmez.”[504]dir. Yani, “Birisinin günâhıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz. Hâlbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü “Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez” diye İslâmiyetin bir kanun-i esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir. Ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.”[505] “Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türkt’ür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit hakikî Türkleri, ecnebîler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebîye istinat ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar.”[506] Görüldüğü üzere Millet Partisi’nin bu versiyonu ırkçı ve Türkçü bir ideoloji içersindedir. İktidara gelmesi durumunda tehlikeleri Bediüzzaman Hazretleri tarafından açıkça beyan edilmiştir. Önemli olan delil ve akıbete bakmak olmalıdır. Bu parti taraftarlarının kendilerini ırkçı ve unsuriyetci görmemeleri veya biz öyle değiliz demeleri neticeye tesir etmez. Söylem, eylem ve fiiliyatlarının neticesi o fikre hizmet edecektir.
Millet Partisi Anlayışının İkinci Kısmı:
“Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz.”[507] Burada da Millet Partisi’nin İslâmiyeti esas alan bir versiyonunun olduğu açık olarak ifade edilmiştir. Bu versiyon için “sırf islâmiyeti esas aldığı” belirtildiği gibi önemli ikazlar da yapılmıştır. Bu ikazlar “1.Demokrat Parti’ye yardım etmesi, 2.Muhalif olmaması, 3.Muarız olmaması, 4.İktidara gelmeye çalışmamasıdır.” Bu gün itibarıyla Millet Partisi’nin İslâmiyeti esas alan versiyonunun bu ikazlara muhalif hareket ederek demokratları iktidardan düşürüp kendisinin iktidara geldiğini görüyoruz. Bu mektubun başında Bediüzzaman Hazretleri “Eğer demokrat parti düşse, ya Halk partisi veya Millet partisi iktidara gelecek.”[508] Demiştir. Halk partisi için “Bu asil Türk milleti ihtiyârıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek.”[509] Denildiği halde, Millet Partisi için böyle bir şart konulmamış ve iktidara gelmeyecektir denilmemiştir. Demek ki Millet Partisi toplum tabanında potansiyel olarak iktidara gelebilecek bir durumdadır. Ancak yapılan tespitler ve ikazlardan anlıyoruz ki Millet Partisi versiyonları iktidara gelmemelidir. Gelirlerse Bediüzzaman Hazretleri’nin “din, vatan ve millet namına” endişeleri vuku bulacak ve telafisi mümkün olmayan icraatlar olacaktır. Gelindiği zaman yaşanan problemler de bunlardır.
Bilindiği üzere milliyetçi ve muhafazakâr diye bilinen bir grup milletvekili, 1946’da seçilmiş oldukları Demokrat Partiden ayrılarak Millet Partisini kurmuştur. 1948 yılı Temmuz ayı ortalarında Ankara’da dindârlığıyla bilinen Osman Nuri (Köni) Efendinin evinde toplanan Milletçiler, mübarek sayı olsun diye 33 kişiyle yeni partiyi bir an önce kurmaya karar verirler. Millet Partisinin Fahrî Genel Başkanlığına Mareşal Fevzi Çakmak, resmî Genel Başkanlığına Prof. Hikmet Bayur, Meclis Grup Başkanlığına ise Osman Nuri Bey getirilmiştir.
İslam adını da kullanan bir diğer parti, 27 Ağustos 1951’de İstanbul’da kurulan İslam Demokrat Partisi’dir. Bu partinin başkanlığını Cevat Rifat Atilhan yapmıştır. Bu parti söylemlerinde bolca İslâmî lisân kullanarak dindârların taraftarlığını kazanmaya çalışmıştır. Üstad Hazretleri Millet Partisi’ne destek vermediği gibi İslam Demokrat Partisi’ne de iltifat etmemiş ve destek vermemiştir. Çünkü din ve İslâmiyet hesabına kurulan partilerin dini siyâsete alet etmesinden her zaman endişi duymuştur. Çünkü din umûmun mukaddes malıdır ve inhisar altına alınmaz.
Bediüzzaman Hazretleri Eşref Edip ve emsallerine İslam Demokrat Partisi’ne verdikleri destekten dolayı yazdığı ikaz mektubu şöyledir. “Eşref Edip kırk seneden beri îmân hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahitlerinden bir kardeşimdir. Ve nurun bir hâmisidir. Ben vefat etsem de, Eşref Edip Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum. “Fakat Nur Risâlelerinin ve Nurcuların siyâsetle alâkaları yok. Ve Risâle-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risâle-i Nur’un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahitler îmân hakîkatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruhucanımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat siyâset noktasında değil. Çünkü îmân dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost-düşman, derste fark etmez. Hâlbuki siyâset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip, nuru hiçbir şeye alet etmediler, siyâset topuzuna el atmadılar. “Hem Nur Risâleleri küfr-i mutlakı kırdığı için, küfr-i mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyâsete teması var tevehhüm edilmiş. Hâlbuki Nurun tercümanı, birtek mesele-i îmâniyeyi dünya saltanatına değişmediğini mahkemelerde dâvâ edip yirmi beş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir.”[510]
Millet Partisi Anlayışının Üçüncü Kısmı:
“Eğer ittihad-ı İslâm’daki esas olan İslâmiyet milliyeti –ki, Türkçülük onun içinde mezç olmuş– bir millet olsa, o Demokratın mânâsındadır; dindâr Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur.”83; “Şu müspet fikr-i milliyet, İslâmiyet’e hadim olmalı, kal’a olmalı, zırh olmalı; yerine geçmemeli.”[511] Görüldüğü üzere Millet Partisi’nin bir diğer versiyonu da müsbet İslâmiyet milliyetini esas alan bir harekettir. Bu siyâsî hareketin milliyet anlayışı ittihad-ı İslâm’daki müsbet milliyet anlayışı olduğu için demokrat mânâsını taşıdığından Demokratlara iltihak etme mecburiyeti söz konusudur.
Bu gün hâl-i âlemde Risâle-i Nur’da yapılan tespitlere uygun hareket edilmemesi ve bu prensiplere tabi olunmaması bu hakîkatleri görmemezden gelmeye delil olamaz. Veya bu hakîkatlerden yüz çevirmeye sebep olamaz. Öyleyse bu prensiplere sadakatle bağlı kalarak şiddetli imtihanı kazanmaya devam edilmelidir.
Risâle-i Nur’da demokratlar
Risâle-i Nur Külliyatı’nda demokrasi, demokratlar ve demokratlık ile ilgili epey açıklama yer almaktadır. Demokrasi ve demokratlık bir din veya dindârlık değildir. Bir dünya görüşü ve dünyevî bir sistemin adıdır. Demokratlığın en mümeyyiz sıfatı çimento gibi vazîfe yapmasıdır. Nasıl ki çimento farklı farklı renk ve büyüklükteki çakıl taşlarını ve kum zerrelerini ayrıştırmadan birleştiriyor ise; demokratlık fikri de milletin bütün unsurlarını ve tabakalarını birleştirir ve ortak noktalarda bileşkesini bulmaya çalışır.
Özellikle Emirdağ Lâhikası mektupları bu noktada ehemmiyetlidir. Bediüzzaman Hazretleri demokratlık ve demokratlarla ilgili gerekli izah ve açıklamaları da yapmıştır. Bizler de özellikle son zamanlarda tekrar ihtiyaç arz eden demokratlık ve demokratlar mevzuunu Risâle-i Nur’dan incelemek istedik. Ulaştığımız hakîkatleri ve üzerinde tefekkür ettiğimiz düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.
Demokratlar, “meslek itibariyle öteki iki cereyan-ı azîmenin [âhirzamanda hükmeden iki dehşetli dinsizlik cereyanının] durmasında ve def etmesinde mecbûrî vazîfeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faydası dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfâatına kendimizi mecbûr biliyoruz.”[512] diyen Bediüzzaman Hazretleri’nin bu meseleye ne kadar ehemmiyet verdiğini görüyoruz. Bu cihetle Nur Talebeleri Kur’ân ve vatan ve İslâmiyet nâmına Demokratları muhafaza etmeye çalışıyorlar. Bundan başka bir hesap içine girmiyorlar. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri; “Husûsan oradaki eski tahrîbatı tâmirâta başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşâallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar”[513] demektedir. Böylece Demokratların en ehemmiyetli vazîfeleri “istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olmaları”dır. Bundan başka “dehşetli, baştaki iki cereyana siyâsetlerince muarız oldukları için” demokratlar lehinde “ehl-i dini yardıma dâvet ediyoruz.” Bediüzzaman’ın ifadeleriyle “‘Aman, çabuk hakîkat-i İslâmiyeye yapışınız!’ ihtar ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’âniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye”ye yapışmalarını istiyoruz. Yine “Risâle-i Nur’u müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindârları kendine taraftar etsinler. Ve selâmeti bulsunlar”[514] diyoruz.
Hem bu vatandaki istibdadın kırılmasıyla hürriyet-i şer’iyeye bu milletin mazhariyete başlamasına demokratlar çalışmış ve çalışmalıdırlar. Bu vazîfeler tamamıyla o Ahrar, hürriyetperver Demokratların omuzlarındadır. Hem Demokratların millete vaad ettikleri din hürriyetini temin etmeleri için tekrar toparlanmaları ve vazîfelerini tekmil etmeleri gerekiyor. Bu sebeple halkın muhabbetini kazanarak kendi kuvvetinden yirmi defa daha bir kuvvet elde etmesi elzem görünüyor.
Bediüzzaman Hazretleri demokratları muhtelif sıfatlarla tavsif etmiştir: “Dindâr Demokratlar”[515], “Dine hürmetkâr Demokratlar”[516], “Dinde hissesi az Demokratlar”[517], “Dinde lâubali Demokratlar”[518], “Kahraman Demokratlar”[519], “Hakikî vatanperverler olan Demokratlar”[520], “Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler”[521], “Dine taraftar Demokratlar”[522], “Dindâr hürriyetperverler olan Demokratlar”[523], “Bizi ve âlem-i İslâm’ı pekçok sevindiren Demokratlar”[524]…
Görüldüğü üzere demokratları tek ve dar bir kalıba sokarak kabul etmek mümkün görülmüyor. Öyleyse demokratlara Üstad’ın tarifi ve bakışı ile geniş bir perspektiften bakmak icab ediyor. Çünkü “demokratlık” asrımızda mergup bir meta hükmünde olup, siyâsette ve siyâsetçilerde geçer akçe durumundadır. Hoşgörülü olmak, muhalif siyâsetdaşına tahammül etmek, haddi aşmayarak siyâsetin meşrû zeminlerinde mücahede etmek, demokratik hür zeminleri izhar edip hizmet etmek demokratlığın gereğidir. Özellikle toplumun mânevî değerleri ve umûmun mukaddes kabulleri üzerinden siyâset yapmamak demokratların en önemli çizgileri olmalıdır. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü noktasında ideolojilerle değil, demokratik programları ile yarışan bir siyâsî misyondur demokratlık. Milletin ekseriyetini nazar-ı dikkate alarak hizmet etmeyi şiar edinmek, toplumun bütün kesimlerini çatışmalardan muhafaza etmektir demokratlık. Toplum kesimlerinin karşı karşıya gelmelerine fırsat vermeyen bir harekettir demokratlık. Siyâseti fıtrî zemininde istimal etmek, şeffaf bir yönetim mekanizmasını tesis etmek, millete hizmeti esas maksat yapmak ve hükümet olmayı millete ve vatana hizmetkârlık noktasında ehliyetli kadrolarla donatmak demokratlığın en bariz göstergeleri olmalıdır.
Demokratlar, hürriyet-i vicdan düsturunu kabul edip tatbik etmeye çalışan hamiyetli ahrar konumunda olan siyâsetçilerdir. Hakikî adalet ve hürriyet için çalışırlar. Demokratların bütün kuvvetleriyle milletin zararına çalışan cereyanlara karşı vaziyet almaları zarurîdir. Hem Nurcuları, hem ulemâyı, hem milleti memnun ve minnettar etmek mecburiyetindedirler. Demokratlar din hürriyetlerine taraftarlık ederler ve millete vaad ettikleri din hürriyetini temin etmeye çalışırlar. “Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milleti memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır.”[525] diyen Bediüzzaman’ın tavsiyesi ne kadar manidardır. Demokratlar, bekalarını temin etmek isterlerse, tamamıyla bu şiâra karşı bir siyâset takip etmeleri gerekmektedir. Demokratların tekrar siyâset başına geçmeleri, muattal kalan vazîfelerini tekmil etmeleri vatan, millet ve İslâmiyet hesabına elzem görünmektedir. Nur Talebeleri Risâle-i Nur’dan aldıkları derslere istinaden Üstadları gibi davranarak, tekrar demokratlara nokta-i istinad olmaları, onların muzafferiyeti için duâ etmeleri, vazîfelerini onlara ihtar etmeleri, laubali kısmını ciddî ikaz etmeleri, ehl-i dini onların yardımına dâvet etmeleri gerekiyor. Hem demokratlar tekrar dirilmek için bir dane-i hak olan mesleklerini tekrar harekete geçirecek fıtrî meyelana geçmeleri mecburidir. Tutmuş oldukları doğru yolda sebat edip tekrar kuvve-i cazibe kazanarak, nokta-i istinad ve kuvve-i mânevîleri olan Nurcuların desteğini alarak vazîfelerine avdet etmelidirler.
Nurcular Demokratlara nokta-i istinattır
Bediüzzaman Hazretleri, 14 Mayıs 1950’de başlayan çok partili dönemi, 23 Ağustos 1953’e kadar kaldığı Emirdağ’da karşılamıştı. Türkiye’de 27 yıl aradan sonra yeniden başlayan demokratikleşme dönemini büyük bir sevinç ve ümitle karşılayan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte Demokratlara çok önemli bir destek sağladı. Toplumun iç dinamiklerine ve bünyesine uygun değişiklikleri teşvik eden Bediüzzaman, hayatının sonuna kadar Demokratlardan ve demokrasiden yana olan tavrını korudu.[526]
Demokratlar 14 Mayıs 1950’den sonra iktidarları döneminde “milletin arzusuyla şeair-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile”[527] oldular.
Demokratlar “Bir ezan-ı Muhammedînin (asm) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnettar ettiler. Hem manen eski İttihad-ı Muhammedîden (asm) olan yüz binler nurcularla, eski zaman gibi farmason ve İttihatçıların mason kısmına karşı ittifakları gibi, şimdi de aynen İttihad-ı İslâm’dan olan nurcular büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinattır. Fakat demokrata karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar. Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği hâlde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (asm) efradının çoklarını astılar. Ve “Ahrar” denilen demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de, şimdi bir kısmı dindârlık perdesine girip demokratları din aleyhine sevk etmek veya kendileri gibi tahribata sevk etmek istedikleri kat’iyen tebeyyün ediyor. Hatta ulemanın resmî bir kısmını kendilerine alıp demokratlara karşı sevk etmek ve demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek nurcuları ezmek, tâ nurcular vasıtasıyla ulemâ, demokrata iltica etmesinler. Çünkü nurcular hangi tarafa meyletseler ulemâ dahi taraftar olur. Çünkü onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.”[528]
Nur Talebeleri Risâle-i Nur’dan aldıkları derslere istinaden Üstadları gibi davranarak, tekrar demokratlara nokta-i istinad olmaları, onların muzafferiyeti için duâ etmeleri, vazîfelerini onlara ihtar etmeleri, laubali kısmını ciddî ikaz etmeleri, ehl-i dini onların yardımına dâvet etmeleri gerekiyor.
Demokratlar niçin dağıldı?
Elbette ki bunun çok sebepleri olabilir. Hem biz Nur talebelerine bakan, hem de Demokratlara bakan kaderî cihetler olmalı. Çünkü Nurcular ile demokratların hayat cihetiyle kaderî noktada kesişen yerler var. Muaatal bırakılan vazîfeler var. Adetullah noktasında hükmeden sünnetullah kanunlarına muvafık hareket edilmediğinden şerîat-ı fıtrîyece burada çekilen cezalar var. Öncelikle içtimâî-siyâsî ve Demokratlık dersleri cemâatte neredeyse kesildi. Demokratlara nokta-i istinad olunamadı ve en önemlisi de duâlar kesildi. Nur Talebelerinin arasındaki tesanüd bozuldu ve böylece cemâatin tadı kaçtı. Müsbet hareket düsturuna uymayan münâkaşa ve menfî tenkid hastalığı arız oldu. Demokratların şahsî kusurları serişte edildi, mesleklerindeki hakîkatlere kuvvet verilmedi. Hakiki Demokratların meslekleri, kendini demokrat gösteren ancak hakîkatte demokrat olmayanlar tarafından kullanıldı. Çünkü demokratlar mesleklerine kendi tezgâhlarında revaç veremediler, böylece o meslek onlara küstü ve sun’î tezgâhlara kaçtılar. Demokratlar meslekleri itibarıyla çokça su-i istimal yaptılar ve milleti memnun edemediler. Ciddî mânâda laubalilik yapıldığı halde, Nurcular tarafından laubali kısmı ciddî olarak ikaz edilemedi. Demokratlıkla çelişen söylem ve eylemler de yapılan hata ve laubaliklerin başında geldi. Devletçilik ve otoriter söylem ve eylemler belirdi, ancak bunlar izale edilemedi. Daha doğrusu söylem ve eylem tutarsızlıkları yaşandı. Milletin muhabbet ve teveccühü kaybedildi. Sadece Yeni Asya’nın nokta-i istinadı ve ikazları yeterli olamadı. Çadırda oturup köylerdeki hastalıklara reçete yazılmaya kalkışıldı. Siyâsetin millete hizmetkârlık ruhu yaralandı, menfaat-i şahsiye öncelendi. Himmetler millete ait olması gerekirken, menfaat-i şahsiyeye hasredildi. Kaderin hükmü ekseriyete baktığı için vazîfesinde sebat edenlerin salâbeti yetmedi. Böylece kuvve-i cazibe dağıldı ve fıtri şerîat ahkâmınca bugün kaçınılmaz netice yaşandı denilebilir.
Nurcular Demokratlara nokta-i istinaddir, duâ etmelidir, onların laubali kısmını ciddi ikaz etmelidir. Ancak bu vazîfeler hakkıyla yapılmadı ve bir kısım hatalar da allahuâlem duâların kabulüne sed çekti. Nasıl ki, sadaka belâyı ref’ eder; ekseriyetin hâlis duâsı dahi ferec-i umûmîyi cezb eder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi denilebilir.
Demokratlar nerede? Tekrar dirilecek mi?
Risâle-i Nur’da Yirmi Dokuzuncu Söz’de şöyle bir hakîkat yer alır: “Evet, hakîkat ne kadar zayıfsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyrüsefer eder. Hakîkat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır; sabit ve büyümüş hakîkatin kametine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyâde ve noksan noktasında, hakîkat ile suret mâkûsen mütenasiptirler. Yani suret kalınlaştıkça hakîkat inceleşir. Suret inceleştikce, hakîkat o nisbette kuvvet bulur.”[529]
Görüldüğü üzere yukarıda bahsedilen meselede hakîkatin mâhiyeti, tahakkuku ve neşv-ü neması izah edilmektedir. Bizce bir mesele Risâle-i Nur’da yer almış ve izah edilmiş ise o hak ve hakîkattir. Çünkü Risâle-i Nur hakîkat mesleğidir. Serapa ilimdir. Bu cihetten baktığımızda elbette Demokratlık ve Demokratlar meselesi de Risâle-i Nur’da yerini almış ve izahları yapılmış bir mevzudur. Öyleyse Demokratlık ve Demokratlar meselesine de hakîkat nazarı ile bakmamız gerekiyor ve öyledir. Bizler Risâle-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri’nin Demokratlara yapmış olduğu tahşidatı bir hak ve hakîkat olarak görüyoruz. Onlara tevdi edilen “istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile”[530] olmaları vazîfelerine de ahirzamanda icra edilecek olan bir hakîkat olarak bakıyoruz. Bu cihetten Demokratlara tevdi edilen vazîfelerin “Hakîkat ne kadar zayıfsa da, ölmez, sûret gibi mahvolmaz” sırrınca tahakkuk edeceğine inanıyoruz. Başka teşahhuslarda, suretlerde seyrüsefer eden bu hakîkatin tekrar büyüyüp inkişaf edeceğine ve gittikçe genişleneceğine kaniyiz. Demokratlık hakîkatinin zahiri kışır ve suret içerisinde müstetir olduğuna, bu kışır ve suretin inceldikçe parçalanıp içindeki dane-i hakîkate inkılâp edeceğine inanıyoruz. Böylece Demokratların ve Demokratlığın; sabit ve büyümüş hakîkatin kametine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleneceğini rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz.
Çünkü nasıl ki “Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memleketi fesâda veren kesretli o tâifelerin hakîkatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr-i İlâhî ile, o mahdût fertlerden gâyet kesretli aynı fesâd yine başlar. Güya onların hakîkat-i milliyetleri inceliyor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhûr ediyor.”[531] Öyleyse bu âdetullah ve sünnetullah kânununa binâen Demokratların da hakîkat-i milliyetleri incelse de, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe tekrar fıtrî zemininde zuhûr edeceği; zamanı geldikçe, emr-i İlâhî ile zahiren az da olsalar, o mahdût fertlerden gâyet kesretli Demokratlar taifesinin zuhur edeceğini bekliyoruz. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri de otuz beş sene onların tekrar dirilmesini ve zuhurunu beklemiş. “Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı.”[532] demiştir. Demek ki eski tahrîbatı tâmirâta başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler[533] otuz beş sene yok olmamışlar. Hakîkat perdesi ve sureti altında lübbü muhafaza edip kuvvet kazanarak kışır ve suretleri eskileşip, incelmiş ve parçalanarak tekrar otuz beş sene sonra Demokratlar olarak dirilmişlerdir. Böylece vazîfe başına geçerek Bediüzzaman Hazretleri’nin ve talebelerinin duâsını, kuvve-i mâneviyesini, nokta-i istinadını ve desteğini almışlardır. Bediüzzaman Hazretleri geçen otuz beş sene içerisinde hiçbir hesap ve kitap içerisine girmeden, çok heyecanlı vaziyet-i siyâsiye hareketlerine alâka peyda etmemiş ve tekrar siyâsetin fıtrî zemininde Ahrarların dirilme zamanını beklemiştir. Bu süre içerisinde hiçbir tereddüd göstermemiş ve ümitsizliğe de kapılmamıştır.
Bilindiği üzere “Çok ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek kudret-i İlâhiyenin şe’nindendir ve âdetidir ve azametine delildir.”[534] “Kudret-i ezeliyenin te’sirinde, tasnîinde külfet yoktur. Evet, bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını ve ince bir sapla koca bir kavunu bağlayıp çıkaran kudrete hiçbir şey ağır gelmez.”[535] Hem “Nasıl ki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde’ oluyor; kudret-i İlâhî o acip ağacı o çekirdekten halk ediyor”[536] ise; şimdiki zahiri teşahhuslarda, suretlerde seyrüsefer eden Demokratları da tekrar diriltir. Rahmet-i İlâhiye, o hürriyet çekirdeğini neşv-ü nema buldurarak içtimâî ve siyâsî hayatın zemininde izhar ettirir. Çünkü “Kudret-i ezeliyenin te’sirinde, tasnîinde külfet yoktur.” Mukadder olan ve Risâle-i Nur’da tasrih edilen bu hakîkat hayat sahnesine Kudret-i Ezeliye ile kolayca çıkarılır inşâallah.
Risâle-i Nur Talebeleri, Risâle-i Nur’dan almış oldukları ders-i hakîkate istinâden ve ittibâen, sırr-ı teslimiyet ile dünyevî ve uhrevî neticelere hizmetlerini bina etmeden; sırf sırr-ı ihlâs gereği rıza-ı İlâhi ile vazîfelerini yaparlar. Çünkü sırr-ı ihlâs, hiçbir dünyevî menfâati ve neticeyi niyet etmemektir. İçtimâî ve siyâsî hesaplara ve neticelere hizmetleri bina etmemektir. Sırf ön şartsız Risâle-i Nur’dan aldıkları hakîkat dersleri ile karşılık beklemeden rıza-i İlâhî ile yerine getirmeye çalışmaktır.
Bizler insancasına ve Müslümancasına yaşamak için; hürriyet-i şer’iyye zemininde, imânın bizlere bahşettiği hürriyetten hakkıyla istifade edebilmek için, meşrû ve fıtrî zeminlerde istikbalin ve insanlığın ortak hayat prensipleri noktasında Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin önemli bir vazîfesini ifa edecek olan ve bir hayat programı olarak insanlığın hizmetine sunacak Demokratlığı, bu ortamı demokratik zeminlerde temin edecek olan Demokratları tekrar dirilerek hayat sahnesinde görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekliyor ve ümîd ediyoruz.
Son Şahitlerden Millet Partisi ve Demoratlar ile ilgili hâtıralar
“Üstad Millet Partisi’ne iltifat etmezdi”
“Merhum Osman Nuri Efendi’nin, Ankara’da çok tanıdıkları vardı. Hatta askerî temyiz reisi Kemal Kalkan Paşa müridlerinden imiş. Denizli beraatının temyizdeki tasdikinde hizmetleri olmuş. Ankara’da sivil ve askerî cenahta çok tanıdıkları vardı.
“İlk Millet Partisi, Osman Nuri Efendinin evinde 33 kişilik bir heyet tarafından ve tamamen İslâmiyet için çalışmak gayesiyle kurulmuş. CHP karşısında ahrar tâbir ettiği Demokratların bölünmesi için ve dolayısı ile şark-ı şimalîden çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının, bu bölünmelerle ehl-i îmânın kuvveti zaafa uğramasıyla, bu vatanı istilâsına meydan vermemek gibi, en önemli bir mesele için Hz. Üstad, Millet Partisi gibi bölünmelere iltifat etmezdi.[537]
“Menderes’i desteklemek lâzım”
“Bir ara ben, ‘Bu Menderes çok münafıktır’ diyerek aleyhinde konuşmaya başladım. Üstad hiddetle, ‘Sus, keçeli! Menderes’e böyle deme. O çok hizmet etmek istiyor. Fakat mâni olanlar var’ cevabını verdi.
“Bunun üzerine ben, ‘Biz bir parti kuralım. Biz başa geçelim’ dedim. Üstad, ‘Eğer bugün Bayar bana dese, ‘Saîd gel, buraya otur,’ ben şiddetle reddederim. Bir cemiyette yüzde yetmiş dindâr olmazsa, İslâmiyet nâmına başa geçmek cinayet olur. Memuru, mebusu senden olmadıkdan sonra İslâmiyete büyük zarar olur. Biz bütün kuvvetimizle Menderes’i desteklememiz lâzım ki, Halk Partisi iktidara gelmesin. Halk Partililerin yüzde doksan beşi masumdur. Kabahat yüzde beşindir.’
“Üstad Millet Paritsinden bahsederek, ‘O partide çok münafık var. Kuvvet dindârların elinde değil’ dedi. Üstad bunları anlatırken bana da takılıyordu: ‘Sen benim yanıma geldiğin zaman, bütün siyasî damarlarımı oynatıyorsun. Benim param olsa, seni her sene hacca gönderirim. Sen Kutb-u Âzamın elini öpüp, ona Risâle-i Nur’dan bahsedeceksin.’
“Daha sonraki yıllarda Seyyid Alevî Mâlikî’ye Üstaddan bahsettim, Beşinci Şuâ’yı okudum. ‘Hâzâ sahih,’ yani, ‘Bu gerçekten doğrudur’ dedi. Üstadı sordu, vefat ettiğini söyledim. ‘Hayatta olsaydı, ziyaret eder elini öperdim’ dedi. Beni nerede görse, Bediüzzaman’ın talebesi olarak iltifat eder, yanına oturturdu.[538]
“Üstad basını takip ederdi”
“Üstad Bediüzzaman Hazretleri basını takip eder, Risâle-i Nur’la ilgili yazılarla ilgilenirdi. Gazete okuma işini Zübeyir Gündüzalp ile yaptığı gibi içtimaî meseleleri de yalnız onunla konuşurdu. Zübeyir Ağabeye olan alâkası bambaşkaydı.’
“Menderes samimi bir Müslümandır”
“Birgün Adnan Menderes’i çok övdü. Ben o zamanki kafamla hayret ettim. ‘Bu şahsın, Üstad ile faziletli bir zat tarafından övülmesi lâyık mıdır?’ İçimden böyle geçirmiştim ki, Üstad bana dönerek, ‘İslâmiyet için samimidir, fakat yalnızdır. Menderes İslâmiyetin ulviyetini anlayan samimi bir Müslümandır. Sen bilmiyorsun, senin konuştuğun o şahıslar da bilmiyor.’
“Hakîkaten ben o zamanlar Konya’da Millet Partililerle oturup kalkardım. Onlar da Milliyetçiler Derneği’ni kapattı diye Menderes’e kızarlardı. Üstad herhalde onları kastetmiş olacaktı.[539]
“Bunlar Nur Talebelerini parçalıyorlar”
Zübeyir Ağabey “Nizam Partisi kurulduğunda hiç taviz vermedi. Daima Nurum içtimaî hayatımıza dair derslerini anlatırdı. ‘Ama Ağabey, bunlar Müslüman değiller mi? Bunlar kardeşlerimiz değil mi?’ dediğimde, ‘Bunlar Üstadı anlayamamışlar. Bunlar bilmeyerek Nur Talebelerini parçalıyorlar, çok, pekçok zarar veriyorlar’ diyordu.
“Zübeyir Ağabey, Risâle-i Nur prensiplerine aykırı hareketlere katiyyen müsamaha etmezdi. ‘Nur Talebelerini parçalamak isteyenler, Risâle-i Nur’un düsturlarını bilmiyorlar, bize siyasî bir gözle bakıyorlar, baktırıyorlar.
‘Biz Üstadımızdan böyle dersimizi aldık. Lâhikaları okumuyorlar veyahut okumak istemiyorlar veya anlamak istemiyorlar. Bu hayat-ı içtimâîyeye dair mektupları bize Üstadımız ders vermedi mi? Bunları bize Üstadımız yazdırmadı mı? Biz bunların hepsini de biliyoruz ve Üstadımız bu meselelere ne kadar ehemmiyet veriyordu, onu da biliyoruz. Bunlar Üstadımıza tek taraflı bakıyorlar, Üstadımız vazîfeli. Üstad her cihetle Üstad değil mi de, bunlar başka bir çığır açmak istiyorlar. Nur Talebelerini siyasî yapmak istiyorlar’ diyor ve bunlara çok üzülüyordu.
“Halbuki Üstadımız nazarları daima Nurlara veriyordu. Evet mesleğimizde ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas sebat ve metanettir ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öyleler herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş, bir adam yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velilere teveffuk etmiş’ derdi. ‘Bunun gibi biz de Üstad Hazretlerinden ne görmüşsek, ne duymuşsak ona ittiba etmeye mükellefiz. Yeni bir çığır açmayalım. Onlar da inşaallah anlayacaklardır. Üstadımızın son mektuplarını okumuyorlar, okusalar herhalde anlayacaklar. Eğer yine anlayamazlarsa o zaman anlamak istemiyorlar.’[540]
Burada Millet Partisi’nin İslâmiyeti esas alan versiyonunun fikir öncülerinden ve köprü şahsiyetlerinden biri olan Necip Fazıl ile ilgili Avni Toktor’un hatırasını aktaralım.
“Necip Fazıl’ın sözleri”
“Vapurda bana bu zat hakkında bilgim olup olmadığını sordu. Ben de bilgim olmadığını ifade ettim. Necip Fazıl, halkımızın birçok âlimler hakkında mübalâğalı şeyler anlattıklarını, veli olmayan insanlara veli nazarıyla baktıklarını söyleyerek Bediüzzaman’dan da bahsetti. Bediüzzaman’ın da bir âlim olduğunu söyledi, fakat, ‘Kendini beğenmişin birisidir’ diye ilâve etti. Eserlerini okumadığını fakat okuyacağını da belirtti.
“Yolculuğumuz ve sohbetimiz devam ederken, tekrar sordu; ‘Had’leri biliyor musun?’ Sorunun cevabını beklemeden kendisi izah etmeye başladı.’Peygamberler insanların en mümtaz ve en müstesna şahsiyetleridirler. Onlar için ne kadar senakâr sözler söylesek yine de hürmetimizi ifade etmekten âciz kalırız. Yalnız onlara ulûhiyet verecek olursak ‘had’di tecavüz etmiş oluruz. Velilik de vardır. Veliler büyük insanlardır. Onlar için de her türlü hizmeti ifa edebiliriz. Ama onlara peygamber diyecek olursak küfre düşeriz. Allah’ın mü’min kullarına da hürmet ve tazim duygularımızı söyleyebiliriz, ama onlara da veli dersek ‘had’di aşmış oluruz.’
“Bu minval üzere devam eden sohbet Sirkeci İskelesinde sona ermişti. İskeleye çıktığımızda o zaman hukuk tahsili yapan Hüseyin Yananlı’yı bekler bulmuştuk. Hep birlikte bir taksiye binerek Akşehir Otelinin önüne geldik. Etrafta polisler vardı. İçeri girerken hüviyetlerimiz kontrol edildi.
“Otelin dördüncü katına çıktığımızda Bediüzzaman Hazretleri bizi kapıda ve ayakta karşıladı. Girişte Necip Fazıl selâm vermişti. Bediüzzaman Hazretleri daha selâmı almadan, kendisine has Şark şivesiyle,
“Ben kendimi kendime beğendirmemişem”
“Necip Fazıl Bey kardaşım, ben kendimi kendime beğendirmemişem!’ demişti.
“Bu sözler bende bir anda irkinti yaptı. Bu sözlerden doğrudan doğruya gemide Necip Fazıl’ın konuşmasına bir cevap teşkil ediyordu. Kendisi yatağına, biz de gösterdiği sandalyelere oturduk.
“Bu büyük zatı belki bir daha görmek nasip olmaz diye düşünerek, bütün pisiko-fizik enerjimi topladım, her sözünü ve halini hafızamda toplamaya gayret ettim.
“Küçük otel odasına kapıdan girişte sol tarafta karyolası, karyolanın bitişik olduğu duvarda ise, beyaz bir torba asılıydı. İçinde kitap ve gazeteler olduğunu anlamıştım. Pencerede çaydanlık, demlik ve bardak duruyordu. Yere serilmiş bir hasır ve kenarda üç sandalye vardı. Üzerinde uzun, beyaz, pamuklu, kenarları dikişli bir hırka vardı ve belinde ucu sağ tarafa sarkmış bir kuşak bağlıydı. Başında takkeye benzeyen bir külâhin üzerine az renkli sarığı çaprazlama bağlıydı. Sarığın altında görünen saçları, kaşları ve kirpikleri bembeyazdı. Gözleri çok mânâlı ve haşmetliydi. Çok tesirli bakıyordu.
“Sohbet boyunca, Bediüzzaman Hazretleri mahkeme safahatından bahsetmişti. Konuşmalarda Arapça ve Farsça kelime ve terkipler çok olduğundan, o zamanki bilgimle çoğunu anlayamamıştım. Bu arada hatırımda kalan şu sözünü hiç unutmam: ‘İslâmiyetin aleyhinde bulunanları mücahedemle zir ü zeber etmişem.’
“Bu arada Necip Fazıl sigara içmek için dışarıya çıkmıştı. Bediüzzaman Hazretleri bana Risâle-i Nur’ları okuyup okumadığımı sordu. Hiç bilgim olmadığını ifade ettim. Rusya’daki esaretinde cereyan eden hadiseyi sormuştum. Kendileri de, ‘Evet, öyle olmuştu’ diye cevap verdi. Akabinde Risâle-i Nur’ları okumamı tavsiye etti.
“Ziyaretimiz tahminen üç saat kadar devam etmişti. Görüşmeden sonra, Necip Fazıl Beyle evine döndük.”[541]
Bayram Yüksel Anlatıyor:
“Reyimizi kime verelim?”
“Nur Talabeleri gelip, Üstadımızdan soruyorlardı:
“Üstadım reyimizi kime vereceğiz?’
“Üstad Hazretleri de bunlara şu cevabı veriyordu:
“Demokratlar parmak kesiyor, Halk Partisi ise bilek kesiyor. Nur Talebeleri ehven-i şer olarak Demokratlarla rey veriyorlar’ derdi. Bu meseleye böylece işaret ediyordu. Akla kapı açıyor, fakat ihtiyarı elden almıyordu. Fikre hürmet ediyordu, böyle yapın demezdi, ama Üstadın ne demek istediğini ferasetli olanlar anlarlardı.[542]
“Biz Nurcular sizi destekliyoruz”
“Demokrat milletvekilleri de Üstadın ziyaretine gelirlerdi. Üstadın onlarla görüşmesi ise daha farklıydı. Onlara, ‘Biz Nurcular, sizi destekliyoruz. Ben sizi tutuyorum’ derdi. Misaller verirdi. ‘Hamza Emek benim talebemdir, hem de Demokrattır’ diye Demokratlara anlatırdı.
“Eskiden Halk Partisinin yaptığı zulümleri anlatırdı. Bir kimsenin hatasıyla başkalarının, akraba ve yakınlarının mes’ul olmayacaklarını söylerdi. “Emirdağ’da Halim Yüksel isimli Halk Partili bir zata nasihat eder, incitmeden dersler verirdi. Hattâ adama Risâle bile yazdırmıştır. Daima yazardı. “Halk Partisinin yaptığı zulüm ve haksızlıkların mesuliyetini baştakilere verirdi, ‘Sizin kabahatiniz yoktur’ derdi.[543]
Mustafa Sungur Anlatıyor:
“Üstad Millet Partisi’ne iltifat etmezdi”
“İlk Millet Partisi, Osman Nuri Efendinin evinde 33 kişilik bir heyet tarafından ve tamamen İslâmiyet için çalışmak gayesiyle kurulmuş. CHP karşısında ahrar tâbir ettiği Demokratların bölünmesi için ve dolayısı ile şark-ı şimalîden çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının, bu bölünmelerle ehl-i îmânın kuvveti zaafa uğramasıyla, bu vatanı istilâsına meydan vermemek gibi, en önemli bir mesele için Hz. Üstad, Millet Partisi gibi bölünmelere iltifat etmezdi.[544]
“Ankara’da hükümetle temaslar”
Demokratların iktidara gelmesiyle üniversite muhitlerinde cüz’i külli hizmetler de başlamıştı. Üniversite mescitlerinde konferanslar veriliyordu. Hep Risâle-i Nur’dan ve hizmet-i Nuriyeden bahsediliyordu. Afyon mahkemesi de sona ermediği için temyiz mahkemesi ile Adliye Vekili, Başvekil ve Heyet-i Vekîle ile mecburi temaslar oluyordu. Hazret-i Üstadın o makamlara beyanat ve ihtar mahiyetindeki yazıları vardır. Meb’uslarla bilhassa temaslar oluyordu. Afyon Mebusu Gazi Yiğitbaşı ve Isparta Mebusu Tahsin Tola Risâle-i Nur’a ve Nurculara yakından alâkadarlık gösteriyorlardı.[545]
Salih Özcan Anlatıyor:
“Menderes’i desteklemek lâzım.”
“Bir ara ben, ‘Bu Menderes çok münafıktır’ diyerek aleyhinde konuşmaya başladım. Üstad hiddetle, ‘Sus, keçeli! Menderes’e böyle deme. O çok hizmet etmek istiyor. Fakat mâni olanlar var’ cevabını verdi.
“Bunun üzerine ben, ‘Biz bir parti kuralım. Biz başa geçelim’ dedim. Üstad, ‘Eğer bugün Bayar bana dese, ‘Saîd gel, buraya otur,’ ben şiddetle reddederim. Bir cemiyette yüzde yetmiş dindâr olmazsa, İslâmiyet nâmına başa geçmek cinayet olur. Memuru, mebusu senden olmadıkdan sonra İslâmiyete büyük zarar olur. Biz bütün kuvvetimizle Menderes’i desteklememiz lâzım ki, Halk Partisi iktidara gelmesin. Halk Partililerin yüzde doksan beşi masumdur. Kabahat yüzde beşindir.’
“Üstad Millet Paritsinden bahsederek, ‘O partide çok münafık var. Kuvvet dindârların elinde değil’ dedi. Üstad bunları anlatırken bana da takılıyordu: ‘Sen benim yanıma geldiğin zaman, bütün siyasî damarlarımı oynatıyorsun. Benim param olsa, seni her sene hacca gönderirim. Sen Kutb-u Âzamın elini öpüp, ona Risâle-i Nur’dan bahsedeceksin.’
“Daha sonraki yıllarda Seyyid Alevî Mâlikî’ye Üstaddan bahsettim, Beşinci Şuâ’yı okudum. ‘Hâzâ sahih,’ yani, ‘Bu gerçekten doğrudur’ dedi. Üstadı sordu, vefat ettiğini söyledim. ‘Hayatta olsaydı, ziyaret eder elini öperdim’ dedi. Beni nerede görse, Bediüzzaman’ın talebesi olarak iltifat eder, yanına oturturdu.[546]
Gıayasettin Emre Anlatıyor:
Bediüzzaman Menderes’e, ‘Din kahramanı’ derdi”
“Bediüzzaman Hazretlerinin Adnan Menderes’e müteaddit defa, ‘Din kahramanı’ diye buyurduklarına şahid olmuşumdur.
“Adnan Menderes bir din kahramanıdır. Dine büyük hizmetleri olmuştur ve olacaktır. Fakat Adnan Bey arzu ettiği hizmetinin semeresini göremeyecektir. Benim de dine hizmetim olmuştur, ketm etmeyeyim… Ama ben de hizmetimin semeresini, Adnan Bey gibi göremeyeceğim. Her ikimizin de hizmetlerimizin semeresi, ileride görülecektir’ demişlerdi.
“Bunu hatırladığım zaman bir inşirah, bir ferahlık duyuyorum. Bir kere Risâle-i Nur talebeleri, yani Bediüzzaman’dan ilham almış olanların hizmetleri başkalarınkinden farklıdır.[547]
“Menderes’in Üstadı müdafâası”
“Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindârlardan rahatsız oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuş? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i fâniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, niçin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindârlara karşıdır, anlayamıyorum?’
“Bundan sonra Paşa ikinci defa kürsüye çıktı ve:
“Efendim siz, Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle zaman gelecek ki, sizi ben dahi kurtaramayacağım’ dedi. Bunun üzerine DP grubu galeyana gelmişti.[548]
“Menderes, Üstada tazimatlarını arzetmemi istedi”
“Ben Üstadın ziyaretine gittiğim zamanlar, Kim ve Akis dergileri vardı. Benim resmimi kapak kısmına koymuşlardı…
“Üstad o zaman Dr. Tahsin Tola’nın evine gitmiş, otelden ayrılmışlardı. Tabiî cereyan eden hâdiseler üzerine biz de çok müteessir olduk. Üstadı ziyarete gitmek üzere bulunuyordum ki, Adnan Beyin beni çağırdığını söylediler, yanına gittim.
“Menderes:
“Tâzimatlarımı kendilerine arz et. Bu adamların çıkardığı hâdiseleri biliyorsunuz. Bu hengâmeler bitsin. Ben bizzat seyahatlarına devam etmesi için, kendilerine haber gönderirim’ dedi.
“O din kahramanı için, bu sefer gideceğim”
“Üstadı ziyarete gittiğimde, yataklarında uzanmış, hâdiseleri duymuş ve müteessir olmuşlardı.
“Kapıyı açar açmaz kalktı, yine, ‘Gıyas! Gıyas!’ diye hitap etti ve beni kucakladı.
“Dedim: ‘Kurban! Adnan Beyin selâmları var, ellerinden öper ve ricaen: O bizden daha iyi biliyor. Bu Halk Partililer, bir hayli hâdise çıkardılar, Üstad Hazretlerini de rahatsız ettiler. Teşrif etsinler, istirahat etsinler, hava sükûnet bulsun, ben kendilerine haber veririm, derler.’
“Baktım, Üstadın gözleri pırıl pırıl nur saçıyordu, ayağa kalktı: ‘Bak Gıyaseddin! Sana söylüyorum. Türkiye’yi başlarına yıkarım, yalnız o din kahramanı için bu sefer gideceğim’ dedi. Tabii ben, onun o heybetinden hiç konuşmadım artık. Menderes’in ricalarını kabul etmişti. Saat bir olmuştu, Başbakanlığa gittim. Adnan Bey beni bekliyordu. Üstadın ne dediğini sorunca, ben, ‘Beni kızdırmasınlar, yoksa Türkiye’yi başlarına yıkarım; yalnız o din kahramanı için bu sefer döneceğim’ dediğini kendisine söyledim, Adnan Bey memnun oldu.
“Üstad, doğru Isparta’ya gitti. O zaman da, zaten ‘Doğuya ölmek için gidiyorum’ demişti. Birkaç gün sonra malûm seferini yaptı, Urfa’da vefat etti.[549]
Hafız Namık Şenel Anlatıyor:
Bir gün o zamanın muhalefet partileri, Demokrat Partiye karşı Ege taaruzu diye bir güç birliği kurmuşlardı. Menderes de bunlara karşı Vatan Cephesi’ni kurdu. Bunları Üstad Hazretleri Hamza Emek Ağabeyden öğrendiğinde ‘Menderes dindârlarla beraber olursa karşısındaki elli parti de olsa bir şey yapamazlar. Yoksa tepe taklak gider. Bir de İttihad-ı Muhammedî Fırkası var ki, onun iktidara gelebilmesi için halkın en az yüzde altmış-yetmişinin hakiki dindâr olması lazımdır’ demişti.[550]
“Menderes’le Bediüzzaman’ın selamlaşması”
“Merhum Adnan Menderes 1958 yılında Emirdağ’a gelmişti. Mahşerî bir kalabalıkla yürüyorlardı. Tam Üstad Hazretlerinin oturdukları evin önüne geldiklerinde, ona Üstadın evini gösterdiler. Ben de bu manzarayı görmek için tam karşıya durmuştum. Merhum Menderes pencereden bakan Üstada elini kaldırarak selam verdi. Üstad ise buna mukabeleten iki elini birden kaldırarak kucak açmış şekilde Menderes’e selam verdi. Bu sırada öyle bir alkış tufanı koptu ki, ben öyle bir alkış görmedim. Sanki yer yerinden oyunuyordu.”[551]
Abdülbâkî ÇİMİÇ
DİPNOTLAR
[1] Beyanat ve Tenvirleri,2011,s.305
[2] Mektubat,2013,s.799
[3] Sözler(Lemeat),2013,s.1150
[4] Sözler,2013,s.796
[5] Eski Saîd Dönemi(Hutbe-i Şamiye),2013,s.325
[6] Sözler,2013,s.786
[7] Sözler(Lemeat),2013,s.1168
[8] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.112
[9] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.113
[10] Mesnevî-i Nuriye, 2013, s. 188
[11] Lem’alar, 2013, s. 323.
[12] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s. 442.
[13] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s. 113.
[14] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s. 114.
[15] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s. 113.
[16] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s. 467.
[17] Lem’alar, 2013, s. 366.
[18] Şuârâ Sûresi, 26: 84.
[19] Barla Lâhikası, 2013, s. 137.
[20] Kastamonu Lâhikası, 2013, s, 382.
[21] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s, 161.
[22] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 2013, s, 279.
[23] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 2013, s, 280.
[24] Tevbe Suresi: 111
[25] Eski Said Dönemi Eserleri,2013,s.87
[26] Eski Said Dönemi Eserleri,2013,s.56
[27] Lem’alar,2013,s.32
[28] Kastamonu Lahikası,2013,s.67
[29] Sözler,2013,s.504
[30] Şualar,2013,s.172
[31] Şualar,2013,s.255
[32] Altıncı Sözden muktebas
[33] Sözler, 2013,s.546
[34] Sözler, 2013,s.551
[35] Emirdağ Lâhikası II, 2013,s.619
[36] Emirdağ Lâhikası I, 2013,s.391
[37]Sözler, 2013,s.550-51
[38] Sözler, 2013,s.551
[39] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 2013,s.20
[40] Tılsımlar Mecmuasının zeylinden istifade edilmiştir.
[41] Kastamonu Lahikası,2013,s.114
[42] Tevbe Sûresi, 9:32
[43] Tevbe Sûresi, 9:32
[44] Şualar,2013,s.1113
[45] Emirdağ Lâhikası-II,2013,s,812
[46] Mektubat,2013,s.628
[47] Barla Lahikası,2013,s.239
[48] Şualar,2013,s.274
[49] Şualar, 2013,s.275
[50] Şualar, 2013,s.787
[51] Şualar, 2013,s.797
[52] Barla Lâhikası, 2013,s.588
[53] Kastamonu Lâhikası,2013,s.150
[54] Emirdağ Lâhikası-I,20136,s.99
[55] Şualar,2013,s.1046
[56] Emirdağ Lâhikası-I, 2013,s.455,56
[57] Kastamonu Lâhikası, 2013,s.268
[58] Kastamonu Lâhikası, 2013,s.141
[59] Matbu Osmanlıca Fihrist Risalesi, s.284, Envar Neşriyat, Basım:2008
[60] Şualar, 2013,s.1151
[61] Kastamonu Lâhikası,2013,s.19
[62] Mektubat,2013,s.744
[63] Sünûhât–2013,s.123,24
[64] Emirdağ Lâhikası(1),2013,s.130
[65] Mesnevî-i Nuriye,2013,s.162
[66] Sirâcü’n-Nûr, s.2303
[67] Lem’alar,2013,s.404
[68] Kastamonu Lâhikası,2013,s.197
[69] Şualar, 2013, s.932
[70] Fihrist Risalesi, 2.Cild [10.Şua], Beşinci Şua’nın Fihristi
[71] Matbu Osmanlıca Fihrist Risalesi, s.284, E.Neşriyat, Basım:2008 (Fihrist Risalesi > 2.Cild [10.Şua] >Takriz)
[72] Matbu Osmanlıca Fihrist Risalesi, s.284, E.Neşriyat, Basım:2008
[73] Emirdağ Lahikası,2013,s.871
[74] Emirdağ Lahikası,2013,s.870
[75] Eski Saîd Eserleri(Makâlat),2013,s.73
[76] Barla Lahikası, 2006, s.238-39
[77] Kastamonu Lahikası,2013,s.26
[78] Mektubat,2013, s.538
[79] Mektubat,2013, s.615
[80] Mektubat,2013, s.538
[81] Aziz, Sıddık Kardeşlerim! İki-üç defadır ehemmiyetli bir hâlet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yûşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un, Dârü’l-Hikmet’in câzibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp, hatta İstanbul’da bulunan Nurun birinci şâkirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zaruri hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Saîd mâhiyetini gösteren acîb inkılâbat-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Saîd ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum.
[82] Tarihçe-i Hayat,2013,s.932
[83] Şular,2013,s.625
[84] Şular,2013,s.625
[85] Matbu Osmanlıca Fihrist Risalesi, s. 284, E. Neşriyat
[86] Bu hakikat 1950’de Demokratlarla tahakkuk etti.
[87] Emirdağ Lahikası-II, 2006, s.513
[88] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.376
[89] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.276
[90] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.276
[91] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.814
[92] Tarihçe-i Hayat,2013,s.829
[93] Şular,2013,s.626
[94] Şular,2013,s.787
[95] Emirdağ Lahikası–1 (Gayr-ı Münteşir)
[96] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.520
[97] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.816
[98] Lem’alar,2013,s.268
[99] Lem’alar,2013,s.268
[100] Lem’alar,2013,s.269
[101] Lem’alar,2013,s.269,270
[102] Lem’alar,2013,s.269
[103] Kastamonu Lahikası,2013,s.39
[104] Kastamonu Lahikası,2013,s.39
[105] Şualar,2013, s.932
[106] Eski Saîd Eserleri(Makalât),2013, s.51
[107] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.72
[108] El-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450, el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463.
[109] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.746
[110] Eski Saîd Eserleri(Makalât),2013, s.53
[111] Eski Saîd Eserleri(Makalât),2013, s.51
[112] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.359
[113] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s.65
[114] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.341
[115] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.376
[116] Şualar, 2013, s.581
[117] Şualar, 2013, s.604
[118] Tarihçe-i Hayat,2013, s.44
[119] Emirdağ Lâhikası-II, 2013, s.707
[120] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.1005
[121] Gençlik Rehberi (Konferans),2005,s.457
[122] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s.405
[123] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.45;Lem’alar,2013,s.540
[124] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.45
[125] Kastamonu Lahikası,2013,s.267
[126] Tarihçe-i hayat,2013,s.698
[127] Şualar,2013,s.932
[128] Mektubat,2013,s.538
[129] Tarihçe-i Hayat,2013,s.932
[130] Şualar,2013,s.626
[131] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.814
[132] Barla Lahikası,2013,s.589
[133] Barla Lahikası,2013,s.589
[134] Kastamonu Lahikası,2013,s.97
[135] Mektubat,2013,s.725
[136] Barla Lahikası,2013,s.589
[137] Barla Lahikası,2013,s.590
[138] Barla Lahikası,2013,s.589
[139] Kastamonu Lahikası,2013,s.273
[140] Kastamonu Lahikası,2013,s.25
[141] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.207
[142] Tarihçe-i Hayat’ın Zeyli, Abdurrahman Nursi; Badıllı,Abdülkadir,Bediüzzaman Saîd i Nursi,Cilt: 1.Timaş Yay. İst.1990, s. 358
[143] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.303
[144] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.227
[145] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[146] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[147] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.344
[148] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.244
[149] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.244
[150] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.369
[151] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.369
[152] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.207
[153] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.369
[154] Fihrist Risalesi,2011,s.246(Envar Neşriyat)
[155] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Sünuhat),2013,s.501
[156] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.234
[157] Şualar,2013,s.932
[158] Fihrist Risalesi,2011,s.246(Envar Neşriyat)
[159] Mektubat,2013,s.538
[160] Şualar,2013,s.626
[161] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.113
[162] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.113
[163] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.274
[164] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.274
[165]Eski Saîd Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi),2013,s.127
[166] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.288
[167] Mâide Suresi: 44, 45, 47
[168] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013,s.288
[169] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[170] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.545
[171] Lem’alar,2013,s.269
[172] Lem’alar,2013,s.269
[173] Lem’alar,2013,s.409
[174] Lem’alar,2013,s.269
[175] Mektubat,2013,s.82
[176] Mektubat,2013,s.102
[177] Mektubat,2013,s.102
[178] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.344
[179] Emirdağ Lahikası-II,2013, s.815’te “Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu” denilmiştir.
[180] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.515
[181] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[182] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[183] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s.352
[184] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[185] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[186] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Tuluat), 2013, s.581
[187] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Hakikat Çekirdekleri), 2013, s.631
[188] Eski Said Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi),2013,s.135
[189] Zannederim, asr-ı ahirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat, çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.(Şualar,2013,s.938)
[190] Kastamonu Lahikası,2013,s.94
[191] Kastamonu Lahikası,2013,s.49
[192] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.238
[193] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Nutuk), 2013, s.182
[194] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s.238
[195] Lem’alar,2013,s.410
[196] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[197] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[198] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[199] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[200] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s.345
[201] Kastamonu Lahikası,2013,s.49
[202] Beyanat ve Tenvirler,2011,s.307
[203] Beyanat ve Tenvirleri,2011,s.305
[204] Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.
[205] Sikke-i Tasdik-i Gaybi,2013,s.82
[206] Kastamonu Lahikası,2013,s.345
[207] Mektubat,2013,s.104
[208] Kastamonu Lahikası,2013,s.186
[209] Şualar,2013,s.534
[210] Mektubat,2013,s.81
[211] Şualar,2013,s.474
[212] Sözler,2013,s.784
[213] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.344
[214] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.346
[215] Mektubat, 2013, s.798
[216] Kastamonu Lâhikası, 2013, s. 164.
[217] Mektubat, 2013, s.103
[218] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.83
[219] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.82
[220] Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkitve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, ŞerhüCevheretü’t-Tevhid, 334
[221] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.360
[222] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.112
[223] Mektubat,2013,s.103
[224] Mektubat,2013,s.103
[225] Mektubat,2013,s.103
[226] Terihçe-i Hayat,2013,s.233
[227] Terihçe-i Hayat,2013,s.233
[228] Mektubat,2013,s.81
[229] Buharî, 1:211, 2:126, 8:97, 98,100, 9:75; Müslim, 2:2200; Müsned, 2:185,186,141, 288,
[230] Şualar,2013,s.923
[231] Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:340; Müsned, 4:273
[232] Mektubat,2013,s.177
[233]Müdafaalar, Afyon Mahkemesi Kararnamesi
[234] Mektubat,2013,s.745
[235] Lem’alar,2013,s.43
[236] Şûra Suresi: 23
[237] Tirmizî, Menakıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26.
[238] Lem’alar,2013,s.44
[239] Şualar,2013,s.1046
[240] Lem’alar,2013,s.174
[241] Kastamonu Lahikası,2013,s.201
[242] Beyanat ve Tenvirleri,2011,s.305
[243] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.82
[244] Mektubat,2013,s.103
[245] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.45
[246] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.288
[247] Bu zat Cemaleddin-i Afganî Hazretleri’dir
[248] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.288
[249] Şualar,2013,s.932
[250] Eski Said Dönemi Eserleri(Nutuk),2013,s.196
[251] Cumhuriyet, demokrat(demokrafsi) manasındaki meşrutiyet.
[252] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.225
[253] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.254
[254] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.45
[255] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.499
[256] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.224
[257] Tarihçe-i Hayat,2013,s.1000
[258] Şualar,2013,s.617
[259] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.223
[260] Âl-i İmran Suresi: 159
[261] Şûra Suresi: 38
[262] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.209
[263] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.221
[264] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.221
[265] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.217
[266] Şular,2013,s.626
[267] Emirdağ Lâhikası–I (Gayr-ı Münteşir)
[268] Emirdağ Lâhikası-II, 2013, s. 815.
[269] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.82
[270] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.83
[271] Lem’alar,2013, s. 386
[272] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.83
[273] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.82
[274] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.620
[275] Lem’alar,2013,s.376
[276] Lem’alar,2013,s.377
[277] Lem’alar,2013,s.377
[278] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.83
[279] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.871
[280] Mektubat, 2013, s. 116.
[281] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.870
[282] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.756
[283] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.364
[284] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.754-55-56
[285] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.757
[286] Lem’alar,2013,s.409
[287] Eski Saîd Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[288] Eski Saîd Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[289] Eski Saîd Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[290] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.545
[291] Şualar,2013,s.932
[292] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.746
[293] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.746
[294] Lemlar,2013,s.269
[295] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.746
[296] Eski Saîd Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[297] Mektubat,2013,s.83
[298] Mektubat,2013,s.83
[299] Mektubat,2013,s.810
[300] Eski Saîd Eserleri(Münazarat),2013,s.223
[301] Eski Saîd Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi),2013,s.127
[302] Eski Saîd Eserleri(Münazarat),2013,s.234
[303] Eski Saîd Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi),2013,s.118
[304] Eski Saîd Eserleri(Münazarat),2013,s.220
[305] Eski Saîd Eserleri(Münazarat),2013,s.244
[306] Eski Saîd Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi),2013,s.122
[307] Eski Saîd Eserleri(Münazarat),2013,s.287
[308] Eski Saîd Eserleri(Münazarat),2013,s.287
[309] Mektubat,2013, s. 643
[310] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.877
[311]Emirdağ Lahikası-II,2013,s.877
[312] Muhâkemat,2013, s. 47
[313] Mecelle, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, s. 11
[314] Mâide Suresi: 32
[315] Mektubat,2013,s.89
[316] Mektubat,2013,s.88
[317] Sözler,2013,s.778
[318] Âl-i İmran Suresi: 159
[319] Şûra Suresi: 38
[320] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.209
[321] Âl-i İmran Suresi: 159.
[322] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.354
[323] Şualar,2013,s.527
[324] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.383
[325] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.218
[326] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.276
[327] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.814
[328] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.814
[329] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.812
[330] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.828
[331] Emirdağ Lahikası–1 (Gayr-ı Münteşir)
[332] http://www.yeniasya.com.tr/m-latif-salihoglu/ucuncu-Saîd-in-emek-dar-hamza-si_344173
[333] Mektubati2013,s.102
[334] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.754
[335] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.545
[336] Emirdağ Lahikası–1 (Gayr-ı Münteşir)
[337] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.815
[338] Emirdağ Lahikası–1 (Gayr-ı Münteşir)
[339] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.113
[340] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.236
[341] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.236
[342] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.254
[343] Eski Saîd Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[344] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.345
[345] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.746
[346] Müdafaalar, Afyon Mahkemesi [1948 – 1949],
[347] Kastamonu Lâhikası,2013, s. 382
[348] Kırk beş sene evvelki tarih 1911’dir. Bu haşiye 1956’da yazılmıştır.
[349] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.344
[350] Emirdağ Lahikası-II,2013, s.815’te “Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu” denilmiştir.
[351] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.515
[352] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.288
[353] Bu zat Cemaleddin-i Afganî Hazretleri’dir. Ayrıntılı bilgi için ilgili linke bakınız. (http://www.yeniasya.com.tr/enstitu/bediuzzaman-in-mardin-hayati-1_157544)
[354] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.288
[355] Şualar,2013,s.932
[356] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Sünûhat),2013,s.498
[357] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünûhat),2013,s.498
[358] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünûhat),2013,s.498
[359] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfi),2013,s.122
[360] Allah icin sevmek, Allah için buğzetmek, Allah için hüküm vermek.
[361] Allah için buğzetmek, Allah için hüküm vermek. (Buharî, Îman: 1;Ebû Dâvud, Sünnet: 2; Müsned, 5:146.)
[362] Mektubat,2013,s.453
[363] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s. 83.
[364] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 484.
[365] Mektubat, 2013, s.456.
[366] Mektubat, 2013, s.456.
[367] Mektubat, 2013, s. 452
[368] En’am Suresi: 164; İsra Suresi: 15; Fatır Suresi: 18; Zümer Suresi: 7.
[369] En’am Suresi: 164; İsra Suresi: 15; Fatır Suresi: 18; Zümer Suresi: 7.
[370] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.623,24
[371] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.615
[372] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.863
[373] En’am Suresi: 164.
[374] Ahzab Suresi: 72.
[375] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 478,79
[376] Süyûtî, el-Fethü’l-Kebîr: 1: 315.
[377] Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46.
[378] Şuâlar, 2013, s.923.
[379] Mektubat, 2013, s.798
[380] Kastamonu Lâhikası, 2013, s. 164.
[381] Mektubat, 2013, s.103.
[382] Mektubat, 2013, s.82
[383] Mektubat, 2013, s.103
[384] Emirdağ Lahikası,2013, s.82
[385] Lem’alar,2013, s.268
[386] Lem’alar,2013, s.268
[387] Lem’alar,2013, s.268
[388] Mektubat,2013, s.82
[389] Tarihçe-i Hayat,2013,s.959
[390] Mektubat,2013,s.118
[391] Mektubat,2013, s.82
[392] Mektubat,2013, s.82
[393] Mektubat,2013, s. 82
[394] Şualar,2013, s.474
[395] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.83
[396] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.82
[397] Lem’alar,2013, s.278
[398] Şualar,2013, s.434
[399] Şualar,2013, s.434
[400] Şualar,2013, s.434
[401] Lem’alar,2013, s.268
[402] Lem’alar,2013, s.268
[403] Lem’alar,2013, s.268
[404] Merktubat,2013, s.83
[405] Mektubat,2013, s.83
[406] Lem’alar,2013, s.268
[407] Emirdağ Lahikası-II,2013,871
[408] Emirdağ Lahikası-II,2013,871
[409] Eski Sadi Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.51
[410] Eski Sadi Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.44
[411] Bakara Suresi: 256
[412] Eski Sadi Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.64
[413] Lem’alar,2013, s. 270
[414] Emirdağ Lahikası-II,2013, s.871
[415] Emirdağ Lahikası, s.873
[416] Eski Saîd Eserleri(Münâzarât), s.236
[417] Kastamonu Lâhikası, s.137
[418] Kastamonu Lâhikası, s157
[419] Eski Saîd Eserleri(Münâzarât), s.254
[420] Eski Saîd Eserleri(Münâzarât), s.224
[421] Mektubat,2013, s.172
[422] Lem’alar,2013, s.268
[423] Mektubat,2013,s.81
[424] Lem’alar,2013,s.111
[425] Mektubat,2013,s.94
[426] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.332
[427] Eski Saîd Eserleri(Hutuvat-ı Sitte),2013,s.449
[428] Eski Saîd Eserleri(Tuluat),2013,s.449
[429] Mektubat,2013,s.94
[430] Şualar > 13.Şua: Denizli Hapsi Mektupları >Şualar,2013,s.540
[431] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.415
[432] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.82
[433] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.580
[434] Kastamonu Lahikası,2013,s.278
[435] Şualar,2013,s.636
[436] Kastamonu Lahikası,2013,s.115
[437] Gayr-ı Münteşir Emirdağ Lahikası 1 >Emirdağ Lahikası 1 >Emirdağ Lahikası 1 >Emirdağ Lahikası–1 Mektuplarından
[438] Gayr-ı Münteşir Emirdağ Lahikası–2 MektuplarındanGAYR-i MÜNTEŞİR > Muhtelif Lahikalar > Emirdağ-2 Mektupları [Üstad] >GAYR-i MÜNTEŞİR > Muhtelif Lahikalar > Emirdağ-2 Mektupları [Üstad] >
[439] Kastamonu Lahikası,2013,s.164
[440] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 496
[441] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 496
[442] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 497
[443] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 497
[444] Mektubat,2013,s.82
[445] Sözler,2013,s.1227
[446] Buharî, Salât: 88, Edeb: 36, Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Neseî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409.
[447] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.764
[448] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye),2013, s.345
[449] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Lemaat), 2013, s. 686
[450] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.871
[451] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.83
[452] Şualar,2013,s.474
[453] Maide Suresi,44,45,47
[454] Maide Suresi,44,45,47
[455] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s.288
[456] Beyanat ve Tenvirler,1996, s.111
[457] Mektubat,2013, s.130
[458] Mektubat, 2013,s.81
[459] Tarihçe-i Hayat,2013, s.223
[460] Bakara Sûresi, 2:256
[461] Şualar,2013, s.434
[462] Şualar,2013, s.625
[463] Tarihçe-i Hayat,2013, s.223
[464] Emirdağ Lahikası, s.545
[465] Lem’alar, 2013, s. 321.
[466] “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.”, Feth’ül-Kebir, 2: 195
[467] Emirdağ Lâhikası, 2013, s. 747.
[468] Emirdağ Lâhikası, 2013, s. 815.
[469] Mektubat, 2013, s. 94.
[470] Emirdağ Lâhikası, 2013, s. 815.
[471] Münâzarât, 1998, s. 41
[472] Münâzarât, 1998,s. 70.
[473] Emirdağ Lâhikası-II,2013, ,s.515
[474] Emirdağ Lahikası-II,2013, s.814
[475] Mektubat,2013, s.94
[476] Emirdağ Lahikası-II,2013, s.814
[477] Şualar,2013, s.625
[478] Tarihçe-i Hayat,2013, s.932
[479] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.514
[480] Beyanat ve Tenvirler,2011,s.305,306
[481] Emirdağ Lâhikası-II, 2013, s.527
[482] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s.276
[483] Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s.276
[484] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s. 513
[485] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s. 376
[486] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[487] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[488] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[489] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[490] Lem’alar,2013,s.269
[491] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s.230
[492] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[493] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[494] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[495]Sözler,(Lemeât), 2013,s:1170
[496] Sözler,2006,s:1170
[497] Yusuf Sûresi, 12:53.
[498] Sünuhat,2007,s:112-113
[499] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497,498
[500] Sözler(Lemaat),2013,s.1167
[501]Eski Saîd Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s.125
[502] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s.128
[503] Beyanat ve Tenvirler,2011,s.305,306
[504] En’am Suresi: 164; İsra Suresi: 15; Fatır Suresi: 18; Zümer Suresi: 7
[505] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.747
[506] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.813
[507] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.813
[508] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.812
[509] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.812
[510] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.545,546
[511] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.746
[512] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s. 208.
[513] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s. 520.
[514] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s. 210.
[515] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s. 748.
[516] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s.748
[517] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s.815
[518] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s. 815
[519] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s. 570
[520] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s.520.
[521] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s.520.
[522] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s. 874.
[523] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s. 761
[524] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s.574
[525] Emirdağ Lâhikası-II,2013, s.526
[526] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.28
[527] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.526
[528] Emirdağ Lahikası-II,2013,s.527
[529] Sözler, s. 864.
[530] Emirdağ Lâhikası-II, s. 520.
[531] Sözler, s. 553.
[532] Beyanat ve Tenvirler-s. 201, 202.
[533] Emirdağ Lâhikası-II, s. 520.
[534] Emirdağ Lâhikası-II, s. 132
[535] Mesnevî-i Nuriye, s. 150.
[536] Emirdağ Lâhikası-II, s. 607.
[537]Mustafa Sungur, Son Şahitler 4.Cild,1999, s.44
[538]Salih Özcan, Son Şahitler 3.Cild,1999, s.241
[539]Ahmet Gümüş, Son Şahitler, 4.Cild,1999, s. 160
[540] Bayram Yüksel, Son Şahitler 3.Cild,1999, s. 107
[541] Avni Toktor, Son Şahitler 4.Cilt,1999, s.332,333,334
[542] Son Şahitler 3.Cild,1999, s. 66
[543] Son Şahitler 3.Cild,1999, s. 67,68
[544] Son Şahitler 4.Cild,1999, s.44
[545] Son Şahitler 4.Cild,1999, s.45
[546] Son Şahitler 3.Cild,1999, s. 2241
[547]Son Şahitler 3.Cild,1999, s. 276
[548] Son Şahitler 3.Cild,1999, s. 277
[549] Son Şahitler 3.Cild,1999, s. 278
[550] Son Şahitler 4.Cild,1999, s. 114
[551] Son Şahitler 4.Cild,1999, s. 115