Risâle-i Nûr’da Şâhs-ı Mânevî

 Risâle-i Nûr’da Şâhs-ı Mânevî
Şahs-ı mânevî; bu kavramı ilk defa Risale-i Nur eserlerini okuduğumda duyduğumu belirtmek isterim. Sosyal hayatta kullandığım zaman da çoğu insanın bu kavramdan haberi olmadığını çok yaşadım. Hatta açıklamaya gayret ettiğim zamanlarda muhataplarımın pek ikna olmadıklarına şahit olmuşumdur. Çünkü geleneksel olan şahıs endeksli bir kültürden gelen insanlarımızın pek alışık olmadığı bir kavramdı şahs-ı mânevî.Doğrusu ise yaşanan bu ahirzaman asrının metodu olmalıydı şahs-ı mânevî. Asrın sahibi öyle tarif ediyordu şahs-ı mânevîyi. Bu zaman eski zamanlara benzemiyordu ki şahıs zamanı olsundu. Bu asırda şahıs dahi, hatta yüz dahi derecesinde de olsa yine de bir şahs-ı mânevî karşısında mağlup durumdaydı. Onun için de şahs-ı mânevî-i dalalete karşı bir şahs-ı mânevî i-i hakikat çıkmalıydı. Ve öyle oldu. Ehl-i dalaletin metodu şahs-ı mânevî olunca ehl-i imanın metodunun da şahs-ı mânevî olması gereği bir zaruretti. Ancak ehl-i din bu şahs-ı mânevîyi anlamakta ve tatbik etmekte zorlanıyordu.

Şahs-ı mânevî; kısaca mânevî şahıs, belli bir şahıs olmayıp, kendisine bir şahıs gibi muamele edilen cemaat gibi ortaklıklar; belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevî şahıs olarak tarif edilebilir.Bu kısa tariften sonra şöyle bir açıklama da yapılabilir. Biliyorsunuz insan denilince akla bir kişi geliyor. Ancak insanlık denilince bütün insanların oluşturduğu bir topluluk anlaşılır. İşte bu insanlık kavramını ifade etmek için insanlık şahs-ı mânevîsi kavramını kullanırız. Şahs-ı mânevîlerin teşekkülünde de şahıslar vardır. Ancak şahs-ı mânevîden çıkacak olan kararlarda kesinlikle bir tek şahıs yetkili değildir. Bu şahs-ı mânevînin bir mümessili olabilir. Ancak mümessil olan kişi sadece bu şahs-ı mânevînin temsilcisi ve sözcüsü konumundadır. Karar merciinde ise şahs-ı mânevî dediğiniz cemaatin seçilmiş mütesanid heyetleri ve onların almış olduğu kararlar olmalıdır.

Şahs-ı mânevî, üzerinde epey konuşulan ve Risale-i Nur eserleri ile bu asra damgasını vuran bir kavram. Çünkü Bediüzzaman mesleğinin esaslarını şahs-ı mânevî ile izah ediyor ve vazifesinin tekmilini ve tekâmülünü şahs-ı mânevîyeye bırakıyor. Çünkü bu zaman eski zamanlara benzemiyordu. Şahıs yüz dahi kuvvetinde ve kıymetinde de olsa bu zamanın dinsizlik cereyanlarına karşı mukavemet edemeyip ve mağlup olacaktı.

Bediüzzaman eserlerinde şahs-ı mânevî ile ilgili çok önemli izahlar yapıyor. Şahs-ı manevi kavramının içini dolduruyor ve yanlış tevillere yol açacak yorumlardan talebelerini uzak tutmaya çalışıyor. Bunu teyid eden bölümler şöyledir.” Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.( Kastamonıu Lâhikas-,s:102,Y.A.N.)”

Yine Emirdağ Lahikası’nda da önemli izahlar yapıyor Bediüzzaman .” Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehânın Nurları olan bir vazife-i imaniye, bîçare, zayıf, mağlûp, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.( Emirdağ Lâhikası-s:70,Y.A.N.)”

Halbuki eski zamanda değildik. Ahirzamanın iki dehşetli dinsizlik cereyanı kuvvet bulmuş ve bütün insanlığı ifsad ediyordu. Eski zamanların usul ve metodları ile bu iki dehşetli dinsizlik cereyanlarına mukavemet etmek neredeyse imkânsız bir hal almıştı. Öyleyse daha kuvvetli ve tesirli bir yol ve metod olmalıydı. Bu manada Bediüzzaman Sünûhat’ta şu ifadelerle konuya açıklık getiriyordu.” Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis (az hislenen), sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis (aynı cinsten) olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakîme sevk edebilsin. Yoksa, fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine(manevi şahsına) karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye mâruz bırakıyor.( Sünuhat–2007,s:123,24,Y.A.N.) ”

İşte Bediüzzaman hastalığı hem teşhis etmiş hem de çareyi göstermişti. Zaman artık şahıs zamanı değil şahs-ı mânevî zamanı idi. Artık söz şûrâlara aitti. Bu manada Bediüzzaman mukteza-i hal gereği en önemli bir mevkide yani mecliste üzerine düşen vazifeyi yapıyor ve milletvekillerini de uyarıyordu. Ve şöyle diyordu.” Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve, tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye(dini hükümlerin yerine getirilmesinde) daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinadla vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-ı mahduttur. (Mesnevi-i Nuriye,2006,s:162,Y.A.N.)”Bütün mesele cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevînin müstakim olması ve olmaması idi. Eğer şahs-ı manevi istikamette olursa ziyade parlak ve kâmil olacaktı. Bütün ehl-i imana nokta-i istinad olacaktı.

Bediüzzaman şahs-ı mânevî meselesini hiçbir tevile ihtiyaç bırakmayacak kadar net olarak izah ediyordu.Çünkü O şahsını nazara vermiyor,Kur’an ile Risale-i Nur arasından kendi şahsını çekiyordu.Sadece ve sadece Kur’an hakikatlerini nazara veriyor,şahsının Kur’an’a gölge olmasından endişe ediyordu. “Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.( Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 93)” diyordu.

Yine başka bir eserinde de şu izahlar vardı.“Ve bütün dostların medihlerini kendi şahsına almayarak, ya Nurcuların heyetine, ya Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsine havale etmiş. Ve dermiş: “Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım; çekirdek gibi çürüdüm, gittim. Risale-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîmin tefsiridir, mânâsıdır.( Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 89)”  ifadeleri ile kendi şahsını değil Kur’an’ı ve Kur’an’ın menevi bir tefsiri olan Risale-i Nurları ve şahs-ı mânevîyeyi nazarlara sunuyordu.

Bediüzzaman “Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,( Yirminci Lem’a-2005,s:375,Y.A.N.)” düsturu ile ehl-i hak tarafına bu zamanda doğru ve istikametli yolu gösteriyordu. Ehl-i dalâlet ve haksızların tesanüd sebebiyle haksız davalarında gösterdikleri samimiyet ve tesanüdden çıkardıkları bir şahs-ı mânevînin hücumu zamanında, elbette ehl-i hak o şahs-ı mânevîyeye karşı mağlup olmamak için ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarmak ve hak davada ihlâsla hakkaniyeti muhafaza etmek hakkın, imanın ve hakkaniyetin muktezası olduğunu gösteriyordu.

Öyleyse asrın sahibine kulak vermek ve şahs-ı mânevîyeye itimad etmek, şahs-ı mânevîyeyi zarar verecek haletlerden kaçınmak en önemli vazifelerimizden birisi olması gerekiyor. Çünkü Bediüzzaman’ın en önemli tavsiyesi şudur.” Aziz kardeşlerim, Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır. ( On Üçüncü Şua–2005,s:494,Y.A.N.)”

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir