Menfî siyâsetten istifade zannı
Menfî siyâset ta’biri Bediüüzzaman Hazretleri’ne ait bir tespittir. O,“Din dâhilde menfî tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyâset namına istifade edildi zannıyla, şeriata gelen tecavüzü gördünüz.”[1] diyerek menfî siyâsetin şerîata verdiği zararı ifade etmiştir. Buradan anladığımız şudur: Menfî siyâsetin tatbikatı, dinin dâhilde menfî tarzda istimal edilmesidir. Otuz sene halife olan Zat ise, merhum Şevketli Sultan ve Veli Padişah olan II. Abdülhamid Han’dır.
Bediüzzaman Hazretleri Abdülhamid Han’ın şerîat nâmına istimâl ettiği zayıf istibdad idaresini menfî siyâset olarak addeder. Burada Bediüzzaman Hazretleri’nin mazlum padişah, şevketli sultan ve veli zat olarak tavsif ettiği merhum Sultan Abdülhamid Han ile ilgili değerlendirmelerine kısaca temas edelim.
Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid Han Hazretleri’ni iki cihetle değerlendirdiğini görüyoruz. Birinci ciheti; Sultan Abdülhamid Hân mazlum padişah, şevketli sultan ve şahsen velî bir zattır. Ancak; “Din dâhilde menfi tarzda istimâl edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyâset nâmına istifâde edildi zannıyla şerîata gelen tecavüzü gördünüz.”[2]diyerek şerîatı zayıf istibdâd şeklinde tatbîk etmeye kendini mecbûr bilmesi, dolayısıyla da bu vaziyetin içtimâî ve siyâsî kusûr işlemeyi netice verdiği görülüyor. Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid’in şahsi faziletini değil; O’nun döneminde uygulanan menfî siyâseti tahlil ve tenkit etmiştir. Bu tenkit “Saik-i tenkit, aşk-ı hak ve arzu-i tenzih-i hakîkat olmalı. (Selef-i salihînin tenkitleri gibi.)”[3] sınıfına dahil olan müspet tenkittir. Çünkü “Tenkidi eğer insaf işletirse, hakîkati rendeçler(parlatır); eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar.”[4] Onun için de Bediüzzaman Hazretleri’nin Sultan Abdülhamin Han Hazretleri için yapmış olduğu tenkidi “aşk-ı hak ve arzu-i tenzih-i hakîkat”uğruna yaptığını ve bu tenkidin hakîkati rendeçleme(parlatma) maksadının olduğunu görmek ve kabul etmek lâzımdır. Bunların dışındaki değerlendirmeler ifrat ve tefrittir. Dikkat-i nazara alınmamalıdır.
Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri’nin şu tasnîfi de yaptığını görüyoruz. Bir zat şahsen velî ve çok sâlih olabilir. Ancak bu hâl, o zatın hayatının başka alanlarında kusûrlu olamayacağı mânâsına gelmez. Demek ki bir insan şahsen fazîletli olabileceği gibi, o fazîleti onun hiç kusûr işlemeyeceği anlamını taşımaz. Ya da bir zatın içtimâî hayatta kusûr işlemesi, o zatın şahsî fazîletine zarar vermez ve onu makâmından sükût ettirmez. Öyleyse şöyle diyebiliriz: Sultan Abdülhamid Han, şahsî fazîlet itibârıyla veli bir zat idi, ancak içtimâî ve sosyal hayatta özellikle mecbûriyet tahtında içtimâî ve siyâsî kusûr işlemeye mecbur oldu. Bu kusura Bediüzzaman Hazretleri şöyle temas eder: “Sabık Sultan Merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sabık içtimâî kusurâtını derk ile nedâmet ederek kabûl-i nasihâte istidat kesbetmiş…”[5] diyerek O’na bazı nasihatlerde bulunmuştur.
Bedîüzzamân Hazretleri hiçbir meseleye toptancı yaklaşmaz. İnsaf düstûru ve hakperestlik onun vazgeçilmez şer’î ölçüleridir. Bedîüzzamân Hazretleri kimden gelirse gelsin mutlaka hatâları “aşk-ı hak ve arzu-i tenzih-i hakîkat” namına söylemiştir. Yaşadığı zamanda Sultan Abdülhamin Han Hazretleri hakkında ifrat derecede yapılan hücumları da kabul etmemiş ve bu hücumların hedefinin hata olduğunu açıkça ifade etmiştir. Bu noktaya işaret eden yer Kastamonu Lahikası’nda şöyle ifade edilir: “Eski Saîd, bazı dâhî siyasî insanlar ve harika ediblerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip, ona karşı cephe almışlardı.[6] O hiss-i kablelvuku tabir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zayıf ve ismî bir istibdat görüp, ona karşı hücum gösteriyorlardı. Hâlbuki, onlara dehşet veren, çok zaman sonra gelecek olan istibdatların zayıf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hata.”[7]dır.
Burada Eski Saîd “bazı dâhî siyasî insanlar ve harîka edibler”den farklı olarak hissedilen ve tatbikatı görülen “o müthiş istibdat-ı acibeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp, öylece çalışmış.[8]”tır. Bu mânâda gelen şu kısım da çok manidârdır: “Üstadımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki hürriyet-i şer’iyeyi sena etmiş, nutukları ile halkları o hürriyete davet etmiş ve hürriyet-i şer’iyeye muhalif olanlara demiş ki: “Eğer şeriat dairesinde olmazsa, istibdat namını verdiğiniz, bir şahsın mecburî, cüz’î ve hafif istibdadı(Sultan Abdülhamid’in şeriat namına tatbik ettiği mecburî, cüz’î ve hafif istibdatı), pek şiddetli bir istibdad-ı küllî olup inkısam edecek. Herkes, bir nevi müstebit olur. İstibdad-ı mutlak çıkar. Binler istibdat hükmüne dönecek, yani hürriyet ölecek, bir istibdad-ı mutlak çıkacak.”[9]
Bundan başka Bediüzzaman Hazretleri Sultan Abdülhamid Han Hazretleri’ni “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamberi”[10] diye de tavsif etmiştir. Ayrıca O’nun zamanında uygulanan idarî siyâset için “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdad”[11]şeklinde ifade edilmiştir. “Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın (Sultan Abdülhamid’in) yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün; Ne mümkün zulm ile bidad ile imhay-ı hürriyet Çalış, idraki kaldır, muktedirsen ademiyyetten.”[12] ifadesine muhatap olmaması gerektiğini beyan etmiştir.
Menfî siyâsetin mâhiyeti
Risâle-i Nur, aktif ve filli siyâsete karışmamayı, idareye ve asayişe ilişmemeyi net olarak ders verir. Daha doğrusu aslî olarak dünyevî işlere müdahil olmaz, talebelerini de dünya cereyanlarına(husûsan dâhilî ve hâricî cereyanlara ve siyâsetli cemaatlere) dâhil olmamaları konusunda ciddi ikaz eder. Nur talebeleri dünyaya ve içtimâî hayata da imân ve Kur’ân hesabına bakar. Risâle-i Nur’un ve talebelerinin gayesi, ümmet-i Muhammed’in(asm) imân-ı tahkiki kılıcı ile imanlarının kurtuluşuna çalışmak ve onları sahil-i selâmete ulaştırmaktır. Ancak Risâle-i Nur, ümmet-i Muhammed’in(asm) kıyamete kadar bâkî, uhrevî ve dünyevî ihtiyaçlarına Kur’ânî prensipler vazeder. Bu prensiplerin müspet siyâsete temâs eden noktalarını ehline havale ederek, o prensiplerin tâlim ve tâallümüne çalışır. Bu noktalar bir nevi ilm-i siyâsete temas eden tâallüm-ü siyâsettir ki, Risale-i Nur’da tespit edilen menfî siyâsetten terfik edilmelidir. Bediüzzaman talebelerinden de ehil olup aktif siyâsete girmek isteyenlere bu yolu tercih etmelerine ruhsat verir.”Siyâset hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler; Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.” Der. Ancak “Nurlar namına” kesinlikle izin vermez. Çünkü “Nurların intişarı namına” siyâsete girmek başka, “Nurlar namına” girmek başkadır. Risâle-i Nur kâinatta rıza-i ilahiden başka hiçbir şeye âlet ve basamak yapılamaz.
Bilindiği üzere menfî siyâset, Bedîüzzamân Saîd Nusî tarafından günümüze taşınan ve mâhiyeti ta’rif edilen bir kavramdır. Risâle-i Nur her meseleye kıymeti nispetinde yer verdiği gibi, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde menfî siyâseti de ta’rif etmiş ve mâhiyetine açıklık getirmiştir.
Menfî siyâset, muktesit meslek olarak adlandırılan müsbet siyâsetin zıddıdır. Olumsuz siyâset, aşırı taraftarlık veya rakiplerini yok etmek şeklinde tatbik edilen siyâset olarak da ta’rif edilir. Rekâbeti şiddetlendiren, ancak ilm-i siyâseti istimâl etmeyen bir tarzdır. Tarafgirlik ve tassub-u baridânenin menşeidir. Menfî siyâsetten hususan din, vatan, millet ve masumlar zarâr görür. Muharriki, siyâsetçilik ve tarafgirliktir. Halbuki muharrik veya müreccih, siyâsetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. “Kim fasık siyâsettaşını mütedeyyin muhalifine suizan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyâsetçiliktir.”[13] İşte tam da menfî siyâsetin mâhiyeti bu hâldir. Menfî siyâset inhisarcıdır. Dini kendi meslektaşlarına has gösterir ve toplumda kavi bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürür. Halbuki “dine imale etmek(meylettirmek) ve iltizama(taraftar olmaya)teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir.”[14]
Bediüzzaman Hazretleri’nin tespitiyle “Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez.”Eğer istimal edilirse bu menfî siyâset tatbikatıdır ki, zarar verir. Dinin, dâhilde menfî tarzda istimalinden “şeriata tecavüz gelmiştir.”[15] Bu tecavüz, tatbik edilen zayıf istibdadın, şeriattan zannedilmesidir. “Acaba şimdiki menfî siyâsetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”[16] tespiti çok önemli bir noktaya işaret etmektedir. Bu zamanda da âlem-i İslâm’ın en şedit hasmı, menfî siyâsetten istifade ederek İslâm’ın ciğerine hançerini saplamış, masumları ve mazlumları perişan etmiştir. İslâm âlemi üzerinde yaşanan dehşetli musibetlerin çok sebeplerinden bir tanesi de menfî siyâsetten zalimlerin istifade etmesidir. Bu yaşananlar âlem-i İslâm’ın, Risâle-i Nur’da izahı ve ispatı yapılmış olan müstakil ve müspet siyâset-i âliye-i İslâmiyenin tatbik edilemeyişinden kaynaklanan problemlerdir. Çünkü fıtrî ve sünnetullaha muvafık olmayan bütün metodlar ve yollar menfî neticeler ortaya çıkarır.
Menfî siyâsetin bir diğer istimal alanı da dindir. Hâlbuki umûmun mukaddes malı olan din, manfî tarzda dâhilde istimal edilemez. Ne siyâsete, ne ticarete ne de dünyevi gayelere alet ve basamak yapılamaz. Çünkü din düsturları âli ve semâvîdir. Bu sebeple dünyevî cereyanlara ve maksatlara din âlet edilemez. Fakat din düsturları içtimâî ve siyâsî hayata tebliğ ve tâlim edilir. Bediüzzaman’ın tespitiyle “Bir kısım dindar ehl-i siyâset, dini siyâset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tâbi olamaz. Ve alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”[17] Böyle bir cinayet işlemek elbette büyük bir vebal ve mes’uliyete haiz bir fiildir. Toplumun yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmadan İttihad-ı İslâm adına yapılacak olan siyâset de menfî siyâsettir. Çünkü ahirzamanda hükmeden dâhili ve harici cereyanlar terbiye-i İslâmiyeyi zedelemiş, genel mânâda menfî siyâsetin cinayetine karşı dini siyâsete âlet etmeye mecbur olacağından İttihad-ı İslâm Partisi şimdilik başa geçmemesi lâzımdır.
Siyâset câzibesi aldatır!
Bedîüzzamân Hazretleri Eski Saîd için: “Siyâset câzibesi seni aldattı.”[18]der. Bu cümleden şunu anlıyoruz ki hadisat-ı âleme sadece siyâset nazarıyla bakıldığında, siyâset câzibesi insanı aldatır ve yanlış bastırabilir. Zaman zaman Bedîüzzamân Hazretleri’nin “Yanlış basmamak için”[19] talebelerini siyâsî meselelerde îkaz etmesinin sırrı bu olsa gerek. Görüldüğü gibi muharrik ve müreccih aslî olarak siyâsetçilik ise o vakit “siyâset câzibesi insanı aldatır.” Bundan dolayıdır ki Bedîüzzamân “Siyâset ihlâsı kırar.”[20] demiştir. Hatta “siyâset, hakîkatin rengini değiştirir” tespiti de bu noktaya bakar. Burada bahsedilen siyâset ahirzamanda hükmeden şerli ve menfî siyâsettir. Bedîüzzamân Hazretleri’nin şeytandan kaçar gibi kaçtığı ve “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti”[21]dediği siyâsettir. Çünkü ahirzaman asrındaki haricî ve dâhilî-maddî ve mânevî cereyanlar şeâir-i İslâmiye ve siyâset-i İslâmiyeye darbeler vurmuşlardır. Böylece din, müslümanların hayatında ikinci ve üçüncü derecede kalmıştır. Dinde bir lakaydlık ve lâubalilik baş göstermiştir. Terbiye-i İslâmiye zedelenmiş, onun yerine terbiye-i medeniye hâkim olmuştur. Kur’ân terbiyesi yerine, heva ve hevese tabi olan sefih medeniyetin terbiyesi hayata hâkim kılınmaya çalışılmıştır.
Çözüm, böyle bir zamanda ve zeminde tekrâr terbiye-i İslâmiyeyi te’sis etmek için geniş siyâset câzibesine kapılmak değil, adetullaha ve sünnetullaha uygun bir metod kullanmaktır. Bu da Kur’ân’ın elmas bir kılıcı olan imân-ı tahkiki kılıcı ile tebliğ ve irşaddır. Siyâset câzibesi bu noktada aldatıcı bir metoddur. Lâkin üzerinde durduğumuz siyâset câzibesi mevzuu ise, avamın zâhir nazarında -hissin galatı, şaşırtılması hükmüyle- imkân ve ihtimalin derecesinden çıkarak, avamın indinde bedâhet derecesine çıkan bir şey olarak göründüğü için; onların zâhirî olan hislerini okşamak ve zihinlerini müşevveşiyetten, şaşırtmaktan kurtarmak için hakkı ve hakîkati ihtar etmek gerekir. Çünkü “avamın çabuk iğfal olunabilen”[22] bir nazarı vardır. Risâle-i Nur’da en birinci vazîfe, îmân vazîfesidir. İmâna nispeten ikinci(hayat) ve üçüncü(şeriat) vazîfeler pek parlak ve çok geniş bir dâirede ve şa’şaalı bir tarzda olduğundan umûmun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünürler. Bu cihetle siyâset câzibesi, ehl-i dünya ve ehl-i siyâset ve avâmın nazarında birinci derece addedilir. Ancak hakîkat nazarında, îmâna nispeten ancak onuncu derecededir. Üzülerek ifade edelim ki bu hâl avâmın nazarında hakîkat telâkki edilmekle aklın haricînde bir suret almıştır. Hâlbuki hakaik-i îmâniyeye çalışmak hayat-ı içtimâîye-i ümmete dair hizmet, kâinatta en büyük mesele ve vazîfe ve hizmettir. Nur talebeleri bu noktalara ciddi olarak dikkat etmeliler ve “Kur’ân’ın elmas gibi hakîkatlerini, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyâset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymettâr hakîkatlere ihânet etmemek.”[23] için siyâset câzibesine kapılmamalılar.
Bedîüzzamân Said Nursi’de “Hakaik-i îmâniye ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyâsetle âlûde olsaydım, elimdeki o elmaslar, iğfal olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyâset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyâsete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.”[24] Diyerek önemli bir hakîkati ders vermiştir.
Netice olarak şöyle diyebiliriz: Bedîüzzamân Hazretleri her meseleye iki cihetten bakmayı bizlere ders vermiştir. Bu ders, hakperest bir yaklaşımın neticesidir. Siyâseti de müspet ve menfî olarak iki kısma ayırarak tarif etmiştir. Öyleyse menfî siyâset câzibesi insanı aldatır ve yanlış bastırır. Siyâsete prensipler canibinden yaklaşmak ve Risâle-i Nur’un içinden bakmak en isabetli bir yaklaşımdır. Risâle-i Nur’u referans alan ve her meseleye o Kur’ânî prensiplerle bakan Nurun kahramanları, heyecanlı siyâset câzibesine kapılmayarak şahs-ı mânevînin ferâseti, basîreti ve dirâyeti ile bu meselelere yaklaşırlar ve bakarlar. Bu yaklaşım ve bakış şahsî isabetlerden çok daha selametli ve istikametlidir. Çünkü bu yaklaşımın muharriki ve müreccihi aşk-ı İslâmiye ve hamiyet-i diniyedir. Siyâsetçilik ve tarafgirlik asla değildir.
“Memnu olduğumuz siyâset”
Bediüzzaman Hazretleri’nin “hizmet-i Kur’âniye noktasında memnu(yasaklı) olduğumuz siyâset”[25] dediği siyâset, elbetteki ahirzamanda hüküm süren şerli ve menfî esaslara dayalı olan ‘menfî siyâset’tir. Yaşadığımız bu ahirzaman asrının fitnesi en büyük bir fitne olduğundan[26] Bediüzzaman Hazretleri de “hizmet-i Kur’ân, beni hayat-ı içtimâîye-i siyâsiye-i beşeriyeyi düşünmekten menediyor.”[27] demiştir. “Risâle-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakîkat, hak, bizi siyâsetten menetmiş. Çünkü, masumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.”[28] noktası tam da menfî ve şerli siyâsetin men edildiği yerdir. Bu nedenledir ki Risâle-i Nur’un müteferrik yerlerinde sıkça karşılaştığımız kaçınılan ve men edilen siyâset, masumların zarar gördüğü ve bütün bütün zulmü genişleten menfî tarzda istimal edilen şerli ve menfî siyâsettir.
Risâle-i Nur’da hazır ve gaddar siyâset şöyle ta’rif edilir. “Siyâset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir.”[29] Bu günkü “gaddar siyâset ve zâlim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını da karıştırmış.”[30]tır. Bu zaman ve zeminde “Siyâset propagandası bazan yalana ziyâde revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı.”[31] Böylece siyâsette fenalık ve yalancılık mergup bir meta halini aldı. Menfaat ve çıkar üzerene devam eden şerli ve menfî siyâset ”Menfaat üzerine dönen siyâset canavardır.”[32]hükmünü icra etti.
Menfî ve şerli siyâsetin etki alanında kalmamak için şu tavsiyeye uymak gerekiyor. “Evet, bu zamanda siyâset, kalbleri ifsâd eder ve asabî rûhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i rûh isteyen adam, siyâseti bırakmalı.”[33] ”Dokuz on sene evveldeki Eski Saîd, bir miktar siyâsete girdi. Belki siyâset vasıtasıyla dîne ve ilme hizmet edeceğim diye beyhûde yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzûliyâne, hem en lüzûmlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.”[34]
Hem de “Husûsan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.”[35] Siyâset tarafgirliği ise ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler zulmü genişletiyor ve dağıtıyor. Hâdisat-ı âlem buna şahittir. Ayrıca “bu gaflet zamanında, husûsan tarafgirâne mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne.”[36] getirdiğinden Kur’ân şu zamanda menfî siyâset yolu ve metodu ile mücâhedeye izin vermiyor.
Bediüzzaman Hazretleri memnu olduğu siyasetin özelliklerini şöyle ifade etmiştir: “Zalim siyâsetin gaddarâne bir düsturu olan “Cemaat için fert feda edilir” diye çok zalimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adaleti izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hatta bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın onların siyâsetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder. İşte, eski zamanda bir derece, siyâsetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğinden, siyâsette, bu müthiş düsturlar karşısında, mecburiyetle selef-i salihîn sükût ile ve ehl-i sünnet ve’l-Cemaatin imamları o kapıları kapamak,” Allah ellerimizi o kanlı hâdiselere bulaştırmadı; o halde biz de o hâdiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım.”[37] deyip o kapıları açmıyorlar.[38] Bu noktaları da nazar-ı dikkate alan Bediüzzaman “Dünya siyâsetine karışmadığımın sebebi: o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her hâlde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur.”[39] Demiştir.
Fırtınalı bir zaman…
Bilindiği üzere Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri Eski Saîd devresinde siyâseti dine âlet ve dost yapmak mesleğinde gitmiştir. Ayrıca Eski Saîd ‘İslâm’ın hayat-ı içtimâîyesi’ ile ziyâde alakâdardır. Bu alakâdarlık dünyevi bir gaye için değil, İslâm’ın hayat-ı içtimâîyesi ile de muvazzaf olunan bir vazîfe içindir. Çünkü çok delil ve tecrübelerle sabittir ki Bedîüzzamân Saîd Nursî, müceddid-i ahirzamandır. Müceddid-i ahirzaman olan Zat, ümmetin asırlardır muntazır kaldığı bir Zat olarak çok vazîfelerle muvazzaftır. Bu vazifelerin birisi de ‘siyâset âlemi’ndeki vazîfedir.
Şimdi hakîkat-i hâl böyle olduğu halde, zaman zaman Bedîüzzamân Hazretleri’nin hayat devrelerinde bir tenakuz vaziyeti gösterilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki O’nun hayat devrelerinde kesinlikle bir tenakuz yok, vazîfeye taalluk eden noktalar vardır. Bu açıdan bakıldığında Bedîüzzamân, asırlardır ümmetin muntazır kaldığı bir Zat olarak çok dairelerde vazîfeli olduğundan, siyâset dairesi alanındaki vazîfeyi de yapmıştır. Eski Saîd eserlerine bakıldığında bu vazîfenin aleniyâtı net olarak görülecek ve tasdik edilecektir. Ancak Bedîüzzamân, böyle “fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.”[40] de demiştir. Pekâlâ, bu sözü ne zaman ve niçin söylemiştir? Bu sözün bu cihetlerini değerlendirmek lâzımdır. Bedîüzzamân 1922 senesine kadar, yani Ankara’dan ayrılana kadar Eski Saîd olarak bilinir. Gerçi tâ 1916 senelerinde başlayan bir inkilab-ı ruhî geçirilmeye başlanmıştır. Bu süre 1922’ye kadar devam eder. 1922’den sonra Bedîüzzamân’ın hayatında yeni bir dönem başlar. Kendi ifadesiyle Eski Saîd’den Yeni Saîd’e döner. Artık siyâset âlemindeki vazîfeden, diyanet âlemindeki vazîfeye başlanma zamanına gelinmiştir. Zaman, zemin, şartlar ve vaziyet Bedîüzzamân’ı Yeni Saîd’e taşımış ve Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin izhâr vakti başlayarak siyâset âlemindeki vazîfeden, diyanet âlemindeki vazîfeye geçilmiştir. Bu geçişte elbette ki çok mühim inkılâplar olmuş ve hadiseler yaşanmıştır. Hem hadîslerle ihbâr edilen, hem de Kur’ân’ın işaret-i gaybiyesi ile haber verilen hadiseler vukua gelmiştir. Bu ihbârlar ile Bedîüzzamân bir duruş yapmış ve Kur’ânî bir tavır ortaya koymuştur. Çünkü artık fırtınalı bir döneme girilmiştir. İşte Bedîüzzamân’ın “Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.”[41] dediği zaman bu dönemdir. Bu cümle ile Eski Saîd’in üzerine çizgi çekilmemiş ve Eski Saîd eserleri yok sayılmamıştır. Bilakis Üçüncü Saîd Devresinde(1949’dan sonra) Eski Saîd eserleri tekrar toparlanmış olup tashihatları yapılarak haşiyelerle beyanı tahahkut etmiş ve Risale-i Nur Külliyatı’na dâhil edilmiştir. Risâle-i Nur’da bunu görmek mümkündür.
Pekâlâ, Bediüzzaman Yeni Said devresinde niçin böyle bir tavır ortaya koymak mecburiyetinde kalmış ve “Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez.”[42] demiştir? Bu cümlenin şerh ve izahları yine Risâle-i Nur’da verilmiştir. Bu şerh ve îzahları şöyle tasnif edebiliriz:
Birincisi: Bedîüzzamân’ın “Rivayetlerde gelen eşhâs-ı ahir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve Hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbâr ettiği ahir zamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur”[43] ettiğinin tahahkukudur.
İkincisi: Peygamber Efendimiz(sav)’in “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyâset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılıç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukâbele edilebilir”[44] tavsiyesine müra’at edilmesidir.
Üçüncüsü: Bedîüzzamân “Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi.”[45]diyerek Hz. Âdem(as)’den kıyamete kadar en şiddetli fitnelerin yaşandığı zamanı haber vermesidir.
Dördüncüsü: Kur’ân’n ihbâr ve işaretiyle “Mânevî bir cihad-ı dinî, imân-ı tahkikî kılıcıyla olacak” denilen zamanın başlamasıdır.
Beşincisi: “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, îmânlar kurtulsun.” Hakikatinin tahakkuk devresinin başlamış olmasıdır.
Altıncısı: Siyâset topuzunun böyle bir zamanda kalbleri ıslah etmeyeceği, hatta kâfirleri münafık derecesine indireceği hakikatidir.
Yedincisi: Siyâset topuzu(metodu) ile dine hizmet etmek anlayışının masumları belaya sokup, onlara zulmetmiş olunmasını netice vermesidir.
Sekizincisi: Müsbet siyâsetin tamâmen işlevsiz bir hale gelmesi ve menfî siyâsetin ise ihlâsı kırması sebebiyle topuz(siyâset) metoduyla sağlam hizmet edilemez oluşudur.
Dokuzuncusu: Dindeki rüşd-i irşâd ve hak ve hakîkati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhâr edip tebyin ve tebeyyün eden bir nurun Kur’ân’dan çıkma zamanının gelmesidir. Öyleyse siyâsette de “Kur’ân’dan çıkan o nurun” prensiplerine ve ölçülerine göre hareket edilme zaruretidir.
Onuncusu: Eski Saîd devresinde hayat-ı beşeriye denizi dalgalı olsa da orada dengeli bir tarzda yüzme imkânı oluşu nedeniyle Kur’ân’ın siyâsete taalluk eden prensipleri ortaya çıkarılmış olup, ümmetin içtimâî ve siyâsî ihtiyacına cevaplar verilerek bu alandaki stratejisi de ortaya konulmuştur. Bir nevi siyâset alanındaki vazîfe yapılmıştır. Ancak Yeni Saîd devresinde hayat-ı beşeriye denizde dehşetli bir fırtına başlamış olup bırak denize girmeyi, denize bakmak dahi zararlı bir hâl almıştır. Çünkü yukarıda da bahsedilen işaret-i gaybiyeler ve ihtârlar tahakkuk etmiş ve fırtınalı bir zaman başlamıştır. Bedîüzamân’da böyle fırtınalı bir zamanda denizin şiddetli fırtınasına karşı sırtını dönmüş ve dindeki rüşd-i irşâd ve hak ve hakîkati gözlere gösterecek tarzda i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarını te’lif etmiştir. Bu vazîfe ise diyânet alanındaki vazîfenin tahakkukudur.
Kur’ân bizi siyâsetten men’etmiş
Risâle-i Nur’da açık ve net olarak ifade edilen “Kur’ân bizi siyâsetten men etmiş” cümlesi bir kaç yerde geçmektedir. Bu men edilişin çok hikmetleri ve gerekçeleri de izah edilir. Bu konuda şu suali sormak icab eder. Kur’ân bizi neden şiddetle siyâsetten men’etmiş? Veya ‘Kur’ân bizi hangi siyâsetten bizi men’etmiş?’
Risâle-i Nur’da siyâset iki kısma ayrılır. Birincisi muktesit meslek olarak tavsif edilen müsbet siyâsettir. İkincisi ise menfaat üzerine kurulmuş ve masumları belaya sokan menfî siyâsettir. Öyleyse Kur’ân’ın bu ahirzaman asrında men ettiği siyâset, menfî esaslara dayalı menfaat üzerine dönen şerli siyâsettir. Bizler de özellikle ehl-i îmâna ve Risâle-i Nur’a muhatap olanlara yol göstermesi açısından bu zamanda Kur’ân’ın bizleri niçin fiilî ve menfî siyâsetten men ettiğini yine Risâle-i Nur’a bağlı kalarak tasnif etmeye çalışalım inşâallah.
Birincisi: Bedîüzzamân Hazretleri Eskişehir Müdafaaları’nda “Hizmet-i kudsiyem beni (siyâsetten ve idareye ilişmekten)men’ediyor.” demiştir. Talebeleri de “Üstâdımız bizi siyâsetten men’ediyor, zarardır.” diye îkaz ediyor diyorlar. Bundan dolayıdır ki “Risâle-i Nur’un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle (fiilî ve menfî)siyâsetten kaçıyorlar.”[46] Çünkü îmân hizmeti aslî bir hizmettir. Dünyevî ve siyâsî mülahazalardan beri ve paktır. O tür mülahazalar hizmet-i îmâniye ve Kur’âniyeye arız olmaması lâzımdır.
İkincisi: Öncelikle hak ve hakîkat olan hizmet-i Kur’âniye, şimdiki zamanda çoğu yalancılıktan ibâret olan dünya siyâsetine tenezzüle meydan vermiyor. Menfî ve şerli siyâsetten bizi kat’iyyen men’ediyor. Hayat-ı ebediyeye ciddî çalışmak ve zararsız ve müstakim yol ile Kur’ân’a hizmet etmek, elbette dağdağa-i siyâsetten çekilmeyi iktiza ettiğinden, ehl-i dünyanın hata ve harekâtlarıyla alakadar olmamak, belki kalblerimizi bulandırmamak için fiilî ve menfî siyâsete kaçınılıyor.
Üçüncüsü: Kur’ân bizi menfî siyâsetten men’etmiş, tâ ki elmas gibi hakîkatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin. Yani Kur’ân hakîkatleri dünyevî işlere âlet edilmesin ve basamak yapılmasın. Kur’ân’ın elmas gibi hakîkatleri propaganda-i siyâset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirilmesin.
Dördüncüsü: Şefkat, vicdan, hak, hakîkat bizi siyâsetten men’etmiş. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi sekiz mâsum biçare, çoluk çocuk, zaif, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz mâsumlar belâya düşecekler. Belki o iki münâfık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyâset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husûlü de meşkûk olduğu halde girmek, Risâle-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakîkate zıt olduğundan Kur’ân bizi menfî ve fiilî siyâsetten men’etmiş.
Beşincisi: Bedîüzzamân Hazretleri “Kur’ân-ı Hakîmin hizmeti, beni şiddetli bir surette siyâset âleminden men’etmiş. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu.”Diyerek bu zaman ve zeminde Kur’ân’a safiyâne hizmet etmek için hizmet-i Kur’âniye bizleri siyâsete temas etmekten ve fiilî alâkâdâr olmaktan men ediyor.” Demiştir. Üstâdımız otuzbeş seneden beri, şeytandan istiâze eder gibi siyâsetten çekilmiş ve siyâseti tamamıyla terk etmiştir. Hiçbir siyâsî gayesi ve maksadı bulunmadığı ve bütün kuvvetiyle îmânı kurtarmağa çalıştığı bilinmektedir. O, asla dini siyâsete âlet etmemiş, mümkünse siyâseti dine alet ve dost yapmaya çalışmıştır. Bu cihetle de dinin siyâsete âlet edilmesini Kur’ân şiddetle men etmiş.
Altıncısı: İhlâs ile hakikî hizmet-i îmâniye, bizi her nevi siyâsetten çektiği gibi; netice odaklı değil rıza-ı İlâhi odaklı hizmet olan hizmet-i îmâniye ve Kur’âniye, sırr-ı ihlâsın muvaffakiyeti için bizi menfî ve fiili siyâsetten men etmiş. En önemlisi de mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men ediyor. Bedîüzzamân Hazretleri de “Otuzbeş senedir ki, siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da bırakınız diyordum. Sebebi, siyaset ihlâsı kırar.”[47] demiştir. Hakîkat-i ihlâs, bizim için şan-ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden bizi men ediyor. Çünkü, “bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkûreler sahibi, her şeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevî harekâtını da, o dünyevî mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor. Hâlbuki, hakaik-ı îmâniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-i İlâhîden başka bir gayesi olamaz.”[48]
Yedincisi: Risâle-i Nur şakirdlerinin siyâsete bakmamaları ve çarpışmalardan gelen zulümlere hissedâr olmamaları için; merakla, tarafgirâne bakmak ile tahribatlardaki zulümlere hissedâr olmamak adına şiddetle Kur’ân bizi menfî ve fiilî siyâsetten men’etmiş.
Sekizincisi: Nur Talebeleri Kur’ân’ın bir kanun-i esasîsiyle, yüzde doksan masuma zarar gelmemek için on cani yüzünden asayişi bozmaya çalışanları men ediyorlar. Bu cihetle de masumlara zarar gelmemesi noktasında Kur’ân bizi siyâsî metodla hizmet etmekten men’etmiş.
Dokuzuncusu: Bedîüzzamân ve talebeleri “Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını, meşkûk bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışmayla feda etmemek için; hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kur’ân için şiddetle siyasetten kaçıyor.”[49]
Onuncusu: Netice olarak “Bu dünya fânidir. En büyük dâvâ, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, dâvâyı kaybeder. Hakiki dâvâ budur. Bunun haricindeki dâvâlara karışmak zararlıdır. Siyâsetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Hem de siyâset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini kaybeder.”[50] Öyleyse aslî olan imâna ve Kur’ân’a sırr-ı ihlâs ile hizmet etmektir. Dünyayı da ahiret hesabına istimal etmek ve ahirete bir mezra ve tarla yaparak çalışmaktır.
Abdülbâkî Çimiç
[1] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[2] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[3] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Tuluat), 2013, s.581
[4] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Hakikat Çekirdekleri), 2013, s.631
[5] Eski Said Dönemi Eserleri(Divan-ı Harb-i Örfi),2013,s.135
[6] Zannederim, asr-ı ahirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat, çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.(Şualar,2013,s.938)
[7] Kastamonu Lahikası,2013,s.94
[8] Kastamonu Lahikası,2013,s.49
[9] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.238
[10] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Nutuk), 2013, s.182
[11] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s.238
[12] Lem’alar,2013,s.410
[13] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[14] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.497
[15] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[16] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Sünuhat), 2013, s.498
[17] Eski Saîd Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s.345
[18] Kastamonu Lahikası,2013,s.49
[19] Beyanat ve Tenvirler,2011,s.307
[20] Beyanat ve Tenvirleri,2011,s.305
[21] Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.
[22] Sikke-i Tasdik-i Gaybi,2013,s.82
[23] Kastamonu Lahikası,2013,s.345
[24] Mektubat,2013,s.104
[25] Kastamonu Lahikası,2013,s.186
[26] Şualar,2013,s.534
[27] Mektubat,2013,s.81
[28] Şualar,2013,s.474
[29] Sözler,2013,s.784
[30] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.344
[31] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.346
[32] Mektubat, 2013, s.798
[33] Kastamonu Lâhikası, 2013, s. 164.
[34] Mektubat, 2013, s.103
[35] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.83
[36] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.82
[37] Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkitve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, ŞerhüCevheretü’t-Tevhid, 334
[38] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.360
[39] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.112
[40] Mektubat,2013,s.103
[41] Mektubat,2013,s.103
[42] Mektubat,2013,s.103
[43] Terihçe-i Hayat,2013,s.233
[44] Terihçe-i Hayat,2013,s.233
[45] Mektubat,2013,s.81
[46] Kastamonu Lahikası,2013,s.201
[47] Beyanat ve Tenvirleri,2011,s.305
[48] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.82
[49] Mektubat,2013,s.103
[50] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.45