Risâle-i Nûr’da Duygular

İnsanın fıtratına derc edilen duygular.

1.Rûh

2.Kalb

3.Akıl,

4.Vicdan

5.Nefis

6.İrâde,

7.Zihin,

8.Dimağ

9.Sır,

10.Kuvve-i şeheviye

11.Kuvve-i gadabiye

12.Kuvve-i akliye

13.Hiss-i sâmia,

14.Hiss-i bâsıra,

15.Hiss-i zâika

16.Hiss-i sâdise-i sâdıka olan sâika

17.Hiss-i sâbia-i bârika olan şâika

18.Hads

19.Hadsin muzaafı olan ilham

20.Cüz-i ihtiyârî

21.Meyelân

22.Meyelânın muzâafı olan arzu

23.Arzunun muzaafı olan iştiyak

24.İştiyakın muzaafı olan aşk-ı İlâhî

25.Hafî,

26.Ahfâ

27.Havass-ı hamse-i zâhirî

28.Havass-ı hamse-i bâtına

29.Âsab

30.Hevâ

31.Vehim

32.Hiss-i kablel’l-vuku

33.Tahayyül

34.Tasavvur

35.Taakkul

36.Tasdik

37.İz’an

38.İltizam

39.İtikad

40.Kuvve-i hâfıza

41.Hayal

42.İdrak

43.Fikir

44.Şuur

45.His

46.Göz

47.Kulak

48.Ağız(dil)

49.Burun

50.Deri

51.İnat

52.Haset

53.Adâvet

54.Kin

55.Gıbta

56.Nifak

57.Şikak

58.Tarafgirlik

59.Riya

60.Gurur

61.Ucb

62.Yeis

63.Sû-i zan

64.Hüsn-ü zan

65.Tasannu

66.Hodfuruşluk

67.Hodbin

68.Hüdâbin

69.Hodendiş

70.Ahlâk

71.Terahhum

72.İncizap

73.Cezbe

74.Gaye-i hakîkî

75.Hakîkat-i cazibe

76.Tecarüb

77.Tecavüb

78.Ahlâk-ı hasen

79.Hiss-i sâdis

80.Fıtrat-ı zîşuur

81.İnsaf

82.Şefkat

83.Acımak

84.Tamah

85.Gıybet

86.Heves

87.Emel

88.Hırs

89.Nâr-ı mûkade(aşk)

90.Heyecan

Öncelikle Rûhuı Risâle-i Nûrlardan da istifâde ederek anlamaya çalışalım inşâallah.

Kalb tâ’riflerini de yine öncelikle Risâle-i Nûrlardan ekleyelim.”İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zaika gibi bir hiss-i saika, hem bir hiss-i şaika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur(duyulmayan, hissedilmeyen) hisler çoktur.(Hutbe-i Şâmiye )”

“Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar.(On Üçüncü Lem’a)”Risâle-i Nûrlarda İmân ve kalb bağlantısı.

Kalb, imânın mahallidir.

Risâle-i Nûrlarda Latîfe-i Rabbaniye

İnsana Rabbimiz tarafından verilen hislerin istimal mahalli ve zirveye ulaşması muhabbetullaha bağlanmış.Demek ki hisler hakîkî mânâda muhabbetullah için yaratılmış.Bu manada Üstaddan bir alıntı yapalım.

Risâle-i Nûr paragrafından anladığımıza göre lâtîfeler insanda tek bir lâtîfe ile sınırlanamıyor ve insanın mahiyetinde envâ-i çeşit lâtîfeler olduğu anlaşılıyor.

Velîlerin himmetleri, imdatları, mânevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duâdır. Hâdî, Muğîs, Muîn, ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir latîfe, öyle bir hâlet vardır ki, o latîfe lisânıyla her ne sual edilirse-velev ki fâsık da olsun-Cenab-ı Hak o latîfeye hürmeten o matlûbu yerine getirir. O latîfe pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim. (Mesnevî-i Nuriye – Şûle)

Ve mâdem insanda bâzı letâif var ki, teklif altına giremez; o latîfe hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhâlefetiyle mes’ul tutulmaz.

Eğer, insan yalnız bir kalbden ibâret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ Esmâ ve Sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat cânibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır.(Yirmiyedinci Söz, Zeyl-üçüncü sual)

Evet, yukarıya alıntılarını yaptığımız cihetle insan sınırsız hasseler, duygular, duyular, maddî ve mânevî cihazatlarla donatılmış olarak yaratılmıştır.

Artık bu konuda son düşüncelerimizi yazalım inşâallah.

Gördük ki insanın mahiyetine sınırsınz derecede duygular ve duyular yerleştirilmişti.Bu duygu ve duyuların komutanı ise kalbdir ve kalb bir nev’î latîfe-i rabbaniyedir.

“Kalb, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün.” cümlesi ile kalbin kumandan oluşunu anlıyoruz.demek ki diğer duygular kalbe bağlı ve onun kumandanlığında maksada yürüyor.

Kalb ise imanın mahalli ve imânve marifetullah ile mutmain oluyor.Hem Nûru imân kalbden gelir sözü ile de diğer letaifin gıdası ve nûru da kalbdeki imâna bağlıdır.Düşünelim ki bir oda olsun ve bu odada bir lamba olsun.Bu lambaya ışık büyük bir santralden gelmektedir.O lambayı insan sarayının kalbi mesabesinde kabul edelim.Odanın içindeki diğer eşyaları da diğer latîfeler olarak düşünelim.lamba yandığı an her bir eşya kendi kabiliyetince lambadan yansıyan ışık ile nurlanacak ve mânâ kzanacak ve eşya özelliği ile vazîfesini yapacaktır.İşte kalbin kumandan oluşu ve insan sarayında maksada letaîf askerleri ile yürümesi mânâlarına bu misal bir kapı aralayabilir düşüncesindeyim.

Şimdi şöyle bir tasnif dahâ yapalım.

1.Hem Risaletü’n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez;(Kastamonu Lâhikası – Mektup No: 6) Sair ulema derken bu ulema ilm-i kelam ulamasıdır.İlm-i kelam uleması aklı kumandan olarak kabul eder ve maksata sadece akıl ile yürümeyi tercih eder ve letaif askerlerini geride bırakır.

2.”Hem Risaletü’n-Nur,ve evliya misilli yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor.(Kastamonu Lâhikası – Mektup No: 6)”Burada bahsedilen evliya misilli denilerek de tasavvuf (ehl-i tarikat) kastediliyor ve onlar kalbi kumandan olarak kabul ediyor maksada kalb komutanı olarak tek başına gitmeye çalışıyor letaif askerlerini onlarda geride yalnız bırakıyor.

3.”Hem Risaletü’n-Nûr, Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.(Kastamonu Lâhikası – Mektup No: 6) denilerek “kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün.” hakikati anlaşılmış oluyor.İşte Risâle-i Nûr mesleği de kalbi kumandan yapıyor ve maksada yürüyor ancak letaifi geride bırakmıyor hep beraber kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüyor.

Hem şu gelen kısım da meselemize kuvvet veriyor.

“Mârifet-i Sâni denilen kemalât arşına uzanan miraçların usulü dörttür.”

“Birincisi: Tasfiye ve işrâka müesses olan muhakkikîn-i sufiyenin minhacıdır. ( Mesnevî-i Nuriye,2006,s:394,95)” İnsanın kendisini dünya ve maddeci yaklaşımlardan tasfiyesi, arındırması ve kalbe doğma ve sezgiyle tesis edilen ve kurulan tasavvufla uğraşarak hakikate ulaşmaya çalışanların meslek ve yoludur.

“İkincisi: İmkân ve hudûsa mebnî mütekellimîn tarikidir. ( age,s:394,95)” Var olması ya da yok olması noktasında zorunlu olmama olan imkân ve sonradan meydana gelme, yok iken var edilme olan hudusa dayanan kelâm âlimlerinin, kelâmcıların yoludur.

“Bu iki asıl, çendan Kur’ân’dan teşâub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. Evhamdan masun kalmamışlar. (age, s:394,95)” Evet, bu iki yol Kur’ân’dan alınmış ve şubelenmiştir. Lâkin insanların fikri ve düşünceleri başka başka surete geçtiğinden ve başka şekle çevrildiğinden çok uzunlaşmış ve zorlaşmıştır. Ayarıca vehimlerden, evham ve vesveselerden masum kalamamış ve kurtulamamıştır.

“Üçüncüsü: Şübehât-âlûd hükemâ mesleğidir.( age,2006,s:394,95)“ Şüpheler bulaşmış ve şüphelere bulanmış olan şübehât-âlûd olan filozofların mesleğidir. Bu meslek de insanları şüphe ve vehimlerden kurtaramamış ve sâhil-i selâmete çıkaramamıştır.

“Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’ânîdir. (age, s:394,95)” Kur’ân’a ait belâgat, Kur’ân’ın kendisine has olan sözleri ve belâgatının yüksek ve yüce mertebesini ilan etmekle birlikte, ahenkli, akıcı ve güzel ifade olan cezâlet yönüyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve kolay anlaşılırlık, ifade açıklığı cihetiyle insanların umumuna en şümûllü ve kapsayıcı olan Kur’ân’ın tarif ettiği yol, Kur’ân’ın izlediği tarîk olan mirac-ı Kur’ânîdir.

Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî. ( Mesnevî-i Nuriye,2006,s:394,95)

Arş-ı kemâlât olan mârifet-i Sâniin miraçları yazımızın birincisinde bir nebze de olsa İslâma hizmet eden mesleklerden ve miraçlardan bahsetmeye çalışmıştık. Aynı konu Muhakemat’ta, Unsuru’l Akîde, Üçüncü Maksatta da şöyle geçmektedir.

”Arş-ı kemâlât olan mârifet-i Sâniin miraçlarının usûlü dörttür:

Birincisi, tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi, imkân ve hudûsa mebnî olan mütekellimînin tarikıdır.

Bu iki asıl, filvaki, Kur’ân’dan teşaub etmişlerdir. Lâkin, fikr-i beşer başka sûrete ifrağ ettiği için, tavîlü’z-zeyl ve müşkilleşmiştir.

Üçüncüsü, hükemanın mesleğidir.

Üçü de taarruz-u evhamdan masûn değildirler.

Dördüncüsü ki belâgat-i Kur’âniyenin ulüvv-ü rütbesini ilân eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’ânîdir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik.”(Muhakemat,2006,s:166)

Şu gelen kısmın tamamını ekleyerek konuyu netleştirelim.

“Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve mârifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar.

Risaletü’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mucizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: “Velî ol, gör; makamata çık, bak, nurları, feyizleri al.”

Risaletü’n-Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.”

Hem Risaletü’n-Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-i dalâlet karşısında tek başıyla galibâne mukabele eder.

Hem Risaletü’n-Nur, sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez; ve evliya misilli yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.(Kastamonu Lâhikası – Mektup No: 6 )

Bu cihazatların insana idhal edilmesinin gâyesi ve maksadı ise şudur.

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Halık-ı Kainat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir.

Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakin ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.(Yedinci Şua)

Senin hayatının gâyesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının sûretini, hem hayatının sırrı-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak; senin hayatının gâyelerinin icmâli dokuz emirdir.

• Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazînelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.

• İkincisi: Senin fıtratında vaz’ edilen cihazâtın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli defînelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.

• Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san’atlarını ve latîf cilvelerini bilerek, hayatınla teşhir ve izhâr etmektir.

• Dördüncüsü: Lisân-ı hal ve kâlinle Hâlıkının dergâh-ı Rubûbiyetine ubûdiyetini ilân etmektir.

• Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp, padişahın nazarında görünmekle onun iltifatât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi, esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek süslenip, o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.

• Altıncısı: Zevi’l-hayat olanların tezâhürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumuzât-ı hayatiye denilen, Sâni’lerine tesbihâtları; ve semerât ve gâyât-ı hayatiye denilen, Vâhibü’l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşâhede etmek, tefekkür ile görüp, şehâdetle göstermektir.

• Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irâde gibi sıfat ve hallerinden küçük numunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfat-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Meselâ, sen, cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î irâden ile bu hâneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hânenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.

• Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudâtın her biri, kendine mahsus bir dil ile Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin Rubûbiyetine dâir mânevî sözlerini fehmetmektir.

• Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle, kudret-i İlâhiye ve gınâ-i Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca, taamın lezzeti ve derecâtı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-i İlâhiyenin derecâtını fehmetmelisin.

İşte senin hayatının gâyeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir.”( On Birinci Söz)

Ve mâdem insanda bazı letàif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o latîfe, kalbi ve aklı dinlemez.

Elbette, o latîfe bir insanda hâkim olduğu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zat, şerîata muhâlefette velâyet derecesinden sukut etmez, mâzur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakàik-i şerîata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hâle mağlûp olup -neûzü billâh- o hakàik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)

Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin istidadın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin seni şekavete mahkûm etmiştir.” O biçare adam ye’se düşüp helâkete gider.(On Üçüncü Lem’a )

Bu teklif altına girmeyen letàîf hakkında biraz dursak iyi olur diye düşünüyorum. Bu latîfenin mâhiyeti şöyle;

1.Teklif altına girmediği gibi,

2.İhtiyar altına da girmez,

3.Hattâ aklın tedbiri altına da girmez;

3.O latîfe, kalbi ve aklı dinlemez.

4.Üstadın tabirince;”Hem insanın letàifi içinde teşhis edemediğim bir iki latîfe var ki, ihtiyar ve irâdeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler.”

5.Ba’zan o latîfeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar.

Yukarıdaki “Fakat insanda öyle bir latîfe, öyle bir hâlet vardır ki, o latîfe lisânıyla her ne sual edilirse-velev ki fâsık da olsun-Cenab-ı Hak o latîfeye hürmeten o matlubu yerine getirir.” ifâdesi çok ilginç ve bir o kadar da önemli bir ifâde diye düşünüyorum. Devam eden cümlede ise Üstâdımızın o latîfeyi pek uzaktan görünse de teşhis edemeyişi ise ayrı biz önem ve dikkat çekici durumdur. Şahsî olarak bu ksım çok dikkatimi çekti paylaşmak istedim.

Ve mâdem insanda bâzı letâif var ki, teklif altına giremez; o latîfe hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhâlefetiyle mes’ul tutulmaz.

Ve mâdem insanda bazı letâif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o latîfe, kalbi ve aklı dinlemez.

Elbette, o latîfe bir insanda hâkim olduğu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zat, şerîata muhâlefette velâyet derecesinden sukut etmez, mâzur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakàik-i şerîata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hâle mağlûp olup -neûzü billâh- o hakàik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur. (Yirmi Dokuzuncu Mektup)

Evet Risâle-i Nûrlardan yine hârika anektodlar latîfe konusuna. Böylece insanın mahiyetinin ne kadar şümûllü ve sırlı olduğu da anlaşılıyor. Latîfe konusu üzerinde epey fikir jimnastiği yapmamız gerekecek diye düşünüyorum.

Yine anlıyoruz ki lâtîfelerin insan ruhuna dercedilen merkezleri kalb ve vicdan oluyor.

Kalp ile vicdan ise mahal’li imândır.

İmânın mahallî kalb ve vicdan oluyor.

Yine Üstadın izahına göre bu mânevî duygular olan mazharı maddî cihazatın yaşaması ve hayatının devamı için maddî gıdalar istediği gibi o mânevî mazharı de mânevî gıdalar istiyor. İşte o mânevî gıdanın şahı ve padişahı imân-ı billahtır ki özellikle kalbi ve vicdanı nurlandırarak onlara bağlı lâtifeler de böylece hayatlanır ve gıdalarını almış olurlar.

O lâtifelerin hayat bulması ve yaşaması ya da gıdalanması ise kalb ve vicdanı aydınlatan ve nurlandıran nûr-u imânla olacaktır.

İşte kalb ve vicdan nûr-u imândan mahrum olursa insanın kalbine ve vicdanına dercedilen lâtifelerin hayatı sönecek ve ızdıraplar içinde kalacaktır. Bu da demek oluyor ki o lâtifelerin bazen sönmesi ve ölmesidir.

Lâtifeler sönerse ne olur?

Lâtifelerin sönmesi demek oraya nûrun gelmemesi demektir. Ne zaman o nûr oraya gelirse tekrar aydınlanması ve gıdalanması mümkündür.

Ya lâtifelerin ölmesi ne demek?

İşte bu durumda o insan kalbinin ve vicdanının nûru olan ve kişinin iarâdesinin meylinden sonra kalbine Allah tarafından derc edilecek olan nûr-u imânı istememiş ve meyletmemiş olacak ki o zaman kalbine ve vicdanına bağlı olan o lâtife hayat bulamayacak ve ölecek demektir. İşte kâfirlerin halet-i ruhiyesi bu olmalıdır. Kalbinin yani kalbe bağlı lâtifelerin ölmesi bu olabilir.

İnsanda sınırsız lâtîfeler vardır. Her birisinin makamı farklı olabilir. Yani her birisi her makamdan istifâde etmeyebilir. Bu nedenle de bazı lâtîfeler kendi makamını ve alacağı nûru bulmadan gıdasını alamayabilir. Bu mânâda inanıyorum ki Risâle-i Nûrlar Kur’ân’ın manevi bir dersi ve tefsiri olması hasebiyle insan Risâle-i Nûr dersleri ve okumaları ile lâtîfeler gıdalarını alabilir.

O zaman Risâle-i Nûrları her daim okumak ve ruhumuza dercedilen lâtîfelerin her birinin farklı makamda derslerini alınması ve lâtîfelerin gıdalanması gerekiyor

“Ruh-u insanî gayr-ı mütenahi ihtiyaçlara giriftar, gayr-ı mütenahi elemlere mahaldir. Gayr-ı mahsur lezzetlere iştahlıdır. Gayr-ı mahdut âmâli beslemektedir. Hattâ,kalbin dalâletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-ı mütenahi elemleri tazammun ediyor.( Mesnevî-i Nuriye)

Yine Üstad Hutbe-i Şamiyede;” Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.” Demektedir.

Bu manaları nazara arlığımızda kalbin batını sadece ve sadece muhabbetullaha aittir.Muhabbetullaha bizleri sevkeden duygu ise hislerdir.

Lâtîfe dahâ şümullüdür diye düşünüyorum.Mesela Üstadımız lâtife için şu cümleyi kullanır.” Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.”( İşârâtü’l-İ’câz)

Yine Üstadımız kalb için şu izahları yapmaktadır.” Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sânii arayan ve isteyen ve Sâniin vücudunu delâiliyle ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, imân ile elde edilebilir.”( İşârâtü’l-İ’câz)

O zaman his ve lâtîfe arasındaki farka şöyle diyebiliriz.His muhabbetullahta gayatül gayata muharrik olarak ruha dercedilmiş bir duygu iken lâtîfe-i rabbaniye kalb olarak vicdanı da kapsayan bütün duyguların şümulünü kapsamaktadır diye düşünebiliriz.

Bu nedenle de lâtîfeden çıkan sonuç müşahedetullahtır.Hisler tek başına müşahedetullaha ulaşamıyor.Bütün duyguların merkezi olan kalb komutasındaki lâtîfelerle müşahedetullaha ulaşılıyor diye düşünüyorum.

Hem Üstadımız bu manada şöyle diyor:” Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rapt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat cânibine sevk etmekle, Sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.”( Yirmi Yedinci Söz)

Üstad Hazretleri lâtîfe-i rabbaniye için şu tespitleri yapıyor:

1.Âdetâ latîfe-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurânî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir.(Muhakemat)

2.Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan “irade, zihin, his, latîfe-i Rabbaniye…(Hutbe-i Şâmiye)

3.Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latîfe-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o latîfe-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.

Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberî, bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar.

Kezalik, o latîfe-i Rabbaniye a’mâl ve ahvâl ve mâneviyatın hey’et-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle, mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.(İşârâtü’l-İ’câz )

4.Kâinat kitabıdır. Evet, şu kitabın bütün hurufu ve bütün noktaları, efrâden ve terekküben Zât-ı Zülcelâlin vücud ve vahdetini, elsine-i mahsusaları kıraatla “Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin.” (İsrâ Sûresi, 17:44.)”yi tilâvet ediyorlar. Cemî zerrat-ı kâinat, birer birer, zat ve sıfât ve saire vücuh ile hadsiz imkânat mabeyninde mütereddit iken, birden bire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşâ hikemi intaç ettiğinden, Sâniin vücub-u vücuduna şehadetle, avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbâniye içinde ilân-ı Sâni eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar. (Mesnevî-i Nuriye)

5.Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın aynası olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letâfetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir lâtife-i Rabbâniye, şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.(Yirminci Söz)

6.İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki, bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekvîniyeye ve o emirden vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latîfe-i Rabbâniye olan rûh,onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. (Otuz Üçüncü Söz )

Hem insandaki nebâtî ve hayvânî kuvveleri, âkıbeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o insandaki letâif-i insaniyeye galebe ettikleri için, çıkmak istemiyorlar…(On Üçüncü Lem’a )

Bir zaman, evliya-yı azîmeden, nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakikî nefs-i emmâreden değil, belki mecazî bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden haber veriyor.

Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. (Kastamonıu Lâhikası – Mektup No: 150 )

Kalb ile vicdan, mahall-i imândır.

İmân, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre; “Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nûrdur” denilmiştir. Öyleyse, imân, Şems-i Ezelîden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nûr ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır.

Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki, insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

Ve keza, imân, Şems-i Ezelîden ihsan edilmiş bir nûr olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tûbâ gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.

En evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delâili ile ilân eden, kalb ile vicdandır.

Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze mâruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemâlandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramağa başlar.

Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir.

Evet kalb hayat malzemesini düşünürken nokta-i istinadı,dayanak noktası, dayanma yeri ve nokta-i istimdad,yardım isteme noktası. İnsanın kalbindeki sonsuz emel ve arzuların yerine getirilmesine olan ihtiyacını ancak imân ile elde edebiliyor.

O halde imân tamamıyla kalbi nurlartdıran mânevî bir şua ve nûrdur.

Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envâıyla, eczâsıyla pek çok alâkaları vardır. Esmâ-i Hüsnânın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikiyle itminan edebilir.

Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada birşeye razı olmuyor.

İnsanın çekirdeği olan kalb, ubûdiyet ve ihlâs altında İslâmiyetle iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nûrânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine rûh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nûra inkılâp edinceye kadar ateşle yanması lâzımdır.

Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyülât tevellüt eder.

Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir.

Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur

Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen, nefisten çıktıkça ‘yasaktır’ der, tard eder, kaçırır.”Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.

Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misilli, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitaplar gösteriyorlar.

İşte, madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir. Elbette ve herhalde, o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.

Aziz Üstadımız “İnsan bir kalbden ibaret olsaydı, bu söz doğru olabilirdi. Halbuki, insanda, kalbden başka akıl, ruh, sır, nefis gibi mevcut olan letâif ve hâsseleri kendilerine mahsus vezaife sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında ifâ-yı ubudiyeti” tavsiye buyuruyor.

(Alıntılar Risâle-i Nûr Külliyatının değişik eserlerinden alınmıştır.)

“Rûh, bir kanun-u zivücud-u haricîdir. Bir namus-u zişuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, rûh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir.

Bir seyyale-i lâtifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud rûh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir.

Şâyet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, rûh olurdu. Eğer rûh, şuuru başından indirse yine lâyemut bir kanun olurdu. (Hakikat Çekirdekleri)”

Yukarıdaki izahlarda görüldüğü gibi rûh harici vücut sahibi bir kanun;varlık âlemine çıkmış bir kanun;belirli bir beden giymiş kanundur.Ancak şuuru olan bir kanundur.Rûh,Cenab-ı Hakkın değişmeyen sabit hakîkatler şeklinde devam eden kanunlar âlemi olan âlem-i emirden,Cenab-ı Hakkın irâde ve dileme sıfatından gelmiştir.Allah’ın kudreti rûha duyu organlarını kavrayabilen bir vücud-u hissi giydirmiştir.Akıcı bir özelliğe sahip olan mânevî bir varlığı o cevhere inci kabuğu bibi takmıştır.Böylece Allah,rûha seyyale-i lâtifeyi o cevhere sadef etmiştir.

Bu konuyu dahâ müşahhaslaştırmak için şöyle düşünebiliriz.

“İnsan bedenini yanan bir kandile benzetirsek:

Kandilin yağı: Nefis

Camı: Ene

Yanan alevli kısım: Rûh

Fitil ve diğer kısımları: Diğer lâtifeler

Anne rahmindeki bir ceninde, ruhun üflendiği 4. aya kadar, kalbi, beyni ve diğer organlarının hepsi muntazaman çalışmaktadır. Fakat bunun bir bitkiden çok farkı yoktur. Yani bu cenin, yanmayan bir kandil gibidir. Rûh üflenince, aynı beden birden insan oluverir. Misaldeki kandilin yanmaya başlaması gibi.

Lambanın yanmasını yağ sağladığı gibi, rûhun o bedende devamlılığını da nefis sağlar. Yağ olmasa kandil kısa süre sonra ışık vermez olur. Yani nefis olmasa rûh da o bedende tutunamaz.”(Alıntıdır)

Böylece rûhun şu gelen tâ’rifi ne kadar mâkûldür.”Rûh, bir kanun-u zivücud-u haricîdir. Bir namus-u zişuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, rûh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir.”

Rûh,insan vücuduna üflendiği zaman insan ahse-i takvim suretini alıyor ve bütün kâinat ile münasebet kurabilecek bir konuma yükseliyor.Böylece eşref-i mahlûkat ünvânına da kavuşmuş oluyor.

İşte şimdi yukarıya eklediğimiz şu gelen parçayı tekrara okuyalım ve kalbin mâhiyet ve vazîfesini şimdi merkezimize almaya çalışalım inşâallah. Ondan sonra o çekirdeğin kumandan oluşu ve letaif askerlerini nasıl maksada her beraber sevk ettiğini anlamaya çalışırız.

“Hilkat şeceresinin semeresi insandır.

Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvidir. Ve keza, hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır.

Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir.

Demek o çekirdek, âlem-i İslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır.

Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir.

Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envâıyla, eczâsıyla pek çok alâkaları vardır.

Esmâ-i Hüsnânın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır.

Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikiyle itminan edebilir.

Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder.

Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada birşeye razı olmuyor.

İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyetle iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâp edinceye kadar ateşle yanması lâzımdır.

Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatiyle hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur.

Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal, meselâ en zayıf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü’l-Esvedin altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerü’l-Esvede muhafaza için tevdi ettirir.

Mâdem benî Âdem kâinatın semeresidir. Nasıl ki, bir harmanda başaklar döğülür; tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir. Binaenaleyh, haşir meydanı da bir harmandır; kâinatın başak ve semeresi olan benî Âdemi intizar etmektedir.( Mesnevî-i Nuriye – Habbe)”

Kalb: Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delâili ile ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze mâruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemâlandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramağa başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir.

Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır. Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.

Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.

Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir. Sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezalik o latife-i Rabbaniye a’mâl ve ahvâl ve mâneviyatın hey’et-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesi ile mâhiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.(İşârâtü’l-İ’câz )

Hem “Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar.(On Üçüncü Lem’a)”

Evet Üstadımız gayr-ı meş’ur(duyulmayan, hissedilmeyen) hislerin çok olduğunu hem de insanda hükmeden “teşhis edemediğim bir iki lâtife” diyerek irâdeyi ve ihtiyarı dinlemeyen lâtifeler olduğunu söylüyor.

Öyleyse şu gelen mânâlar çok ehemmiyetlidir.”İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hâkim şu küçük cisimde gayr-ı mahdut envâ-ı rahmeti tartmak için gayr-ı mâdut(hudutsuz, uçsuz bucaksız, sonsuz) mizanlar vaz etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ı mütenâhi mahfî definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur(hasrolunmamış, sınırsız) cihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat, mubsırat, me’kûlât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuûnatını fehmetmek içindir.(Mesnevî-i Nuriye – Onuncu Risale )”

Ve yine gelen cümleler konumuza ışık tutması açısından ehemmiyetlidir.”Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acip ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.(Yedinci Şua )”

İnsanlara sınırsız cihazatlar niçin verilmiş? Bu duyguları nerelerde niçin kullanmalıyız?

İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peyda etmiştir.

Ve ihtiyacatın kesreti sebebiyle çok çeşit çeşit hissiyat peyda olmuştur.

Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiş.

Ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makasıda müteveccih arzulara medar olmuş.

Ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihazatı ziyade inbisat peyda etmiştir.

Ve ibadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemalâtın tohumlarına câmi’ bir istidad verilmiştir.

İşte şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.(Gençlik Rehberi)

Abdülbâkî ÇİMİÇ

[email protected]

“Risâle-i Nûr’da Duygular” için 1 yorum

  1. sa insan denilen şu makine-i ilahinin ruh ve kalp boyutunu ciddi manada etkileyici bir tarzda nazara vermişsiniz.sizi acizane tebrik ediyorum .Allah zihninize ve gönlünüze açıklıklar versin ve hizmetininizde muvaffak kılsın bizlere de dua etmeniz temennisiyle…aciz talebeniz,ders kardeşiniz ……metin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir