Bizler Risâle-i Nûr’a mı bakıyoruz, yoksa Risâle-i Nûrla mı bakıyoruz? Göz kusuru olan bir kişi bu kusurunu gidermek için gözlük kullanmak durumundadır. Gözlük kullanan bir insan gözlüğe mi bakar, yoksa gözlük ile mi bakar? Biliriz ki gözlük kullanan bir kişi gözlüğe değil, elbette ki gözlük ile hayata bakar. Hâdisât-ı âleme gözlük ile mülâki olur. Çünkü gözlük, onun hayata bakışını netleştiriyordur. Gözlük kullanmak o insanın hayatının bir parçasıdır artık. Her olaya hayatının bir parçası olan gözlük ile nazar etmek ve bakmak onun için bir gerekliliktir.
Yaşadığımız âhirzaman asrının diğer asırlardan farkı vardır. Bu asırda yaşanan ve kuvvet bulan inkâr-ı ulûhiyet ve ifsâdât-ı azîme fitneleri olan dinsizlik cereyanları, kalbleri ve imanları bozmuştur. Bedîüzzamân buna şöyle işaret etmektedir: “Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi.” (Mektubat, 2005, s: 81) Ayrıca Lem’alar’da da şu tesbitleri yapmıştır: “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun.” (Lem’alar, 2005, s: 269)
O halde sosyal hayatta Risâle-i Nûrlara muhatap olmaya çalışanlar Risâle-i Nûr’a bakmak yerine, Risâle-i Nûrlarla bakmak durumundadır. Risâle-i Nûr’a bakmak, şöyle bir göz gezdirmek, istifadeye çalışmak, dışarıdan muhatap olmak gibi bir durumdur. Sanki gözlüğe bakmak ve gözlüğü incelemek gibi bir hâldir bu bakış.
Ancak Risâle-i Nûrlarla bakmak ise hayata ve hâdisât-ı âleme Risâle-i Nûr düsturları ile bakmak ve Risâle-i Nûrların prensipleri ile hem hâl olmak ve de Risâle-i Nûrları hayata tatbik etmeye çalışmaktır. Bu halde bir inanış ve yaşayış vardır.
Risâle-i Nûr’a bakmak bir nev’î başkasının malına bakmak gibi bir hâldir. Risâle-i Nûr’la bakmak ise kendi sâhibiyetinde olan bir mülke sahip çıkmak gibidir. “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.” (Mektubat, 2004, s: 576) Bu cümleler Risâle-i Nûrlara sâhibiyet duygusunu çok güzel ifade etmektedir.
İnsanın nasıl ki maddî gözü âlem-i şehadeti görmesi ve temâşâ etmesi için gerekli ve o gözün görmesinde ışık ve güneş ne kadar zarurî, herkesin malûmudur. “Göz, ışık ve görmek” birbirinin mütemmimidir. Biri birisiz olmayan zarûretlerdendir. Maddî gözün görmesi için bütün şartların yerinde olması ve işlemesi şarttır. Eğer gözde bir görme kusuru varsa bu gözün görmesi için mercekler kullanılır. Biz kısaca buna gözlük diyoruz. Bu görme kusuru gözlük ile giderilmektedir.
İnsanın mânevî kalbinde de süveydâ-i kalb dediğimiz bir nokta vardır ki buna basîret denir. Basîret gözünün görmesi için de ışığa ihtiyaç vardır. Eğer insanın basîret gözünde bir kusur varsa—ki bu asır yukarıda izah edildiği gibi dehşetli dinsizlik cereyanları ile basîret gözünün kapanmasına ve zayıflamasına sebep olmuş—bu kusurun giderilmesine çalışmak gerekir. İşte Risâle-i Nûrlar, Kur’ân güneşinden basiret gözüne ulaşan ziyanın nurlarına hakikî bir mercek durumundadır. Mânevî olan görme kusurlarını izale edip basîret gözümüzün görmesini sağlamaktadır. Bu sebeple de bizler Risâle-i Nûrlarla bakmak gerektiği kanaatindeyiz ki, kalbimizin gıdası ve dimağımızın nuru o basîret gözünden geçen ziyâ ile nurlansın.
Risâle-i Nûrlarla bakmak elbette ki bir bedel ister. O bedel “yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd” sıfatlarına tam sahip olmayı gerektirir. Nurlara muhatap olmak ve onları hayat düsturu olarak kabul edip yaşamak “ihlâs ve sadakat ve tesanüd” sıfatları ile olmaktadır.
Risâle-i Nurları okumak başka, anlamak başka ve kabul edip amel etmek ise daha başkadır. Bu mânâda İhlâs Risâlesi’nin başına alınmış olan hadis-i şerif ne kadar manidardır: “İnsanlar helâk oldu-âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu-ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu-ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” (Keşfü’l Hafa, 2, s: 312)
Risâle-i Nûrlarla bakmak, hayatın bütün safahâtına Kur’ân’î bakış olan îmân, hayat ve şeriat dairelerini kuşatan şümûllü bir bakışın ve yaşayışın tezâhürü olarak bakmaktır. Bu mânâda Risâle-i Nûrları kendi telifi ve malı gibi bilmek ve bütün hayatını onun hizmeti ve neşri bilmek gerekmektedir. Risâle-i Nûrları hayatına mihenk yapmak ve onlarla yaşamak elbette ki farklılık arz eder. Kim hayatını Risâle-i Nûr dâvâsına hasretmiş ise “ihlâs ve sadakat ve tesanüd” sıfatları ile yakînî bir kabul ve teslimiyetten sonra dâvâ şuûru ile Risâle-i Nûrlarla yaşamaya başlamış demektir. Risâle-i Nûrlarla yaşamak, yanmak, yakmak, dâvâ insanı olabilmek, paylaşabilmek ve Nûr’a gönül verebilmek artık hayatının bir gerçeği olmuş olan kahramanların kabul edebileceği bir hâl olmalıdır. Onun içindir ki Bedîüzzaman Isparta kahramanlarını çok farklı tutmuştur. Bu mânâda bir talebesine şu ifadeleri söylemiştir: “İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese, sen Risâle-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” (Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 105)
Evet, Isparta kahramanlarına arkadaş olmanın yolu Risâle-i Nûrlarla nûrlanmaktan ve kendi telifi gibi onlara sahip çıkmaktan geçiyor.
Abdülbâkî ÇİMİÇ