RİSÂLE-İ NUR DERSLERİ


BİRİNCİ BÖLÜM

A.1. Risâle-i Nur nasıl bir tefsirdir?

A. RİSALE-İ NUR VE DERS USULLERİ

Müellif-i Muhterem Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin de ifadesiyle “Risâle-i Nur, Kur’ân’ın hakikî bir tefsiri ve hakîkatinin bir tercümanı ve meselelerinin bürhanıdır.”[1] Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyânın bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet, Risâle-i Nur kalblerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbisi ve müzekkîsidir[2]. Risâle-i Nur velâyet-i Kübra yolunda gider. “Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakîkate yol açmaktır.”[3]

A.1.1. Tefsir iki kısımdır:

Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’ân’ın imanî olan hakîkatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazan mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risâle-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir mânevî tefsirdir.[4]

Risâle-i Nur Kur’an’ın çok kuvvetli, kıymetli ve hakatli bir tefsiridir. Kur’ân’ın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve hâvi olduğu mesâil, Furkan-ı Hakîmin Cennetlerinden koparılmış birtakım gül ve çiçekleridir. Bedîüzzamân Hazretleri “Tâkib ettiğim yol, akılla kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur.”[5] tespitini yapar.

A.1.2. Evet, zâhirden hakîkate geçmek iki suretledir:

Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat-ı merâtip ederek hakîkate geçmektir.

İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lûtf-u İlâhî ile hakîkate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarik şudur. Demek, hakaik-i Kur’âniyeden tereşşuh eden nurlar ve o nurlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.[6]

Evet “Zâhirden hakîkate geçmek iki suretledir: Biri, doğrudan doğruya hakîkatin incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakîkati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtipten seyr ü sülûk suretiyle geçmektir.”[7] Risâle-i Nur doğrudan doğruya zahirden hakîkate geçen kısa bir yoldur. Tarikatlerdeki seyr-ü sülûk ve ruhaniyeyi takip etmez. Zamanın usulüne ve fehmine en muvafık, herkese şamil Kur’ânî bir yoldur.

Merhum Mehmet Âkif’in “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alarak ilhâmı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.” Tespitinin hayata tecelli eden ve yansıyan bir hakîkatidir.

Bedîüzzamân Saîd Nursî “Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakîkate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakîkat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum. Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.”[8] Diyerek bu asrın insanlarına arş-ı kemâlâta ulaşılacak Kur’ânî bir yolu açtığını beyan etmiştir.

Netice olarak: Risâle-i Nur, bu asırda Kur’ân’ın feyziyle vücud bulan, beşerin tekemmülâtına uygun olarak Kur’ân’ın gösterdiği mucizeli hakîkatlerin, bu tekâmül ile, saha-i fiile konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitap eden gayet kudsî bir tefsirdir. Bu tefsir beşerin saadet-i dünyeviyesini ve uhreviyesini temin edebilir.

A.1.3. Risâle-i Nur Her Tabakaya Ders Verir

Risâle-i Nur’un müellifi Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri şu ifadelerle Risâle-i Nur’un her tabakaya ders verdiğini beyan eder: “Risâleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama kadar ve ehl-i kalb büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs ve taifeler o Risâleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur’aniye olduğu gibi, çok tedkikat ve taharriyatın neticesiyle ancak husul bulan o çeşit Risâleler, fevkalâde bir sür’atle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.

Evet ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar ki; Ondokuzuncu Mektub’un beş parçası, birkaç gün zarfında hergün iki-üç saatte ve mecmuu oniki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması; hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-ı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zahir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç-dört saatte, dağda, yağmur altında ezber yazılmış; ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir Risâle, altı saat içinde bir bağda yazılmış; ve Yirmisekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi, ekser Risâleler böyle olması; ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman, en zahir hakîkatları dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, te’liften men’etmekle beraber; en mühim Sözler ve Risâleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür’atli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur’aniye olmazsa nedir?

Hem hangi kitab olursa olsun, böyle hakaik-i İlahiyeden ve imaniyeden bahsetmiş ise, alâküllihal bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için, her mes’ele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu Risâleler ise; şimdiye kadar hiç kimsede, -çoklardan sorduğum halde- sû’-i tesir ve aks-ül amel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır.”[9]

A.2. Risâle-i Nur’un mâhiyeti

A.2.1. Risâle-i Nur ve ilm-i vehbî

Risâle-i Nur, Kur’ân’dan mülhemdir. İlm-i vehbî ile te’lif edilmiştir. Risâle-i Nur’da vehbî olan ledünnî bir ilim vardır. Günümüze İslâmı doğru olarak aktarmıştır. Kanâatimiz o ki, Risâle-i Nur’daki bu muvaffakiyet, mânevî bir ilm-i ledün menbâının mahsülüdür. Başka bir şey değildir. Risâle-i Nur, şahıs merkezli değil, fenâ fi’l-ihvân merkezli bir yol ta’kip etmiştir. Şahıs odaklı değil, ortak akılla, mehdiyet merkezli fenâ fi’l-ihvân düsturunu tesis etmiş, şahs-ı mânevî ruhunu ortaya çıkarmıştır. Meşveret ruhunu hâkim kılmıştır. Ahirzamanın mehdiyet vazîfesini deruhte ediyor.

Risâle-i Nur, şu içinde bulunduğumuz dağdağalı, fırtınalı bir zamanda dünyaya güneş gibi ziya ve nur saçıyor. Öyle bir köşk ve bir saraydır ki, mücevhârâtın bütün envâından yapılmış ve temeli sünnet-i seniyye üzerine vaaz’edilmiş. Risâle-i Nur, min-indillâh mânevî büyük bir vazîfe ile muvazzaftır ve asrın müceddididir. Zulmün perdelerini yırtan, hak, hakîkat ve sırat-i müstakîm yolunu gösteren, bütün ehl-i îmân üzerine rahmet saçan bir şaheserdir.

Risâle-i Nur, dinî ve fennî ilimleri mezcetmiş, geleneği inkâr etmeyerek yeni bir dil ve üslûp kullanmıştır. Risâle-i Nur’un Kur’ân’dan mülhem kelimâtının icmâlî maânîsini samimî olarak okuyanlar anlayabilir. “Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.”[10] O şahs-ı mânevînin üstadlığı yeter.

A.2.2.Risâle-i Nur ve dil

Risâle-i Nur dilde de imâmdır. Âlem-i İslâmın din dili noktasında umûmî ittifakına hizmet edecektir. Risâle-i Nur’un dili muhafaza edilmeli. Çünkü “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın “Her peygamberi Biz ancak kendi kavminin diliyle gönderdik.”[11] kavl-i şerifinin îma ve işârâtından şu devrede Türk lisânının sadmeler geçirmesine bakılırsa, “Risâle-i Nur”, Türkçe’de, lisân üzerinde de imâm olacağına; yani yarın hâlis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terkedeceklerine dair işaret-i Kur’aniyedendir…”[12] Yani “Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz ancak kendi kavminin lisânıyla gönderdik. ”[13] cümlesi makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle, Risâlet ve nübüvvetin her asırda veraset noktasında naipleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mânâ-yı remzî cihetinde, vazîfe-i ırsiyeti yapan Risâle-i Nur’u efradı içine husûsî bir iltifatla dahil edip lisân-ı Kur’ân olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.”[14] Bu cihetle Risâle-i Nur’un dili ve kelimâtı Kur’ân’ın kudsîyetine istinâd ediyor. Ayrıca Şeâir-i İslâmiyeyi de temsil ediyor.

A.2.3. Risâle-i Nur ve dört hatve

Risâle-i Nur İslam düşünce geleneğini günümüze daha istikametli olarak taşımıştır. Kur’ân’a dayalı, daha selametli, daha eşmel, daha umûmiyetli bir yoldur. Acz, fark, şefkat ve tefekkür Risâle-i Nur’un dört hatvesidir. Risâle-i Nur kısa bir yol ortaya koymuştur. Bu cihetle acz, fark, şefkat ve tefekkür tariki esâs alınmıştır. En derin mesâili en âmiye, belki bir çocuğa dahi zararsız olarak bildiriyor. Hiçbir bulantı vermeden en derin mesâil-i hakîkatı en âmi bir adama dahi ders veriyor. Feyz-i Kur’ân ile, Risâle-i Nur bir senede o on senelik vazîfe-i îmâniyeyi görüyor. Asa-yı Musa gibi vurduğu yerden su çıkarıyor. Borularla su taşımıyor. Kur’ân-ı Hakîm’in hakîkatı ve mu’cizâne mesleği, her şeyde marifetullaha bir pence­re açıyor.

A.2.4. Risâle-i Nur ve ene

Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır ve O’na herkes muhtaçtır. Risâle-i Nur hak ve hakîkati haykırır. Hak ve hakîkat ise inhisâr altına alınamaz. Risâle-i Nur da inhisar altına alınamaz. Risâle-i Nur hayata hayat olsa, ondaki hakaik-i imâniye hayata te’sir etse maksat hâsıl olmuş olur. Risâle-i Nur bize muhtaç değil, biz Risâle-i Nur’a muhtacız. Öyleyse konumumuzu ve durumumuzu Risâle-i Nur’a göre ayarlamalıyız.

Risâle-i Nur, ucuz hesapları ve süfli ihtirasları kabul etmez! İnsan emânet-i kübrayı taşıması cihetiyle çok önemlidir. Ene ise, bir muamma-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır. İman ve sırr-ı ihlâs ile insanda kapalı olan o acip tılsım açılır. “O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar.”[15] Böylece Risâle-i Nur enenin nübüvvet veçhesinde kullanma kılavuzudur denilebilir.

A.2.5. Risâle-i Nur ve hizmet metodu

Risâle-i Nur’a girenin birinci vazifesi, ihlâs-ı tammeden sonra tam sadakat ve tam sebat etmektir. Risâle-i Nur, her kesime hitap etmiş, meselelerin özünü ve lüzûmlu olan yönlerini nazara vermiştir. Risâle-i Nur, hüsn-ü mücerret ve hüsn-ü menezzeh ile imânı ruh-u aslisine dönüştürmüştür. Herkes Risâle-i Nur meslek ve meşrebi ile İslâma hizmet etmeyebilir. Ancak Risâle-i Nur’dan istifade ve istifaza edebilir. Bu yol her daim açıktır.

Risâle-i Nur hizmeti, kitaba dayalı bir hizmettir. Geleneksel İslâm ulemasını incitmeden meseleleri izah etmiştir. Kısa bir yol ortaya koymuştur. Risâle-i Nur, en derin mesâili en âmiye, belki bir çocuğa da zararsız olarak bildiriyor. Hiçbir bulantı vermeden en derin mesâil-i hakîkatı, en âmi bir adama dahi ders veriyor. Böylece Risâle-i Nur, nurânî bir cerrahi operasyon yapıyor. Doğrudan doğruya Kur’ânî bir yol olan mi’rac-ı Kur’ânîyi ta’kip ediyor. Risâle-i Nur, mevcut imândan istifade cihetine gitmez, tecdid-i imân eder. Kur’ân’ın bir mânevî mu’cizesi olarak imânın esâsatını kurtarıyor. Belki çok deliller ve parlak burhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet eder. Bu tecdid-i imân te’sisinde müsbet bir yol ve metod takip eder. Risâle-i Nur, bütün latifeleri ve duyguları bir bütün olarak tatmin ediyor ve hepsine bir hitap ediyor. Bütün duyguları teshir eder. Risâle-i Nur imân, ibâdet ve diğer İslâmî mefhumlarda yeni bir inşa ve ihya metodu ortaya koymuştur. Bu zamanda ehl-i imânın selametli, kısa bir tarik-i Kur’ânîdir.

Bu asır hem acip, hem de meş’um bir asırdır.  İhbâr-ı Peygamerî(asm) ile -Âdem(as)’den kıyamete kadar- en dehşetli bir asır olarak haber verilmiş olup; ezdadın içiçe girdiği, hak ve hakîkatin ters-yüz edildiği, hakkı tutmanın ateş korunu tutmak gibi yakıcı olduğu bir asırdır! Helâket-felâket asrı; fitne-fesat asrıdır. Bu son ahirzaman asrında Risâle-i Nur, ümmet-i Muhammediyeye(asm) mânevî bir memur tayin edilmiştir. Madem Risâle-i Nur, bu acip asırda, müstesna bir surette vazife yapıyor; O’nun kıymet ve ehemmiyeti takdir edilmelidir.

Bütün tarikler Kur’ân’dan teşâub etmiştir. Risâle-i Nur, daha kısa ve selametli bir miraç-ı Kur’ân yoludur. Bedîüzzamân , enfüsten afaka bir tasfiye te’sis etmiştir. Aklî, kalbî, ruhî bir tasfiyeden sonra afakî tasfiyeye geçmiştir. Risâle-i Nur’da önce enfüsî, sonra afakî tefekkür metodu tatbik edilir. Bedîüzzamân Hazretleri, elbette ki ilhâmî bir gelenekten istifade etmiştir. Ancak Kur’ânî bir metodla hizmet etmiştir. Sünnet çizgisinde gelen tasavvufu takdir eder. Tasavvufun meşrûiyetini Kur’ân ve sünnetten ortaya koyar. Her meseleyi hakkaniyet içerisinde değerlendirir. İçinde kesinlikle mübalâğa ve mücazefe yoktur. Her daim hak üstün tutulur ve mübalâğa yapmadan hak, hak sahibine iâde edilir.

Bu zaman ve zeminde Bedîüzzamân ’ın fikri yaklaşımının alternatifi yoktur. Bu prensipler Kur’ânî prensiplerdir. Kur’ândan ilhâmlardır. Bedîüzzamân , arama motoru gibi eski âlimlerin eserlerinden ihtiyacımız olan hakîkatleri eserlerine alarak bu asra taşımıştır. Bu ender görülen bir metoddur. Bedîüzzamân , selef âlimlerini incitmeden onların doğru hakîkatlerini tasdik, noksan noktalarını tashih etmiştir. Risâle-i Nur ilim ve tasavvuf açısından geleneği özgün olarak kabul ediyor, desteklediği yerler olduğu gibi, tashih ettiği yerler de vardır. Bu duruş Bedîüzzamân ’a hastır, Bedîüzzamân  farkıdır ve Bedîüzzamân cadır. Çünkü Bedîüzzamân  hakkın tarafında ve hakkın peşindedir. Hakka perde ve gölge olacak noktalarda tavrını hakkın hatırını korumak üzere koymuştur. Bu noktada Bedîüzzamân  nettir ve merttir.

İslâmı siyasallaştıranlar maddî, Risâle-i Nur ise cihad-ı mânevî metodu uyguluyor. Cihad-ı mânevî metodu müsbet harekettir. Müsbet hareket esâsı, asr-ı saadet gibi alternatifsiz bir metoddur. Batı bizdeki uygulanan çatışmacı anlayıştan kuvvet alıyor. Bedîüzzamân  çatışma kültürünü müsbet hareket düsturu ve metodu ile kökünden kaldırıyor. Müsbet îmân hizmeti akıl, kalb ve ruhlar üzerinde azim bir tesir bırakıyor. Bedîüzzamân ’ın müsbet îmân hizmeti metodu asr-ı saadeti asrımıza taşıyor. Bu bir îmân inkılabı ve ihya hareketidir. Maddî değil, mânevî bir hizmettir. İslâmiyet, fikrî anlamda bütün medeniyetlere galip gelmiştir. Risâle-i Nur, bu fikrî galibiyeti temsil eder. Müsbet düşünce, esâsında müsbet hareketin neticesinde meydana gelmiştir.

A.2.6. Risâle-i Nur, iman ile hürriyeti parlatır

Hürriyet-i şer’iye, Cenab-ı Hakkın rahman, rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve îmânın bir hassasıdır. İmân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İnsan hürriyet ve meşveret-i meşrua ile tekâmül eder. Her alanda makes bulmalıdır. Bedîüzzamân , “hiçbir kayıt altına girmemiş ve hürriyetini hiçbir şeye ve lezzete feda etmemiş ve hatta zaman-ı istibdatta hürriyetin ünvanı ve en müsait bir zemini olan divaneliği kabul etmiş ve âlem-i gayptan gelen bir seda-i mânevî vicdanında taninendaz olarak(çınlayarak) kalbindeki İslâmiyet’i tehyiç ve gayretini temviç ederek bu hararetli hissiyatını aks-i sedası gibi izhar eylemiş bir”[16] mütefekkirdir. Çünkü “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âlem’e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imâna kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma, hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi, insaniyet nokta-i nazarında zarurîdir.”[17]

Madem hakikat böyledir, öyleyse biz insancasına ve Müslümancasına yaşamak için; hürriyet-i şer’iye zemininde, imânın bizlere bahşettiği hürriyetten hakkıyla istifade etmek istiyoruz. Âlem-i İslâm’ın en büyük problemlerinin başında istibdadın içimizde hayat bulması ve hürriyet-i şer’îyenin te’sis edilememesi gelir. İnşâallah istibdadın kırılması ve hürriyet-i şer’iyenin te’sis edilmesi ile âlem-i İslâm nefes alabilir ve rahat edebilir. Bedîüzzamân  bu vazifeyi ahrar ve hürriyetçilerin yapacağını söyler. “İnşâallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.”[18] der.

A.2.7. Medresettüz’zehra projesi:

Medresettüz’zehra tam bir medeniyet projesidir. Din ve fen ilimlerini birlikte okutulur. Akıl ve kalbi ittifak ettirir. İnsanı arş-ı kemâlâta ve evc-i âlâya çıkarır. Medresettüz’zehra prejesi mektep, medrese ve tekkeyi tevhid eder. Bu metoda zaruret derecesinde ihtiyaç vardır. Cehaletin izalesi, münevverü’l kalb ve münevverü’l akıl ile mümkündür. Medresettüz’zehra projesi bu birlikteliği sağlar. Yani “intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebâdül ile her biri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun.”[19] Risâle-i Nur bağımsız bir Kur’ân medeniyetini asr-ı saadete bağlayarak bütün dünyaya ilan etmiştir. İslâm medeniyetini tekrar te’sis etmiş, batı medeniyetini tasfiye ederek Medeniyet-i Ahmediye(asm)’nin inşasının yolunu açmıştır. Medresettüz’zehra projesi bu mânâda da çok ehemmiyetlidir. Mânen vücut bulduğu gibi, maddeten de vücut bulmalıdır.

A.2.8. Nur Talebeleri vazifelerini yaparlar, vazife-i ilahiye karışmazlar:

Nur Talebeleri, Risâle-i Nur’dan aldıkları hakîkat dersleri ile vazifelerini karşılık beklemeden rıza-i İlâhî ile yerine getirmeye çalışırlar. Sırr-ı ihlâs, hiçbir dünyevî menfâati ve neticeyi niyet etmemektir. İçtimâî ve siyâsî hesaplara ve neticelere hizmetleri bina etmemektir. Risâle-i Nur Talebeleri, Risâle-i Nur’dan almış oldukları ders-i hakîkate istinâden ve ittibâen sırr-ı teslimiyetle dünyevî ve uhrevî neticelere hizmetlerini bina etmezler; sırf sırr-ı ihlâs gereği rıza-ı İlâhi ile vazifelerini yaparlar. İnsan, harekâtını Canab-ı Hakkın vazifesine bina etmemelidir. İmân hizmeti, îmân hakâiki, bu kâinatta herşeyin fevkindedir, hiçbir şeye âlet ve tâbi olamaz. Sırr-ı ihlâs, karşılığında dünyevî ve uhrevî karşılık beklemeden amel yapmaktır. Bizim vazifemiz rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i îmâniyeyi yapmaktır. Neticesi Allah’a aittir. Tarîk-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazîfelerini düşünmek lâzım gelir. Canab-ı Hakkın vazifesine karışmazlar. Hizmette zahiren mağlûp da görünsek, kuvve-i mânevîyemize ve hizmetimize noksanlık vermeyecek. O noktada kanâat etmek lâzımdır. Vazîfemiz, ihlâsla Kur’ân’a hizmet etmektir. Bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları kaçırmak ise, o vazîfe-i ilâhiyedir.

A.2.9. Enaniyet asrında şahs-ı mânevîye dâhil olmak gerekir:

Enaniyet asrında şahs-ı mânevînin kevser-i Kur’âniye havuzunda erimekten başka çare yoktur. O havuzda erimeyen hizmet edemez. İsterse dâhi olsun! Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten gelir. Nefis hep kendine yontar. Tekelcidir nefs-i nâdan! Ayrıca kıskançlık mikrobu, nefsin çöplüğünde mebzul miktarda oynar. Nefis o mikrobu çok istimal eder. Çünkü nefsin mânevî gıdası süfli hissiyattır. Süfli hissiyattan nefsin hissesini kesmek lâzım. Bu ise ancak ve ancak sırr-ı ihlâs ile mümkündür. Sırr-ı ihlâs ise ancak bir cemâatin kevser-i Kur’âniye havuzu olan şahs-ı mânevîde temerküz eder ve oradan âlem-i asgarımıza temessül ve tecelli eder. Karşılığında ise bedel olarak o şakirtlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister.

A.2.10. Meşreplerin yapması gereken hususlar:

Her meşrep, kendi müntesibini celbeder. Fıtratın gereği de budur. Fıtratı kendi fıtrî seyrine bırakmak lâzımdır. Tekellüflü izahlardan ve zorlamalı tevillerden kaçınmak gerek. Meşrebî taassup, mânevî bir hastalıktır. Ancak taassub ile hamiyet ayrı hasletlerdir. Birbirine iltibas edilmemelidir. “Hamiyet ise, şiddet-i mevanie(manilerin şiddetine) karşı şiddetle metanet etmektir.”[20] Bir hizmet ekolünün “Hak yalnız benim mesleğimdir.”  veyahut “Güzel benim meşrebimdir.”[21] demediği sürece mesleğini ve meşrebini “hak” yahut “daha güzel” görmesi meşrudur ve sırr-ı ihlâsa aykırı değildir. Meşreben imtizaç edemeyenler, fıtrî temayül ile en yakın meşrebine su gibi akmalıdır. Sel gibi taşmadan, çevresine zarar vermeden, kendi fıtrî mecrasını bulmalıdır. İftirak çıkararak imtizacı ve tesanüdü bozmak müsbet harekete muhaliftir. Risâle-i Nur’un bize izin vermediği yollara başvurmamak lâzımdır. Yoksa sırr-ı ihlâs zarar görür. Zaten şahs-ı mânevî de kendi havuzunda erimeyenlere yol verir. Çünkü bu ve benzeri haller bazen bir zaruret halini alır. “Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir.”[22] prensibi devreye sokulur. Vazîfemiz, ihlâs, sebat, tesanüd, mümkün olduğu kadar ihtiyatla, sırren tenevveret irşad-ı Alevîyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket etmektir.

A.3. Niçin Risâle-i Nur Okuyoruz?

*”Biz yalnız bu asırda Kur’ân’ın yüksek ve parlak bir tefsîri ve kâinatta en yüksek olan îmân hakîkatlarını beyan eden Risâle-i Nur’u okuyoruz.”[23] Çünkü “Biz îmânın cereyanındayız, gâyemiz rızâ-yı İlâhîyedir.”[24] Bedîüzzamân Hazretleri de “Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisât Lem’alarını ve bazan Hücûmât-ı Sitte risâlesini mâbeyninizde berâber okumalısınız.”[25] der.

*”Risâle-i Nur yüz otuz parça hârikulâde risâlelerden müteşekkil bir şaheser külliyatı ve yirminci asrın fünûn-u müsbetesiyle ulûm-u îmâniye ve hakâik-ı Kur’âniyeyi mezc ve te’lîf ederek bu asra kadar hiçbir eserde görülmediği ehl-i ilim ve hakîkatça filozof ve profesörlerce musaddak olan emsalsiz bir husûsiyete mâlik eserlerinin neşriyâtı Anadolu, Arabistan, Mısır, Pakistan, Avrupa ve Amerika’ya kadar inkişâf etmiş müellifi büyük İslâm dâhîsi Bedîüzzamân Saîd-i Nursî Risâle-i Nur hakkında şöyle diyor: Risâle-i Nur, mânevî hakîkatları ve îmân ilmini Avrupa’nın fen ilimleriyle mezcederek gâyet kuvvetli burhan ve hüccetlerle aklen ve mantiken ispat eder. Risâle-i Nur, hâl ve istikbâlin, ilmî, îmânî, aklî ve fikrî ihtiyaçlarına tam cevap verir bir kuvvet ve mâhiyet ve husûsiyettedir. Risâle-i Nur’da başka eserlerden nakil yoktur, Kur’ân’ın mucîze-i mâneviyesidir. Risâle-i Nur, yüz mânevî keşfiyâtı havî ve tılsım-ı kâinatın muammasını keşf ve halleden bir keşşâftır. Risâle-i Nur, yalnız bu vatan ve bu millet için değil, âlem-i İslâm ve beşeriyet için yazılmıştır. Risâle-i Nur, şu zamanın yaralarına en münâsip bir ilâç, bir merhem ve zulümâtın tehâcümüne mâ’rûz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir Nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu yüz binlerle kimseler tarafından tasdîk edilen bir eser külliyatıdır.”[26] Bizler de böyle bildiğimizden Risâle-i Nur’u okuyoruz.

*Kur’ân her asra baktığı ve ders verdiği gibi, bu âhirzamân asrına da bakıyor ve ders veriyor. Hem “Risâletü’n-Nur, bu asrı, belki gelen istikbâli tenvîr edebilir bir mucîze-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalarla körlere de göstermiş.”[27] bulunduğundan “Ve bu zamanı tenvîr eden bir mu’cîze-i mânevîye-i Kur’âniyedir.”[28] bildiğimizden Risâle-i Nur’u okuyoruz.

*Nasıl ki bütün ilaçlar tabîattaki bitkilerden yapılıyor. O bitkilerden herkes hastalıklarına kendisi ilaç yapamıyor, bir kimyagere ve eczacıya ihtiyaç duyuyorsa; aynen öyle de özellikle yaşadığımız âhirzamân asrının maddî ve mânevî hastalıklarına da Kur’ân eczanesinden bir kimyager ve eczacı misillü müceddid-i ahirzaman olan Bedîüzzamân’ın Kur’ânî ilaçlarına da ihtiyacımız zarûrîdir biliyoruz. Bu nedenle “Ne vakit bir araya gelsek, Sözler’den birini açıp okuyoruz, tatlı tatlı istifâde edip, Üstadımızla görüşüyoruz.”[29] Çünkü Üstad Bedîüzzamân Hazretleri “Benim ehemmiyetsiz şahsıma bedel, Nurdan elinize geçen hangi risâleyi okusanız veya dinleseniz, benim âdi şahsım yerine Kur’ân’ın bir hâdimi hâysiyetiyle beni o risâle içerisinde görüp sohbet edersiniz.”[30] ve “Benimle hakîkat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam, hangi risâleyi açsa; benimle değil, hâdim-i Kur’ân olan üstadıyla görüşür ve hakâik-i îmâniyeden zevkle bir ders alabilir.”[31]diye ders vermektedir.

*Hem bu asırda aklımız, kalbimiz ve rûhumuz yaralanmış ve çok dehşetli vesvese ve vehimlerle imânımız sarsılmıştır. İşte bu mânevî yaralarımızı, hastalıklarımızı, aklımızda ve kalbimizdeki vesvese ve şüpheleri en te’sîrli ve sarsılmaz delillerle tedâvî eden eserler olarak bildiğimiz Risâle-i Nurları okuyoruz.

*Nasıl ki maddî bedenimizin her gün maddî gıdalara ihtiyacı varsa, aynen öyle de mânevî cephemiz olan akıl, kalb ve rûhumuzun da Kur’ân dersleri olan Risâle-i Nurlara ihtiyacı vardır. Bu nedenle de en te’sîrli olan bu eserleri bulduk ve onları okuyoruz.

*Kur’ân, bütün akılların Nuru, bütün kalblerin mürebbisi, bütün rûhların ab-ı hayatıdır. Bu nedenle de Kur’ân’ın derslerine muhtacız. Yoksa yolumuzu şaşırır, istikâmetimizi kaybederiz. Her asırda ümmetin istikâmeti için dinî tecdîd vazîfesini derûhte eden eserlerden en te’sîrlisi olarak Risâle-i Nurları bildiğimiz ve öyle inandığımız için onları okuyoruz.

*Bu asır, geçmiş asırlardan dahâ şiddetli ve dehşetli bir asırdır. Fitne ve fesâd, helâket ve felâket asrıdır. Bu asırdaki dehşetli dinsizlik cereyanları îmânları zayıflatmış ve i’tikâtları bozmuştur. Ebedî hayatımızı sonsuz felâkete atacak olan desîseler ve cereyanlara karşı elbette çok müteyakkız olmalıyız. İşte böyle bir zamanda Rabbimizin bir rahmet eseri olarak bildiğimiz Risâle-i Nur eserlerini okuyoruz.

*Nev-i beşer, Beni Âdem(as)’den beri bir yolculukta ilerlemektedir. Bu zamanda çok dehşetli bir dilime ve bataklığa girmiştir. Belki de hiç bir asır bu asırdaki kadar dehşetli bir fitne ve fesâdı görmemiştir. Hatta bir yerde kırk vefîyattan ancak bir kaç tanesinin imânla kabre girdiği bir zaman diliminde yaşadığımız düşünülürse, bu eserleri niçin okuduğumuz dahâ iyi anlaşılmış olmalıdır.

*İnsanlar nefis, heva, his, şeytan gibi en büyük düşmanlarından korunabilmek ve Allah’a hakîkî kulluk vazîfesini yapabilmek için devamlı donanımlı olmalıdır. Bu mânâda en te’sîrli Kur’ân dersleri olarak da yine Risâle-i Nur eserlerini bildiğimizden onları okuyoruz.

*Risâle-i Nur eserleri her okuyuşta yeni mânâlarla her bir duygumuza hitap etmekte ve sarsılmaz kesin bürhanlarla aklımızı ve kalbimizi, hatta şeytanı ve nefsimizi iknâ’ etmektedir. Böyle bir eseri okumamak büyük bir kayıp ve ziyan bildiğimizden o eserleri okuyoruz.

*Zübeyir Gündüzalp ağabeyin “Şimdi oku, kabirde okuyamazsın.” sözü çok mühimdir. Risâle-i Nurlarla birlikte bütün kâinat kitabını okumayı öğrendiğimizden ve bu okumanın ise “Bir saat tefekkür bir sene nafîle ibadetten hayırlıdır.”[32] hadîsine müşerref olmak için de yine Risâle-i Nur eserlerini okuyoruz.

*Bizler Risâle-i Nuru okuyoruz. Risâle-i Nura çok müştaktız. Hem berâberce okuyoruz. Nur Risâlelerinden çok, hem pek çok istifâdeler ediyoruz. Bizler şimdiye kadar Risâle-i Nurda verilen çok kudsî dersleri; hiçbir kitapta görmedik, hiçbir hocadan işitmedik. O pek kıymetli, pek güzel, pek tatlı îmân hakîkatleri bizim rûhumuzun gıdasıdır. Risâle-i Nurdaki mukaddes Kur’ân hakîkatleri; bizim kalblerimize işliyor, kalbimizde Nurdan muhabbet alevleri yandırıyor, îmânımıza kuvvet veriyor, mânevîyatta derecâtımızı yükseltiyor. Risâle-i Nur; bizi fitnelerden uzaklaştırıyor, tarîk-i müstakîme, Kur’ân yoluna intisâb ettiriyor. Bizi şeytanların, cinnîlerin ve bizi din perdesi altında aldatıcı, kandırıcı kimselerin şerlerinden emin kılıyor.[33]

*”Biz Nur Risâlelerine rûh-u canımızla sarılıyoruz. Hanımlar Rehberi, Gençlik Rehberi, Küçük Sözler, Hastalar Risâlesi, İhtiyarlar Risâlesi bizim en büyük rehberimizdir. Bizim acılarımızı gideren Nurânî derslerimizdir. Okudukça, okumak şevki doğuyor. Tekrar ettikçe anlayışımız artıyor. Rûh ve kalblerimizde te’sîri ziyâdeleşiyor. Sözler’i, Hastalar Risâlesi’ni, İhtiyarlar Risâlesi’ni sık sık okuyoruz. Bu Risâlelere, bizler ekmekten, sudan, havadan ziyâde muhtaç olduğumuzu; okudukça idrâk ediyoruz, anlıyoruz. Böyle böyle Nur Risâlelerini devrediyoruz. Nur Risâleleri bizim rûhumuzdur, kalbimizdir, başımızın tacıdır, gönlümüzün Nurudur. Nurları sinemize basıyoruz. Onları yanımızdan, dilimizden, çantamızdan eksik etmiyoruz.”[34]

A.4. Risâle-i Nur ve tebliğ prensipleri

Risâle-i Nur, semâvât-ı Kur’ân’ın nurânî yıldızlarına bürhan zincirleriyle bağlanmıştır. Çünkü “Risâletü’n-Nur sâir te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstâdı yok, Kur’ân’dan başka mercîi yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”[35]

Bu son ahirzaman asrında Risâle-i Nur, ümmet-i Muhammediyeye mânevî bir memur tayin edilmiştir. Risâle-i Nur, min-İndillâh mânevî büyük bir vazîfe ile muvazzaftır ve asrın müceddididir. Risâle-i Nur, şu içinde bulunduğumuz dağdağalı, fırtınalı bir zamanda dünyaya güneş gibi ziya ve nur saçıyor.

Risâle-i Nur öyle bir köşk ve bir saraydır ki, mücevhârâtın bütün envâından yapılmış ve temeli sünnet-i seniyye üzerine vaaz’edilmiştir. Risâle-i Nur, zulmün perdelerini yırtan hak, hakîkat ve sırat-i müstakîm yolunu açan, bütün ehl-i imân üzerine rahmet saçan bir şaheserdir. Kanâatim o ki, Risâle-i Nur’daki bu muvaffakiyet, mânevî bir ilm-i ledün menbâının mahsülüdür. Başka bir şey değildir.

Madem Risâle-i Nur böyle meziyetlere ve mahiyete sahip ise O’na hizmet ederken dikkat etmemiz gereken prensipler olmalıdır.

Öncelikle Risâle-i Nur’un kendi nefsimizde ma’kes bulmasına gayret etmeliyiz. Önce kendimizi merkeze almaya çalışmalı ve “Kendi nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslah edemez” hakîkati gereğince enfüsten afaka bir yol takip etmeliyiz.

Risâle-i Nur hakîkatleri bizim ekvalimizden önce ahvalimizde izhâr edilmelidir. Bir meyvenin olgunluğu nasıl ki içten dışa yansımış ise, bizlerin de Risâle-i Nur hakîkatleri öncelikle ef’alimize ve etvarımıza yansımalıdır. Çünkü lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden daha te’sîrlidir.

Risâle-i Nurları teblîğ ederken muhâtaplarımıza yaklaşımımız nefsî ve hissî olmamalıdır. Onlara bu hakîkatleri anlatırken ve ilan ederken kabûl ettirmek için anlatmamalıyız. Sadece muhtaç bir gönül düşüncesi ile Allah rızâsı için teblîğ yapmaya azamî dikkat etmeliyiz. Çünkü bizim vazîfemiz teblîğdir, kabûl ettirmek ve te’sîr ettirmek bizim vazîfemiz değildir. Bu vazîfe Yüce Rabbimize aittir.

Risâle-i Nur hakîkatleri tahakküm ve tezellül ile teblîğ edilmez. Risâle-i Nur’un yüksek bir tebliğ makamı ve bir kâmet-i kıymeti vardır. Ona halel verecek hâletten kaçınmamız gerekir. Çünkü Risâle-i Nur yalvarmaz ve müşterileri aramaz. Bu mânâyı da yanlış anlamamak gerekir. Bu nokta “Nur Talebeleri teblîğ yapmaz” mânâsını taşımaz. Asıl maksat teblîğ ederken Risâle-i Nur’un şecâatini tezellüle düşürmemek ve O’na halel vermemektir.

Risâle-i Nur hizmetlerinde ihlâs çok önemlidir. Sırr-ı ihlâsta ise sadece Allah rızâsı esâstır. Zerre kadar ihlâslı amel batmanlarla ihlâssız amele tereccuhtur. Bu nedenle bu hizmetimizde kemiyetin ehemmiyeti yoktur. Keyfiyet her zaman dahâ sıhhatlidir. Bazen bir adamın irşâdı bin adamım irşadından dahâ fazla rızâ-i ilâhîye medâr olabilir.

Risâle-i Nurları çok okumamız ve onunla çokça iştigâl etmemiz gerekir. Lisânımız ef’alimizi tekzip etmemelidir. Söylem ve eylem tutarsızlığı yaşamamalıyız. İnsanlar bizim sözlerimiz ile fiillerimizi karşılaştırır. Fiillerimizi sözlerimiz tekzip ederse, sözlerimize değil fiillerimize bakılır. Böylece Risâle-i Nur’a yanlış fiillerimiz ile zarar veririz ve hakîkatlere zulmetmiş oluruz. Onun için bu dâvâda okuduğumuz hakîkatleri öncelikle kendi hayatımızda dosdoğru yaşamaya gayret etmeliyiz.

Hem çok peygamberler gelmişler ki kendilerine tâbi’ olanlar ya olmamış, ya da çok az olmuş olduğunu bilmeliyiz. Ancak onlar sadece vazîfelerini yapmışlar ve neticeye karışmamışlar. Bu durum da bizlere bir ders olmalıdır. Tebliğde hırs değil, hizmetin neticesine kanâatle şükretmeliyiz.

Risâle-i Nur hizmetlerinin mütedâhil daireler şeklinde olduğunu bilmeliyiz. Çünkü Risâle-i Nur mesleği Cadde-i Kübrâ-i Kur’âniyedir. Herkes bu dairenin içinde ihtiyacı ve hissesi miktarınca kendine yer bulabilir ve istifâde edebilir.

Bu asırda insanların ekseriyetinin mütehayyir bir vaziyette kalarak Risâle-i Nur’a muhtaç olduğunu bilmek ve bu nedenle de ciddî mânâda Risâle-i Nur’a çalışmakla hizmet edileceğinin farkında olmalıyız. Bir geminin hademeleri ve mürettebâtı misüllü usanmadan ve yorulmadan sadece vazîfemizi yapmalıyız. Çünkü bu sefîne-i Rabbâniye sahîl-i selâmete doğru götürülürken bizlere hizmetkârlık gibi ulvî bir vazîfe düşmüştür. Bunu bilmeliyiz. Başkaları istirâhat edebilir, ya da başka meşgalelere dalabilir, ancak bizler asla vazîfemizi unutmamalıyız ve fütûr vermemeliyiz.

A.4.1. Bedîüzzamân’dan bir anektod:

“Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede çalışkan ve kuvvetli arkadaşım Ahmed Nazif! Risâle-i Nur’un kolayca hüsn-ü intişarı, senden üç şey istiyor:
Birincisi: İtidal-i dem. Yani hilm ve teenni ve ulüvv-ü cenab göstermek.
İkincisi: Vazîfe-i hizmette kanâat etmek, müşkilpesend olmamak. Yani bu acib hâlât-ı ruhiyede ve ahlâk bozulması bir zamanda bazı zâtların Risâle-i Nur’dan cüz’î istifadelerini kabul etmek. Sair kusurlarına binâen reddetmemek.
Üçüncüsü: Kendi vazîfemizi yapmak, Cenab-ı Hakk’ın vazîfesine karışmamak. Yani muvaffak etmek ve halklara kabul ettirmek ve hüsn-ü tesir vermek; Cenab-ı Hakk’ın vazîfesidir, bize ait değildir. Biz yanlış bir tedbir ile kaçırmamak şartıyla ne kadar onlar kaçsalar, çekilseler belki de itiraz etseler, biz me’yus olmamalıyız, şevkimiz kırılmamalı. Belki daha ziyade ihlas ile çalışmalıyız.”[36]

A.5. Risâle-i Nur ile Hizmet Etmek

Risâle-i Nur’un maksâd-ı âlisi ve hakîkîsi; Kur’ân’ın cadde-i kübrâsında gidip, ehl-i imânı ve diğer insanları ölümün idâm-ı ebedisinden ve haps-i münferidden kurtarmaktır. Ve husûsi vazîfemiz de, Kur’ân’ın imânî hakîkatlerini tahkîkî bir sûrette ehl-i îmâna bildirip, onları ve kendimizi idâm-ı ebedîden ve daimî, berzâhî haps-i münferitten kurtarmaktır. Ümmeti sahil-i selâmete Kur’ânî bir Sefine-i Rabbaniye olan Risâle-i Nur ile çıkarmaktır.

Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı hakîkatiyle ve i’câzının tılsımıyla, bizim ve Risâle-i Nur programımız ve mesleğimiz, bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gâye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idâm-ı ebedîsinden îmân-ı tahkîkî ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübârek milleti de her nevi anarşilikten ve serserilikten muhâfaza etmektir.

Risâle-i Nur’un dâvâsı, îmân ve Kur’ân dâvâsıdır ve esâs mâhiyeti uhrevîdir. Bu cihetle Risâle-i Nur ile hizmeti esâs kabul edenler dünyaya da ahiret hesâbına bakarlar. Çünkü dünyevî mes’eleler fânî ve geçici olduğu için cam parçası hükmündedir. Risâle-i Nur gibi imânî hakîkatler ise ebedî, daimî ve uhrevî olduğu için elmâs hükmündedir. Bu nedenle de uhrevî ve bâkî hakîkatler fânî şahıslara havale edilmemeli ve onların zayıf omuzlarına konulmamalıdır. Ayrıca bu hakîkatler dünyevî meselelere alet ve basamak yapılmamalıdır. Bu hakîkatleri dünyevî işlere, siyasete ve ticarete alet yapmak bir nevî o hakîkatlere zulmetmek hükmünde olup mânevî cinayet işlenmiş hükmündedir.

Risâle-i Nur, Kur’ânın mânevî bir tefsîri, kıyamete kadar ehl-i îmânın ve de beşeriyetin yaralarına tiryaklar hükmünde dersleridir. Bu nedenle de Risâle-i Nur’da geçen her bir cümle, hatta kelime bizler için önemlidir. Çünkü bu Kur’ân dersleri içinde olanlar allame ve müçtehidler de olsalar vazîfeleri yalnız yazılan Risâle-i Nur’u okumak, anlamak, şerh, izâh ve tanzimlerini yapmaktır. Öyleyse allame ve müçtehidlerin vazîfeleri de bunlarla sınırlandırılmış ise, elbette bizler gibi vazîfesi ve gâyesi sadece talebelik olanlar, bütün hayatlarını Risâle-i Nur’a hizmet bilmelidir.

O halde bizler Risâle-i Nur’da tarifi yapılan îmân, hayat ve şerîat dairelerindeki vazîfelere yine Risâle-i Nur’dan ölçülerle devam etmek durumundayız. Risâle-i Nurları tek akılla değil, ortak akılla anlamaya ve o edviye-i Kur’âniyeyi hayata tatbîk etmeye çalışmalıyız. O ortak akıl ise şuraya istinâd eden bir şahs-ı mânevîdir diye inanıyoruz.

Cay-ı dikkat bir nokta ki; bir kişi Risâle-i Nur dairesi içine girmeden veya Risâle-i Nur ile harekete geçmeden Bedîüzzamân’ın tecrübe ettiği ve îkaz ettiği boşboğazlığa düşmemesi(dünyevî hadiselelere aldanmaması) mümkün görünmüyor. Çünkü bu zamanda öyle dehşetli maddî ve mânevî fırtınalar ve cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına ve menfaatine alet eder. Öyleyse Risâle-i Nur dairesinin yakınında bulunanlar içine girmek mecbûriyetindedir. Yoksa tehlike ihtimâli kâvidir îkazı çok manidârdır.

O halde ne yapacağız ki alet olmayalım? Âcizane şöyle düşünüyoruz. En yakın dairemizden tut, en geniş daireye kadar “Dördüncü Meselede” verilen ölçüler çerçevesinden hadiselere bakmak zorundayız. Bedîüzzamân Hazretleri “Dördüncü Meselede” geniş daireye hiç bakılmaz demiyor. Ara sıra ve muvakkaten bakılacağını söylüyor. O hâlde bizler ara sıra da olsa, muvakkaten de olsa geniş daire olan içtimâî ve siyâsî hâdiselere ve olaylara muvakkaten, kalbimizi bağlamadan en önemlisi de Risâle-i Nur dairesi içersinden bakmalıyız ki aldanmayalım ve yanlış basmayalım. 

Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nur’da “sohbet-i dünyeviyeyi ve siyasiyeyi” terk ettiğini beyan etmiştir. Tarafgirâne ve taassûbâne siyâsî tercih ve duruşlardan şeytandan kaçar gibi kaçmıştır ve bu haletlerden bizler de kaçmak zorundayız. Çünkü ahirzaman fitnelerinin hüküm sürdüğü zaman faslında siyaset canibiyle ve metoduyla mücahede etmek mümkün değildir. Hem Kur’ân böyle bir metoddan bizleri men etmiştir. Böyle bir yol ihtiyar edilirse masumlar belaya düşer ve onlara zulmetmiş oluruz. Hem “Müslümanlar içinde tarafgirâne cereyanlar yüzünden, böyle mâsumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.”[37] Şimdiki vaziyetleri bir de bu cihetten tefekkür etmek gerekir!

Ancak yine Risâle-i Nur hakîkatleri içersinden Bedîüzzamân Hazretleri’nin vazîfesi gereği ortaya koyduğu İslâm’ın yüksek siyâsetinin, yani siyâset-i İslâmiyenin prensiplerinin de hayata hâkim olması ve olaylara bu çerçeveden bakmanın gereğini de nazarlara sunmak gerekiyor. Özellikle sohbet-i dünyeviye ve siyâsiye ile siyâset-i âliye-i İslâmiyenin prensiplerini ayırmak gerekir diye düşünüyoruz. Siyâset-i âliye-i İslâmiye bütün tarafgirliklerden ve taassuplardan âzâde, pak ve berîdir.

A.6. Sistemli Risâle-i Nur Dersleri

Kâinat bütünü ile zerreden kürelere kadar nizâm ve intizâmı ders vererek hakîkî tefekküre vesîle ise, bizler de hem hizmetlerimizi hem de Risâle-i Nur derslerimizi belirli sistemlerle yapabilir ve düzene koyabiliriz. Bu sistem ve düzen zaten âdetullahın ve şeriat-ı fıtrîyenin de bir gereğidir.

Risâle-i Nur’da Bedîüzzamân Hazretleri “Halil İbrahim sisteminde[38], Büyük Ali’nin sisteminde[39], Refet kardeşimiz kendi sisteminde[40], Hasan Feyzi sisteminde[41], Hüsrev sisteminde[42], Büyük Hâfız Ali’nin sisteminde[43]…“ ifadeleriyle Risâle-i Nur’un erkânlarının çalışma sistemlerini hem takdîr ediyor, hem de bizlere numûne-i imtisâl olarak gösteriyor.

Demek sistemli çalışmak Risâle-i Nur’da Bedîüzzamân Hazretleri’nin tavsiye ettiği bir yöntem ve hakîkattir. Özellikle talebelerinin Risâle-i Nur hizmeti üzerine çalışma sistemlerini misal vermesi nesl-i âti olarak Risâle-i Nur hizmetlerine sahip çıkacak olan hakîkî varislerim dediği Genç Saîdler için önem arz etmektedir. Risâle-i Nur Külliyatı’nın müteferrik yerlerine birçok hikmete binâen serpiştirilmiş konu ve mevzuların bir araya getirilmesi için sistemli çalışmak; Risâle-i Nur derslerini bu sistemli çalışmalarla yapmak istifade ve istifazaya medâr hususlardır. Çünkü Risâle-i Nur kendi kendini izah ve şerh eden nadide bir külliyattır. Bu hakîkate binâen Zübeyir ağabey de Konferans’ta Risâle-i Nur ders sistemini şöyle ifade eder: “Okunan Türkçe veya Arapça bir Risâlenin izahı, başka bir Risâlede varsa, onu getirip okuyor. Risâle-i Nur’daki gayet ince nükteleri derk eden basiretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir, fakat Risâle-i Nur’u cemaate okurken tafsilâta girişip eski mâlûmatlarıyla açıklarsa, bu izahatı, Risâle-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakîkatların anlaşılmasında ve te’sirâtında ve Risâle-i Nur’un mahiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için, bazı lûgatların mânâlarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.”[44]

Risâle-i Nur derslerine gelen her kademeden insanın öncelikle dershanemizin düzeni, giyim kuşamımız, beşerî münâsebetlerimiz, lisânımız, ahvâl ve etvârımız ile farklılığı fark etmesi gerekir. Biz, üzerimize düşenleri tevekküle riâyet ederek yapmak durumumdayız. Neticesi zaten Rabbimize aittir. Te’sîr ettirmek ve kabûl ettirmek bizim vazîfemiz değildir. Ancak hem mekânlarımızı, hem de derse hazırlığımızı yapmak bizim vazîfemizdir. Biz, bizim tarafımıza düşenleri ihmâl etmemeliyiz.

Risâle-i Nur hakîkatlerini sünettulah ölçüleri içersinde ilânatını ve duyurulmasını yapmakla mükellefiz. Muhtaç olan gönüllere müsbet vasıtaları kullanarak Risâle-i Nurları yaklaştırmak ve tanıtmak vazîfemizdir.

Mâdem insanlığın kurtuluşu Kur’ân’la olacaktır. Öyleyse insanlığın gündemine Kur’ân mânevî bir tefsiri ve hakîkatleri olan Risâle-i Nurları taşımak ve ikinci, üçüncü kişilere duyurmak vazîfemiz kıyamete kadar devam edecektir.

A.6.1. “Mukteza-yı hale mutabık ders yapmalıdır.”

Risâle-i Nur derslerinde dost düşman tefrik edilmez. Hem Risâle-i Nurlar herkese eşmel bir mirac-ı Kur’ânidir. Öyleyse her kademeden ve seviyeden insan Risâle-i Nurlara muhatap olabilir ve derslere gelebilir.

Dersi yapacak kişiler Risâle-i Nur derslerine yeni katılan kişilerin seviyesini, derse iştirak eden grupları dikkate almalıdır. Hatta yeni gelen bir tek kişi dahi ihmal edilmemelidir. Çünkü belâgat, muktezâ-yı hale mutabakattan ibârettir. Bu düstûra riâyet etmek gerekir. Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcâat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münâsip söz söylenmelidir.

Öyleyse dinî nasihat yapan “Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i muknî olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.”[45]

A.7. Risâle-i Nur’da Ders Usulleri

Risâle-i Nur madem, “küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin de istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve geniş yaralarını Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor” öyle ise çok okumalı ve başkalarının okuması için neşrini en önemli hizmet kabul etmeliyiz.

Her şeyden önce “Allah’ı zikretmek” için “Tefekkürî bir ibadet” olarak Risâle-i Nurları nefsimize hitap ederek okumalıyız.

A.7.1. Kendi nefsimize hitap ederek okurken:

*Sabah namazından sonra nefsimize hitaben okumalıyız.

*Sesli olarak okumalıyız. Yani, dudaklarımızdan çıkan sesi kulaklarımız duymalıdır.

*Her gün en az 10 sahife okumayı adet edinmeliyiz…

*Tatil günlerinde bu 20-30 sahifeye çıkabilir.

*Cemaat halinde okumalara katılmak gerekir. “Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder; fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. İmân badettirinin izahı olduğu için, hem ilim, hem Mârifetullah, hem huzur, hem badettir.” “Ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez.”

A.7.2. Cemaat halinde okurken:

-Ders okuyan:

*Velâyet-i kübrâ olan veraset-i Nübüvvetteki makam-ı tebliğin etvarı altına girdiğini düşünmelidir. Dellal-ı Kur’ân olan Bedîüzzamân’ın vekili olarak okumalıdır.

*Risâle-i Nur’un hocası Risâle-i Nurdur. Bu nedenle bir yer açıklanacak ise onu açan ve açıklayan yeri bularak izahını oradan okumak gerekir.

*Dersler esas itibarıyla üç kısımda yapılmalıdır.

*Hakaik-ı İmaniye: İmanı takviye eden konular.

*Lâhikalar: Hizmet ölçü ve prensipleri. İçtimai ve siyasi konular.

*Müdafaalar: Hukuk ve Siyaset-i İslamiye.

*Okuyan kendi nefsini muhatap alarak okumalıdır.

*Lüzumundan fazla izah yapılmamalıdır.

*Risâle-i Nur nazara verilmeli, Risâle-i Nur’a âyine olunmalı, nazarlar şahsa değil eserlere çevrilmeli ve perde olunmamalıdır.

*Risâle-i Nur’da geçen âyet, hadis ve Farsça ibarelerin derse hazırlık safhasında eksiksiz okunacak şekilde çalışılması, konuları sanki ezber biliyormuş gibi akıcı bir üslûpla okunması.

*Risâle-i Nur derslerinin ciddiyetle takip edilmesi ve istifademizin artması için dersi okumaya veya dinlemeye gelmeden evvel zihnen, fikren, bedenen, ruhen hazırlıklı olunması…

*Dersin öncelikle kendi ihtiyacımız olduğunun şuuruyla okunması, dersi yapan kişinin salondakilerle onlara tahakküm edercesine değil iletişim kurma adına göz temasında bulunması, konuya uygun espri veya fıkra ile nazarların toplanması, imla kurallarına dikkat ile önemli yerlerin tekrar edilip farklı tonlamalar ile okuyarak dikkatlerin çekilmesi.”

*“Üstadımızın ve Nur Talebelerinin âhir zamanda gelecek şahsın üç vazifesini birlikte yaptıkları, bunun için derslerimizde içtimâî ve siyasî konuların da sınırlandırmadan okunması gerektiği, fakat umumî derslerimizde parti tarafgirliğini ihsas edecek ifadelerden kaçınılması, bu konuda farklı düşüncelerin olabileceği dikkate alınmalı ve özel ortamlarla umumî dersler birbirine karıştırılmamalıdır.

*Üstadımızın aktif siyasetin içinde olmadığı her zaman nazarlardan uzak tutulmamalıdır, bizim vaziyetimiz siyasîleri irşat tarzında olmalı, bunun ötesine geçmemelidir. Siyaset tarafgirliğinden azami derecede sakınmalıyız.”

*“Umumî derslerimizde iştirak eden cemaatin seviyesi dikkate alınarak konular seçilmeli, ders okuyanlar dersin konferansa dönüşmemesi için dikkat etmeli, kelime ve terkiplerin manaları verilmeli, fakat mümkün olduğunca uydurukça kelimelerin kullanılmamasına dikkat edilmeli…

*Risâle-i Nur derslerinde izah yaparken Risâle-i Nurların üslubu muhafaza edilmeli, çünkü Risâlelerdeki kelimeler istilâhi anlamları da kapsamaktadır. Her bilimin kendine mahsus terimleri olduğu gibi Risâle-i Nur’un da kendine özel bir termolojisi vardır. Risâle-i Nurların Türkçenin de asliyetini koruyacağına dair Risâle-i Nur’da izahatlar var.

*Risâle-i Nurları insanların seviyesine indirmek değil belki insanları Risâle-i Nur’un ulvî ilminin seviyesine yetiştirmek için onların bilgi seviyesinin yükseltilmesine gayret edilmelidir. Elbette ders okuyanların mesleği ve mizaçları aynı olmadığı için konuya bakış açıları farklı olacaktır. Genellikle konuların açılımı için kendi mesleğinden misaller vereceklerdir, bu durum aşırıya kaçmamak şartıyla derslerimize farklı renk katabilir.”

*“Risâle-i Nurlar yalnızca akla hitap etmiyor, onun derslerinde birçok duygunun hisseleri var, onun için sadece aklın anlaması yeterli değil, diğer duyguların da hisselerini alması için ihlâsı esas tutmalıyız. Nazarları kendimize çekmemeye dikkat etmeliyiz. Çünkü bazen aşırı izahlar insanları ön plana çıkarabiliyor, hatta aşırı nakiller yapmakta kendini satmak olarak algılanabiliyor.“

*“Okuyanın konuları çok iyi hazmetmiş olması gerekiyor. Bunun için yalnızca okunan konuya odaklanma yetersiz olabilir. Risâle-i Nurların bütününe vukufiyet kazanmak için gayret gösterilmeli. Meslek ve meşrebimize ait konuların da umumî derslerimizde okunmasına cemaatimizin birlik ve bütünlüğü açısından ihtiyaç vardır.”

*“Risâle-i Nurlarda Üstadımızın net olarak tavırlarını belirlediği Mehdi, Süfyani Deccal, Hz. İsa’nın (as) gelmesi gibi bahislerin umumî derslerimizde de okunması, fazla ayrıntılara girilmemesi, Üstadımızın üslûbunun benimsenmesinin uygun olduğu; hiç okumamak gibi bir tefritin uygulanmasının veya açıklama bahanesiyle gereksiz ayrıntılara girmenin de uygun olmayacağı belirtildi. Mehdiyet iddialarının ortalıkta gezdiği, Süfyan komitesinin muhabbetinin telkin edildiği bir ortamda bu konulara lakayt kalmanın uygun olmayacağı, bu konularda cemaatimize doğru bilgilerin muhakkak verilmesi gereği benimsendi.

Elbette içtimaî meselelerin anlatıldığı Münâzarât, Hutbe-i Şamiye ve lâhika mektuplarından da, demokrasinin genel kriterleri, din ve vicdan hürriyetinin lüzumu, Hilâfet, Cumhuriyet arasındaki uygunluk, Şeriat’ın Demokrasiyle çelişmediği gibi meseleler umumî derslerde de okunmalıdır.”

*“Özellikle umumî derslerimizde rastgele müdahale anlamındaki fikir beyan etmeler, kargaşaya sebep olduğu için bunun nerede başlayıp nerede biteceği belli olmadığından fırsat verilmemesi, cemaati imtihan etme veya cemaatin imtihan edilmesi şekline dönüşebilecek tavırlardan kaçınılması, ‘ders yapanlar’ isminin ders vermeyi çağrıştırdığı için bunun yerine ‘ders okuyanlar’ olması daha uygun olacaktır. Genç kardeşlerimizin yetişmeleri için zemin hazırlanmalı. Öğrenci dersleri ve semt derslerinde onlara ders okuma fırsatı verilmelidir.”

“İmân dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman, derste fark etmez. Hâlbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır.” düsturu nazara alınarak hazırlanan bu çalışmalardan herkesin istifade etmesi temennimizdir. Ve Üstadımızın “Muhakemat” adlı eserinde verdiği Belagat dersindeki şu ifadeleri de unutulmamalıdır: “Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlûbun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şa’şaa vermeli, fakat hakîkati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakîkate misal olmak ve hakîkatten istimdat etmek şartıyla gerektir.”

Bütün bu prensiplerin bilhassa umumî derslerde uygulanması çok istifadelere medar olacağı şüphesizdir.

A.7.3. Bu genel kurallar dışında:

1.Risâle-i Nurları Risâle-i Nurlarla izah etmeliyiz.

2.Kelime ve kavramları açıklayarak okumak. Açıklamada fazla izaha girmemek.

3.Hatıralardan da istifade etmek gerekir. Her hatıra bir hakîkatin inkişafına vesile olabilir.

4.İzahlara metinden daha az yer verilmesi gerekir. Metinden çok daha fazla izah konuyu dağıtır. Hakîkatlerin anlaşılmasını engeller.

5.Her şeyi marifetullah’a vesile ve basamak yapmalıdır.

6.Risâle-i Nurları devamlı olarak okumalıyız.

7.Özellikle Risâleler okunurken can kulağı ile dinlemek gerekir. Zira “fehim ifhamdan esheldir.” Yani, dinleyen okuyandan daha iyi anlar.

8.Okurken not tutarak okumak ve vecizeleri yazıp ezberlemek.

9.Cevşen, Evrad-ı Nuriye gibi vird ve duaları okumanın Risâle-i Nurdan istifade etmede büyük önemi vardır.

10.Dersler 45 dakika’yı geçmemelidir. Dersler Aşr-ı Şerif okunarak bitirilmelidir.[46]

A.8.Nasıl Risâle Dersi Yapılır?

A.8.1. Genel işleyiş

Dersler esas itibariyle üç kısımda yapılmalıdır:

1.Hakaik-i îmâniye.

2.Lâhikalar.

3.Müdafâalar.

Büyük şehirlerde ulaşım problemleri yüzünden ders süresi kısaldığı için iki ana bölümde yapılmaktadır.

1.Îmâni Bahisler.

2.Lâhika, müdafâa veya içtimâî mevzûlar.

A.8.2. Ders öncesi hazırlık

1.Risâle-i Nur’dan okunacak kısım önceden belirlenmelidir.

2.Okuma esnasında zorluklarla karşılaşılmaması için okunacak kısım önceden okunmalı, arapça ve farsça ibareler tekrar edilerek düzgün okumaya gayret edilmelidir.

3.Halkın arasında kullanılmamaktan dolayı bilinmeyen kelimeler tespit edilmeli ve lûgat anlamları bilinmelidir

4.Okunacak kısım ile ilgili diğer kısımlar Risâle-i Nurlardan bulunarak gözden geçirilmelidir. Eğer anlamaya ve açıklamaya yardımcı olacaksa anlayarak okumalıdır.

5.Risâlelerdeki müstakil bölümlerin tamamı değil de, bir kısmı konu bütünlüğünü bozmayacak şekilde derste okumak için seçilebilir. (Mebhas, nükte, nokta vb.)

6.Herkesin anlayabileceği konular seçilmelidir. Umumi olarak yapılan derslerde ortalama seviye göz önünde bulundurulmalı, herkesin anlayamayacağı, anlamak için bir bilgi birikimini gerektiren mevzular seçilmemelidir.

A.8.3. Ders Yapılırken Dikkat Edilecek Esaslar

1.Derse Eûzü Besmele, hamd ve salâvat ile başlanmalıdır.

2.Mümkün olduğu kadar düzgün bir telaffuzla okunmalı, noktalama işaretlerine dikkat edilerek vurgulama ve tonlama ayarlanmalıdır.

3.Anlaşılır ve ortalama bir süratle okunmalıdır. Ne çok süratli ne de çok yavaş okunmamalıdır.

4.Ortalama bir ses seviyesi tercih edilmeli, ne çok yüksek ne de alçak sesle mırıldanarak okunmamalıdır.

5.Risâle’den okuyup ders yaparken Risâle-i Nur nazara verilmeli, Risâle-i Nur’a ayine olunmalı, nazarlar şahsa değil eserlere çevrilmeli ve perde olunmamalıdır.

6.Okuyan kendi nefsini muhatap alarak okumalıdır.

7.Lüzumundan fazla izah yapılmamalıdır.

8.Gerekirse açıklayıcı olmak üzere Risâle-i Nur’un başka bir yerinden nakil yapılabilir. Yalnız bunun da konu bütünlüğünü bozmadan, lüzumsuz tekrarlara yol açmaması gerekir.

9.İzah gerektiren bir cümle veya paragraf olduğu takdirde önce cümle veya paragraf okunmalı, sonra kelimelerin lûgat anlamları verilerek cümle veya paragraf özetlenmelidir. Açıklayıcı kısa bir misal verilebilir.

10.Ders esnasında dinleyicilerden sual soran olursa ders yapan kısaca cevap verebilir. Kendisi cevap veremiyorsa hazır bulunanlardan birinin cevap vermesini sağlayabilir. Eğer sual ders yapılan konu ile ilgili değilse, dersten sonra cevaplandırmak üzere erteleyebilir. Bunu da muhatabına nâzik bir dille anlatmalıdır.

11.Ders esnasında cemaat gözle kontrol edilmeli jest ve mimikler ile dinleyicilerin dikkatini toplamaya çalışmalıdır.

12.İkinci derste okunan Lâhika mektupları, müdafâalar veya içtimâi mevzular aktüalite ile ahenk içinde olmalıdır.

13.Okunan kısım bittikten sonra konu kısaca toparlanmalıdır ve bölümün sonundaki âyet,dua ve salâvatlar okunduktan sonra fâtiha ile bitirilmelidir. Eğer okumak için seçilen kısım müstakil bölümlerin sonuna rastlamadığı için sonunda âyet ve dua yok ise bölümün sonu açılarak salâvat, dua ve âyet oradan okunmalıdır.

A.8.4. Dersi Yapacak Kişilerin Genel Özellikleri

1.Dersi okuyacak kimse mümkün mertebe Risâle-i Nur’a ve mevzuya vâkıf olmalı ve mukteza-yı hale mutabık ders yapmalıdır.

2.Ders yapanlar umumiyetle cemaatın tanıdığı aynı kişiler olmalı. Bu, derse gelenlerin devamlılığını temin eder.

3.Ders yapan kimsenin inisiyatifinde olmak şartıyla misafireten derste bulananlara da teberrüken kısa bir bahis, Lâhika veya müdafâa okutulabilir.

4.Dersi yapan kimse herkesten önce derste hazır bulunmalı ve ders bittikten sonra gitmelidir.

5.Dersi yapanın kılık kıyafeti düzgün olmalı, tıraşlı ve bakımlı olmalıdır

A.8.5. Ders Yapılan Yerin Durumu

1.Ders yapılacak yerin temizliğine özen gösterilmeli, eşyaların tertipli ve yerli yerinde olması sağlanmalıdır.

2.Gerekiyorsa tamirat, bakım ve boya işleri ihmal edilmeden yapılmalıdır.

3.Ders başlamadan önce salon havalandırılmalı ve kötü kokular giderilmelidir. Ayakkabılık, çöp gibi koku kaynakları önceden dezenfekte edilmeli, banyo, abdesthane, mutfak ve tuvaletlere ernet vb. gibi koku gidericiler yerleştirilmelidir.

4.Dikkati yok eden unsurlardan biri de havasızlık olduğu için ders esnasında da havalandırma sağlanmalıdır.

5.Ders yapılan yerde yeteri kadar aydınlatma sağlanmalı, elektrik kesintilerine karşı tedbir alınarak önceden, şarjlı aydınlatma armatörü, lüks, gaz lambası veya mum bulundurulmalıdır.

6.Çay arası verildiğinde su ve çay dağıtımı eksiksiz olarak yapılmalıdır.

7.Dershanede, Risâle-i Nur Külliyatı ders kürsüsünde eksiksiz olarak, derslerden önce hazır edilmelidir.

8.Yeteri kadar ayakkabıyı alabilecek büyüklükte bir ayakkabılık, kışın palto ve ceketleri asmak için yeteri büyüklükte askı temin edilmelidir.

9.Kış ayları için ders yapılan yerin ısısı orta derecede olmalı, ne çok soğuk ne de çok sıcak olmamalıdır. Kaloriferli yerlerde, ders esnasında çok sıcak olmaması için kaloriferler önceden kapatılmalı veya düşük ayarda çalıştırılmalıdır.

10.Cemaatin ders yapılan yere gelişi ve dersten sonra ayrılması esnasında hizmet ve ilginin en iyi şekilde sağlanmasına çalışılmalıdır.

A.8.6. Dersin Süresi

1.İnsan dikkatinin kesintisiz olarak en fazla otuz dakika süreceği nazarda tutularak ders sürelerinin en fazla kırk beş dakikayı geçmemesi sağlanmalıdır. (±5 dk)

2.İkinci ders Lâhika mektupları veya müdafâalardan yirmi- yirmi beş dakikayı geçmeyecek şekilde yapılmalıdır.

3.Birinci ders ve ikinci ders arasında mutlaka çay arası verilmelidir ve cemaatin kalabalıklığına göre süre ayarlanmalıdır. Görüşme, tanışma ve kaynaşmaya vesile olan çay aralarına önem verilmeli ve ihmal edilmemelidir. Özellikle yeni gelenlerle tanışılmalı, sohbet edilmeli ve ilgilenilmelidir. Bu esnada geçirilen on beş dakika veya yarım saatlik sürenin asla kayıp olduğu düşünülmemeli, dersin bir parçası kabul edilmelidir.

4.Ders, aşr-i şerif (Kur’an’dan kısa bir bölüm) okunarak bitirilmelidir.

5.Dersin son bitiş saati uzaktan gelenlerin ulaşım problemleri göz önüne alınarak geç vakitlere kalmamalıdır.[47]

A.9. Risâle-i Nur dersleri izah edilmeli mi?

Risâle-i Nur hizmeti, metne dayalı bir hizmettir. Sadırdan değil, satırdan okunarak istifade ve istifaza edilir. “Risâle-i Nur metinleri okunurken düz mü okunmalı, yoksa izah edilerek mi okunmalıdır?” Ya da “Okunan bahislerin izahının sınırı ne olmalıdır?” sualleri daima gündemdedir. Bu mevzu Risâle-i Nur talebeleri ve müntesibleri arasında zaman zaman farklı mülahazalara da sebep olmuştur. Risâle-i Nur derslerinin düz okunması gerektiğini savunanlar olduğu gibi, izah edilerek okunması gerektiğini savunanlar da vardır. Bu mevzu halen de güncelliğini korumaktadır. Özellikle dinleme makamında olanlar ve Risâle-i Nur’u yeni tanıyanlar okuman bahislerin izah edilmesinden çok istifade edildiğini düşünür. Özellikle yıllardır Risâle-i Nur derslerini takip edenlerin bir kısmı da fazla izahın istifadeye zarar verdiğini, önemli olan insanın hissiyatının ve duygularının feyiz alması gerektiği görüşündedir. Mesele zaman zaman meşveret zeminlerine kadar gelir ve üzerinde farklı düşünceler serd edilir. Bir çıkış bulmak için yine Risâle-i Nur’dan gerekli yerlere atıflar yapılarak mevzu orta bir yola çekilir. Üstadın zamanından, saff-ı evvel ağabeylerden misaller verilerek, son şahitlerden de hatıralarla Risâle-i Nur dersleri bir usule bağlanır. Böylece ifrat ve tefritten âzâde bir usulle Risâle-i Nur dersleri yapılmaya çalışılır. Ancak zaman zaman şahsî ve fevrî hareket edenler olduğu gibi, Risâle-i Nur ders usullerine uymayan ferdî yaklaşımlara da şahit olabiliyoruz. Öyleyse konuyu tekrar gündemimize alarak, bu mevzuyu yine Risâle-i Nur’a havale edip anlamaya çalışalım. Çünkü Risâle-i Nur, bizim ihtiyacımız olan meseleleri muhakkak izah etmiş ve halletmiştir. Bulup bir araya getirmek ise hepimizin vazifesidir.

Öncelikle Risâle-i Nur’a muhatap olanlar şu esası bilirler. Risâle-i Nur’dan “Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder; fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. İmân hakîkatlerinin izahı olduğu için, hem ilim, hem mârifetullah, hem huzur, hem ibadettir.”[48] Demek ki “Herkes kendi kendine bir derece istifade eder; fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz.” noktası imân hakîkatlerinin izaha ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Öyleyse bu izahı kim yapacak, ya da izahın ölçüsü ve sınırı ne olacak? Farklı mülahazaların çıktığı yer de zaten burasıdır. Şimdi Risâle-i Nur’dan izaha dair Üstadın atıflarına ve usulüne bakalım.

Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nur bahislerinin müteferrik yerlerinde defaatle farklı Risâlelere atıflarda bulunur, okunan bir bahsin şerh ve izahının başka bir Risâlede olduğunu gösterir. Daha fazla istifade edilmenin yolunu bu şekilde irae eder. Bu usul, esasında Risâle-i Nur dersleri yapanlara güzel bir misal ve mihenktir. Mesela “Bu hadisin tam izahı Risâle-i Gavsiye’de vardır.”, “Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hâdisenin hülâsası şudur…”, “Dördüncü Sözde izahı bulunan…”, “Onun için, izahı onlara havale etmekle beraber…”, “Risâle-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunan…”, “On Üçüncü Lema’nın âhirinde izahı bulunan…”, “Bu mes’elenin Şuâlar’daki izahı ise şöyledir:…”, “Bir başka yerden aynı mes’elenin izahı…”, “Aynı mânanın bir başka parçadan izahı”…şeklinde defalarca farklı bahislere ve Risâlelere atıfta bulunulmuştur. Budan da anlaşılıyor ki “Evet, Risâletü’n-Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imâniyenin her birisine, mesela Kur’ân’ın kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik Risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.”[49] Risâle-i Nur’un ruh-u aslisine uygun olan en müessir yol da bu olsa gerektir.

Madem imân hakîkatlerinin izaha ihtiyacı var ise, burada şunu açık olarak ifade edebiliriz ki öncelikle Risâle-i Nur’u yine Risâle-i Nur’a izah ettirmenin yollarını aramalıyız. Çünkü “Risâle-i Nur’un hocası yine Risâle-i Nur’dur.” Şu da bir hakîkat ki “Her Risâlede herkesin hissesi var; fakat herkes her şeyini bilmek lâzım değildir.”[50] Bir diğer nokta da şöyledir: “Bu ehemmiyetli Risâlenin(Ayetü’l Kübra), herkes her bir meselesini anlamaz; fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez, fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil. Belki elleri uzun olanların hisseleri de var.”[51]

Elhasıl: “Risâle-i Nur da ekseriyet itibarıyla kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından… İhsan-ı ilâhî ile Risâle-i Nur, başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil.”[52]dir. Bu noktaları da nazara alarak Risâle-i Nur derslerinin izahını öncelikle yine Risâle-i Nur’dan yapma yolu tercih edilmelidir. Risâle-i Nur’un ruh-u aslisine zarar veren teferruatlı izahlardan sakınılmalı, şahsî ve fevrî misalleri devreye sokarak hakîkatleri perdelemekten kaçınılmalıdır.

İKİNCİ BÖLÜM

B-BEDİÜZZAMAN’IN RİSALE-İ NUR DERSLERİ

B.1.Bedîüzzamân’ın Risâle-i Nur Dersleri

Bedîüzzamân Hazretleri’nin uzun sabah dersleri bilinir. Üstad’ın hizmetinde ve en yakınında bulunmuş olan ağabeylerin ders hatıralarını nakledelim inşâallah. Böylece Üstad’ın ders usulü ve derslerde nelere dikkat ettiği de anlaşılmış olur. Üstad’ın bizzat derslerine katılan ağabeylerin hatıralarıyla sizleri baş başa bırakıyoruz.

B.1.1.Hüseyin Remzi Sönmezgil anlatıyor:

“Bizler Üstad Bedîüzzamân’dan imân hakîkatlarını ders alıyoruz. Ayrıca fenlere ait dersleri de kitaplardan okuyor veya muallimlerimizden dinleyerek öğrenmeye çalışıyoruz. Sonra Üstad’ın bir dersini bir defacık da olsa hiç unutmuyoruz. Onun dersi öğretmenlerimizin derslerinden çok farklı, öğretmeninkini unuttuğumuz oluyor, ama Üstad Bedîüzzamân’ın dersleri hiç akıldan çıkmıyor. Üstad Bedîüzzamân, verdiği İslâmî ve imânî dersleri zihnimize öyle sokuyor ki, bu dersleri hiçbir zaman unutamıyoruz.”[53]

B.1.2.Mustafa Sungur anlatıyor:  

“Üstadımız Nur’lardan bir ders yapıyordu: ´Bir mevcut, vücuttan gittikten sonra, zahiren kendisi ademe, fenaya gider. Fakat ifade ettiği mânâlar baki kalır. ´Dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü olduğunu, bunlardan birinci ve ikinci yüzler ki, Esma-i İlahiye’ye ve ahirete bakan yüzlerinin, baki semereler ve meyveler yetiştirdiğini, fani şeyleri bâki hükmüne getirdiğini ve bu yüzlerde, mevt ve zevâl değil; belki hayat, beka cilveleri olduğunu beyan ettikten sonra Zübeyir’e dönerek; “Benim Zübeyir’im hapisten tahliyeden sonra Afyon’da kalarak hizmetimde kaldığı o levhalar, çok şirin, çok güzeldir´ mânâsında ifadelerle iltifatta bulunmuştu.”[54]

*”Afyon’da Hz. Üstad’ımızla birlikte olmakla, hayatımızın en mesut günlerini yaşarken, bir gün pederim (Aydın köylerinde imamdı) Üstad’ın ziyaretine geldi. Üstad’ımız, ‘Demek sen Sungur’un babasısın’ diye ona iltifat gösterdi. Çünkü rahmetli pederim, maddi müzayekalarından, borçlu olduğundan ve benim de kendine öğretmenlik maaşından tam yardım edeceğim sırada ve o ümitle yıllar boyu bekledikten sonra, ona yardım edememem ve sair sebeplerle, gayr-ı memnundu. Ve beni Üstadımıza şikâyete gelmişti. Üstadımız, evvela hizmet-i Nuriyeden ders yaptı, sonra, ana-baba hukukundan bahsetti. Bu zamandaki Risâle-i Nur hizmetinin ehemmiyetinden bahsetti ve pederime teselli edici dersler verdi.”[55]

B.1.3.Abdülkadir Badıllı anlatıyor:

“Sabahleyin namazdan epey sonra ders için bizleri çağırdı. Gittik. Halka halinde oturduk. Hepimiz okuduk. Kendisi de okudu.”

*“Üstad sabah derslerinde bize ders yaptırıyordu. Kendileri de dinlerdi. Biraz bir talebesi okur, sonra yanındaki talebesine sen oku diye işaret eder, o da okurdu. Risâle okunurken mübarek gözlerinden yaşlar revan oluyordu.”

*“Bir sabah dersinde çok neşeli idi Üstad. Dokuz kişi dersi sıra ile okuyordu. O gün Hasbiye Risâlesi okunuyordu. Bir ara sual melekleri meselesi geçti. Tahirî Ağabeye dönerek, ‘Tahirî! Senin imanın bundan aşağı değil’ buyurdular. Tahirî Ağabey ‘Elhamdülillah’ dedi. Bana da ‘Kürdoğlu! Senin de bundan hissen çoktur’ dedi.” En son dersi kendisi okuyacağını söyledi. Karadut başında yazılan kısmı okudu. Kendine has şivesi ile neşe ve sürur içinde okuyordu. Ve bazı mülâtefeler(lâtifeler) yaptı.”[56]

B.1.4.Ahmet Gümüş anlatıyor:

“Bir gün Zübeyir Ağabey parmağında dolama çıkması hasebiyle akşam dersine katılamadı. Bedîüzzamân Hazretleri derse başlamadan evvel diğer ağabeylere Zübeyir Ağabey’i sordu. Rahatsız olduğu için dinlendiğini söyledikleri vakit hiddetlendi ve Hemen çağırın” dedi. Zübeyir Ağabey boynu bükük, mahcup bir tavırla Üstad’ın huzuruna geldi ve azarı işitti: “Ben Zübeyir’i zannederdim ki, değil parmağı, başsız gövdesi, gövdesiz başı olsa yine ‘Risâle-i Nur, Risâle-i Nur!’ diye koşacak. Ehl-i küfür beni bıçaklarla parça parça etse, Saîd yine ‘İman, Kur’ân, Risâle-i Nur’ diye gider. Ben böyle talebe istiyorum. Ufak bir parmak meselesinden üzülen, kırılan talebelere, Risâle-i Nur’un ihtiyacı yoktur. Uhuvvet ve ihlâsı gaye edinen talebelere ihtiyaç vardır.”[57]

B.2.Arabî Mesnevi-i Nurîye’den uzun sabah dersleri

B.2.1.Bayram Yüksel anlatıyor:  

“1954’te Isparta’da Üstad Hazretleri Arabî Mesnevî-i Nuriye’den derse başladı. Merhum Tahirî Ağabey, Merhum Zübeyir Ağabey ve Merhum Ceylân Ağabeylerle beraber geldik. Mustafa Sungur Ağabey de ara sıra gelir, birkaç gün kalırdı. Üstadımız ekseriyetle onu bazı hizmetler için Ankara’ya gönderirdi. Üstadımız sabah namazından sonra derse başlıyordu. Ders beş-altı saat devam ediyordu. Adeta on yedi yaşında bir genç gibi çok hareketli idi. Bizler Arapçayı bilmiyorduk, ama Üstadımız yine derse muntazaman devam ediyordu. Ceylân Ağabey çok güzel anlıyordu. Tam öğle ezanı okununcaya kadar ders devam ederdi. Yorgunluktan uykumuz gelirdi. Üstadımızın başucundaki saate bakardık, Üstadımız saati ters çevirirdi. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun ve bütünü lâtifelerimizin derse verilmesini temin ederdi. Zübeyir Ağabey vücuduna iğne batırarak dersleri takip ederdi.       

“Üstad birgün, ‘Evlâtlarım, bu ders yalnız bizi değil, bütün kâinatı alâkadar eden bir derstir. Bu dersi mele-i alânın sakinleri de dinliyorlar. Bu ders çok mühimdir’ dedi. Hakîkaten bizlere de acaip bir hal oldu. “Yine bir gün dersten sonra, ‘Evlatlarım, siz zannediyor musunuz ki, biz beş altı kişi ders yapıyoruz? Biz bu dersimizle Anadolu’da binler ders yapan cemâatlerin arasına mânen giriyoruz, beraber ders yapıyoruz’ demişti. “Hiç Arapça bilmediğimiz halde, çok mükemmel anlamaya başlamıştık. Bu şekilde Arabî Mesnevî-i Nuriye’yi iki defa bitirdik. Bundan sonra da İşârâtü’l-İ’caz’ın yüzüncü sahifesine kadar Isparta’da; gerisini Çam Dağında Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabey, Ziya Arun ve Sungur Ağabeylere okuttu.”[58]

B.3.Sabah dersi, ders baklavası ve kur’a

B.3.1.Ahmet Gümüş Anlatıyor:

“Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’nin bir usulüydü ki, sabah derslerinden sonra talebelerine ikramda bulunurdu. Kendisinin ‘ders baklavası’ tabir ettiği bu ikramlar umumiyetle kurabiye, elma, üzüm, baklava gibi şeylerden olurdu. Bu ikramı yaparken kur’a çektirir ve kendisi de talebeler gibi kur’aya dahil olurdu. Kendisine kur’a isabet eden talebe önce alırdı. Böylelikle kendisinin de Risâle-i Nur talebesi olduğunu açıkça ifade etmek istiyordu.”[59]

B.3.2.Bayram yüksel anlatıyor:

“Sabah dersinden sonra bize, ders baklavası diye bir teberrük verirdi. Yani bir elması varsa, bıçakla parçalayıp kur’a çekerdik. İlk kur’a kime isabet etse ilk sefer o alır, bazen bir salkım üzümü kaç kişi olsak kur’a çekerek paylaşırdık. Bazen Isparta’da yapılan beyaz kurabiye tatlısından aldırırdı. Dersi evvelâ Üstadımız okur, sonra sırayla hep okurduk. O zamanlar hatt-ı Kur’ân’dan ders yapardık. Yeni yazı eserler yoktu. Fakat lâhika mektupları hem el yazısı, hem hatt-ı Kur’ân’la teksir edilerek çoğaltılırdı. “O sırada Sebilürreşad gibi dindar mecmualarda Üstad’dan ve Risâle-i Nurdan bahisler çıkardı. Üstadımız onları bizlere yazdırırdı. Bazan güzel yazılar çıkarsa lâhika olarak neşrettirirdi.

B.3.3.Recep Onaz anlatıyor:

“1960 yılı Ramazan’ının ilk günlerinde yine Üstadı görmek için gitmiştim. Mustafa Ezener Ağabey, ‘Bugün Üstadla ders yapacağız’ dedi. İçeri girdiğimizde diğer arkadaşlarda vardı. Ben Üstadımızın yüzüne bakmadan elini öpüp oturdum. Ders esnasında Tarihçe-i Hayat takip ediliyordu. Bir kitap da bana vermişlerdi. Dersin yerini buldum, fakat takip edemedim. Zira gözlerim durmuyor, kendiliğinden yaşlar boşanıyordu. Bu halim ders bitinceye kadar devam etti. Sadece eser elimde, öylece kalmıştım. Dersten sonra Üstad ders baklavası olarak, kurabiye taksimi için Ceylân Çalışkan’a bir sayı tutturdu. Sayı sırası gelen, kurabiyeyi almıştı. Sonra Üstadımızla vedalaştık ve ayrıldım. Sonra ben o gözyaşlarımı; bu gözler Üstadımızı dünyada son kez görecekmiş ve bir daha göremeyecekmiş gibi yorumlamıştım.”[60]

Üstad Bedîüzzamân Hazretleri, Eüzübesmele ve salavattan sonra derse başlardı.  Bayram Yüksel Ağabey Üstad için “Boş vakit geçirmezdi” der. Ona göre Üstad, “Hiçbir zaman mübarek vaktini boş geçirmez, ya okur, ya tashihle meşgul olur veya okutturur, dinlerdi.”[61]

B.4.Üstad “Sadece Risâle-i Nurla meşgul olurdu”

B.4.1.Bayram Yüksel anlatıyor:

“Üstadımız Risâle-i Nur’un hizmetini herşeye tercih ederdi. Hiçbir zaman başka kitaplarla meşgul olduğunu görmedik. Daima Risâle-i Nurların neşri, te’lifi, tashihi, okuması, yazması ve lâhika mektupları gibi hizmetlerle meşgul olurdu. Bize de şu dersi verirdi: “Bakın, ben başka kitaplarla meşgul olmuyorum. Siz de Risâle-i Nur’dan başka kitaplarla meşgul olmayın. Risâle-i Nur size kâfidir. “Risâle-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakîkatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risâle-i Nur sair ilimler gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin kût ve nurudur.’[62]

B.5.Barla Nahiye Müdürünün hanımının Üstad’dan ders alışı

B.5.1.Muhittin Yürüten anlatıyor:

“Üstad Hazretleri’nin bir gün bana şöyle bir tavsiyesi olmuştu: ‘Bir çatı altında yabancı bir kadınla, sakın yalnız olarak bulunma. İster ders, ister başka bir vesileyle olsun. Bunu sakın yapma. Çocuk dahi olsa, yanında muhakkak bir kimse bulunsun.’

“Sonra da başından geçen şu hadiseyi anlattı: “Barla’daki Nahiye Müdürü benden ders alıyordu. Aldığı dersi de evde hanımına anlatıyormuş. Ailesi de, mutlaka benim ağzımdan ders almayı arzu ediyormuş. Benim ise kadınlarla bir alâkam yok. Müdür Bey gelir gider, hanımının da ders almasını isterdi. Nihayet birgün, ‘Seninle beraber mestûre olarak gelsin. Senin hatırın için bir ders vereyim’ dedim. Geldiler. İşin garibi şu ki, kadın ayakkabısını dışarıya, kocası da içeriye çıkarmıştı. Ben de kimse gelmesin diye kapıyı kilitlemiştim. Ders esnasında kapı açılmak için zorlanmıştı. Bu arada ben hemen ayakkabılara baktım. Hanımın ayakkabısı dışarıda idi. Dersten sonra müdür ve hanımı gittiler. Biraz sonra kapıyı zorlayan geldi. Ona dedim: ‘Dışarıda kadın ayakkabılarını gördüğün zaman kalbine bir şey geldi mi?’ ‘Üstadım, kat’iyyen birşey gelmedi’ dedi.’

“Üstad konuşmalarında sık sık, ‘İhtiyatı, tedbiri elden bırakmayın’ diyerek bizi ikaz ederdi.”[63]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

C.ZÜBEYİR GÜNDÜZALP VE RİSALE-İ NUR

C.1.Nur’un Kara Sevdalısı: Zübeyir Gündüzalp

Zübeyir ağabey Üstadımızın “Bazan bir iki adam, bine mukabil geliyor.”[64] ifadesine mukabil gelen ender bir şahsiyettir. Ayrıca Üstad’ın “Konya kahramanı Zübeyir”[65] ve “Hakikî fedakâr Zübeyir”[66] taltiflerine mazhar olmuştur. “Zübeyir’in hararetli mukabelesi, Nurlarla iştigalleri güzel bir ilânat hükmüne geçti.”[67] Diyen Üstad Hazretleri Zübeyir ağabeyin Risâle-i Nurlarla iştigalini numune-i imtisal olarak göstermiştir. Üstad Hazretleri Zübeyir ağabeyi de birkaç talebesi gibi mânevî evladı olarak kabul etmiş “Şimdi mânevî evlâtlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyir…”[68] demiştir.

Zübeyir ağabey fenâ fi’l-Üstâd, fenâ fi’r-Risâle-i Nûr, fenâ fi’l-ihvân düsturlarını üzerinde toplamış nadide-i fıtrat bir insandır. Risâle-i Nurları tanıdıktan sonra fıtratındaki hakîkate müheyya olan temayülata engel olamamış ve âdeta Nur’a karşı sevdalanmıştır. Nurlarla yatmış, nurlarla kalkmıştır. Satır satır nurları okumuş ve hayat prensibi olarak sımsıkı sarılmıştır. Üstadın şahsiyet-i mânevîyesini tam keşfetmiş, müceddid-i âhirzaman olarak asırlardır muntazır kalınan Zat olarak onu tanımış ve tam bir sadakatle talebe olmuştur.

Zübeyir Ağabey, Nurların “Kara Sevdalı”sıdır. Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara:”Ben Risâle-i Nur’larla insanların ve İslâmların îmânını kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir ‘kara sevda’ hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda ‘kara sevda’ hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır?” diye sorular yöneltiyordu.[69] Zübeyir Ağabeyin hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, dâvâsı yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur’ân dâvâsına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.[70] O,  Nurun mümtaz bir kahramanı ve kumandanıydı. Risâle-i Nur ile hayatı mezc olmuş, Üstadına ve Risâle-i Nur hizmetlerine hayatını vakfetmiş ve hasretmişti.

 İnsanların îmânını kurtarmaya vesile olmak için gecesini gündüzüne katmıştır. İman aşkıyla yanıp tutuşurken Hâkime: “Eğer komünistler mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup hakîkat hazinesi olan Risâle-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yapacağız”[71] demiştir. Zübeyir ağabey İslâm’ın dertlisidir. Feragat ve fedakârlığın doruk noktasını fiiliyatı ile göstermiş ve yaşamıştır.

Zübeyir Ağabey için Risâle-i Nur’a ve Bedîüzzamân Hazretleri’ne talebe olmak, en büyük bir şereftir. Oysa, bu yüzden tutuklanıp yargılanmaktadır. Suç olarak görülen bu fiili kendisinden sorulduğunda: “Bedîüzzamân Saîd Nursî gibi bir dâhinin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa, iftiharla, ‘Evet, Risâle-i Nur’un şakirdiyim…”[72] diye haykırırken, orada hazır bulunan Üstad da “kabul ediyorum” diyecektir.

Savcı, iddianamesinde diyor ki: “Saîd Nursî, eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.” Biz de buna mukabil deriz ki: “Eğer Risâle-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin.”[73] İşte Zübeyir ağabey Risâle-i Nur’a bu kadar ‘kara sevdalı’ydı.

Bedîüzzamân Hazretleri Zübeyir ağabeyle özel olarak ilgilenmiştir. Pakistan’ın önemli simalarından olan Ali Ekber Şah’ın, Emirdağ’dan uğurlandığı sırada yanlarına gelen Zübeyir Gündüzalp için Üstad:”Biz bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziri de karşılamaya gelmişiz.” Ve bilahare: “Hayır hayır, ben Zübeyir’i karşılamaya geldim”[74] demiştir.

Üstad’ın Urfa’dan çıkarılmasını isteyen Emniyet müdürünün ‘Siz camid misiniz?’ sualine karşı Zübeyir ağabeyin cevabı ise şöyledir: ‘Evet, biz câmidiz, Üstad bize tekmesini nereden vurursa biz oraya yuvarlanırız. Üstadımız ne derse biz onu yaparız’[75] şeklindedir.

Emirdağ’a varıp Ceylan Çalışkan ile sohbet ederken sorduğu bir soruya aldığı cevap, bütün hizmet hayatında kendisine vazgeçilmez bir rehber olmuştur. ‘’Üstad’a hizmetimde en çok hangi hususa dikkat edeyim?’’ şeklinde sorduğu soruya Ceylan Ağabey tarafından ‘’Üstad ne diyorsa aynen yap ve kafanı başka bir şeyle karıştırma. Mesela Üstad, gece yarısı ‘al bu mektubu götür Vali’ye ver’ derse, sen de götür. Mutlaka bir hikmeti vardır.’’

Tahiri Mutlu Ağabey’e bir konu hakkında nasıl davranılması gerektiği konusunda görüşüne başvurulmuş ve Merhum Tahir Ağabey şu cevabı vermiştir: ‘’Bunu Zübeyir Abi’ye sorun. Bu meseleyi O bilir. Her büyük zatın bir Sır Kâtibi vardır. Üstad’ın da Sır Kâtibi Zübeyir Abi’dir.’’ “Üstad Bedîüzzamân Hazretleri basını takip eder, Risâle-i Nur’la ilgili yazılarla ilgilenirdi. Gazete okuma işini Zübeyir Gündüzalp ile yaptığı gibi içtimaî meseleleri de yalnız onunla konuşurdu. Zübeyir Ağabeye olan alâkası bambaşkaydı.’[76]

C.2.Zübeyir Sisteminde

“Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacım zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta’dan o sistemde birisini isteyecektim.”[77]

Evet, Asrın Sahibi Sahibüzzaman, Nur’un ‘Sır Kâtibi’ ve “Kumandanı” olan, özellikle “Kâinata Değişmem” dediği ve “Taşkafa” olarak tavsif ettiği, “binine bedel”, “fenâ fi’l-Saîd” olarak gördüğü hakiki fedakâr talebesi Zübeyir Gündüzalp’i hizmet-i imâniye ve Kur’âniyeye isterken “en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacı zamanında” yanına almıştır. O’nun Risâle-i Nur’a çalışma sistemini ise “o sistemde birisini isteyecektim” diye ifade etmiştir. Bu çalışma sistemi “Zübeyir Sisteminde” bir çalışma sistemi olsa gerek. Bu çalışma sistemine “Zübeyrî sadakat” diyebiliriz. Çünkü Zübeyir ağabey Nur’un kara sevdalısı, kumandanı ve erkân dairesinde en has talebedir. Bir nevi Üstad’ın kurmayı statüsündedir. Bedîüzzamân Hazretleri’ne harfiyen ittiba eden ve Risâle-i Nur’a aklını karıştırmayan bir fıtrattadır. Bedîüzzamân Hazretleri’nin şahsiyet-i mânevîyesini tam idrak eden ve çok delillerle asırlardır beklenilen ve muntazır kalınan Zat olarak O’nu müşahede edip itminan-i kalb ile teslim olan bir şahsiyettir. O bahadır bir İslâm fedâisidir. “Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur’ân’ın hizmetine koşmuştu. Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu. Ciddiyet ve vakar dolu bir sima, gülmeyen fakat gülümseyen bir çehre. Tane tane, sert ve yol gösteren kelimeler ve konuşmalar. İslâm’ın yüce tarihindeki meseleleri, nurlardaki bahislerle birleştirilerek anlatışlar.”[78] O,  bir îmân mümessiliydi.  “Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, dâvâsı yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur’ân dâvâsına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.”[79] Zübeyir ağabey “Öyle bir rehber şahsiyetti ki, îmân ve Kur’ân yolunda hizmet etmek isteyenlere herşeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi.”[80]

Üstad Bedîüzzamân Hazretleri, Zübeyir Gündüzalp’in hizmetteki yerini tarif etmek için “Zübeyir bana merhum biraderzadem Abdurrahman yerine ve Ceylân merhum biraderzadem Fuad bedeline verilmiş diye mânevî ihtâr aldım. Ben de burada işimi onlara bıraktım.”[81] Demiş ve Bedîüzzamân Hazretleri Nur’un kumandanı ve kahramanı olan Zübeyir ağabeyin hizmete girişini mânevî ihtâr ile bildirmiştir.

“Zübeyir’in hararetli mukabelesi, Nurlarla iştigalleri güzel bir ilânat hükmüne geçtiler.”[82] Diyen Üstad Hazretleri Zübeyir ağabeyin çalışma sistemini ve Nurlarla iştigalinin ilânat hükmüne geçtiğini beyan ederken belki de istikbalde O’nun neşriyat ve matbuat âlemindeki hizmetlere yapacağı fedakârca hizmetleri de ihtâr ediyor olmalıydı. Çünkü “Bu zamanda nurlarla hizmet-i îmâniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celp etmekle olur.”[83]

Zübeyir ağabey Üstad Hazretlerinin ahirete irtihalinden sonra meşveret sistemini tesis ederek tatbikata başlamıştır. Özellikle saff-ı evvel nur talebeleriyle hizmetin her cihetini meşveret ederek hareket etmiştir. Böylece hem Risâle-i Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsinin tesisinde önemli bir rol oynamıştır. Hizmeti meslek ve meşrep açısından şekillendirmiştir. Bu konuda çok gayret sarf etmiş ve meşveret esaslarının temel prensiplerinin yerleşmesine çalışmıştır. Risâle-i Nur Külliyatı’nın neşri, İttihat Mecmuası, Yeni Asya Gazetesi ve Yayınevinin kurulması gibi yayın faaliyetlerini de başlatarak matbuat âlemi ile tezahürün devam etmesini sağlamış ve bu hizmetlere mesafeli duranları da fiiliyle tekzip ederek Galata Köprüsü’nde gazete dahi dağıtmıştır.

Zübeyir ağabey Risâle-i Nur hakkında şu veciz ifadeleri serdetmiştir: “Risâle-i Nurun şahs-ı mânevîsi, asrın içtimaî ve ruhî ve dinî hastalıklarını teşhis etmiş ve müzminleşmiş içtimaî illetleri tedavi edecek şekilde Kur’ân-ı Hakîmin hakîkatlerini, İlâhî bir emirle, bu zamanda yaşayan bütün insanlara arz etmiştir.”[84]

C.3.Zübeyir Gündüzalp’in ders usûlü

Zübeyir Ağabey, ‘Nurun İlk Kapısı’ eserine derç edilen Ankara Üniversitesi’nde vermiş olduğu konferansında Risâle-i Nur ile alâkâlı şu mühim açıklamayı yapar: “Risâle-i Nur mevzuunu büyük bir alâka ile takip eden uyanık arkadaşlarım, Kur’ân-ı Kerim’in mânâsı bilinmese de, okunduğu ve dinlendiği zaman ruhlarda nasıl ki mânevî ve derûnî bir tesir husûle gelir. Zira kelâm, Allah kelâmıdır. Bu Kelâmullahtaki ve İslâmiyetteki mânânın kudsiyetidir ki, Türkler İslâmiyetle cihangir oldular, kıt’alar, beldeler fethettiler. Bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmaktadırlar. Aynen öyle de, Kur’ân’ın bu asırda yüksek bir tefsîri olan Risâle-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamâmen anlayamazsanız da onun mânevî tesiri ve mânevî feyzi, ruh ve kalbinize nüfûz eder; mânâ âleminizi istilâ eder, kat’iyen istifâdesiz kalmazsınız ve kalmıyoruz. Hem insan yalnız akıldan ibaret değildir; kalb, ruh, sır ve vicdan gibi mânevî latîfe ve cihazâta da mâliktir. Aklınız, her bir mesele-i imâniyeyi birinci okuyuşta hakkıyla kavrayamasa da kalb ve ruh ondan hissesini alır.”[85]

Zübeyir Gündüzalp ağabeyin Risâle-i Nur dersleri ile ilgili yapmış olduğu bir iki tane ses kaydı vardır. Birincisi uzun sayılabilecek bir mektup dersi. Zübeyir ağabey dersi okurken çok sakin ve tane tane okuyor. Sesi çok nâif, latif ve yumuşak. İnsan dinledikçe keyif alıyor. Zübeyir ağabey derste önemli bir mektup okuyor. Okuması çok akıcı ve doyurucu bir mahiyette. Uzun sayılabilecek şekilde, ara vermeden mektubu okuyor ve sonrasında kısa kısa açıklamalar yapıyor. Ancak yaptığı açıklamalar yine Risâle-i Nur’dan. İnsan önce okuyor sanıyor, sonra okuduğu mektup ile ilgili güncel hâdiselerden bahsedince îzah yaptığı anlaşılıyor. Bir vesileyle karakola düşmüş Nur Talebeleri’nin iftiharla muhataplarına Risâle-i Nur dâvâsını çekinmeden anlattığından bahsederken, diğer taraftan yurt dışında Risâle-i Nur’a müteveccih hâdiseleri naklediyor. Anlaşılan o ki, Zübeyir ağabeyin bütün gayreti ve himmeti Risâle-i Nurlar ve Risâle-i Nur’u nazarlara sunmak. Yaptığı îzahlarda Risâle-i Nur’un lisânını muhafaza etme gayreti takdire şayan. İnsan bu dersi dinlediğinde Risâle-i Nur’a nasıl muhatap olunması gerektiği ve ders yaparken nelere dikkat edileceğini anlıyor. Üstad’dan yapılan nakiller ve yaşanan hâdiselere Risâle-i Nur’dan irticalen verilen cevaplar ise dersi tekmil ediyor.

Zübeyir ağabeyin bir diğer dersi Yirmi Birinci Söz’ün ikinci makamı olan vesvese bahsi. Bu dersi de okurken Zübeyir ağabey önce metnin bir paragrafını sakin sakin, tane tane okuyor ve paragraf sonunda açıklamalar yapıyor. Hatta “Şimdi Risâle-i Nur’u okurken arada konuşmak yoktur, fakat ben böyle Risâle-i Nurla birçok felaketlerden kurtulan gardaşlarımla görüştüğüm için, onlardan birer misal vereceğim.” diyerek Şam’da on beş sene tahsil gören ve sonra Ankara’ya gelen bir talebenin Risâle-i Nur dersine götürülüşünü ve o derste vesvese bahsini dinleyen o talebenin “Allah beni kurtuluşum için Şam’dan buraya gönderdi. Ben bu vesveseden o hale geldim ki, çok zaman namazımı terk ediyordum, kılamıyordum.” hatırasını naklediyor. İlim tahsil etmiş bir kişinin vesvese hastalığından dolayı uğradığı muzdarib vaziyeti anlatıyor. Neticede Zübeyir ağabey “Bu şunun da delilidir ki Risâle-i Nur, bu zamanın ihtiyacına böyle îmânî, İslâmî, dini, aklî, fikrî ihtiyaçlarına cevap veren bir tefsir-i Kur’ân’dır. Bu zamanda dalaletten, sapkınlıktan, felsefeden, gelen böyle sapkınlıkları, gelen dalaletleri izale eden bir tefsir-i Kur’ân’dır.” ifadeleriyle Risâle-i Nur’un ehemmiyetine ait îzahlarda bulunuyor. Bir başka yaşanan hadiseyi “Bir doktora arkadaşı bak ihtiyarlık var,  saçların ağarmış, demiş sen kaç yaşındasın?” Doktor demiş “ Ben bir yaşındayım demiş.” Kendisiyle alay ediyor sanmış, latife yapıyor. Doktor: “Hayret etme demiş, bir yaşındayım.” Niye? Ben demiş, Risâle-i Nur diye bir eser tanıdım. Okuyorum şimdi, bir müddetten beri. Hakîkati, dünyayı-ahireti mahiyetini onları öğrendim; elbette demiş, dünyadan habersiz, ahiretten habersiz bir hayatı anladım ki hayat değildir. Ancak Allah’ı, ahireti tanıyan bir insanın hayatı hayattır. Onun için demiş, ben bir yaşındayım.”

Böylece Zübeyir ağabeyin bizzat kendi sesinden yapılan derslerle anlaşılıyor ki, okunan Risâle-i Nur derslerini izah eden yaşanmış hadiselerden bahsedilebilir. Çünkü yaşanmış hadiseler Risâle-i Nur’un hayat pratikleri ve sosyal hayata tesiratının numuneleridir. Risâle-i Nur’un hayata tezahür eden prensiplerinin okunan bahislerle ilişkilendirilmesi ve dinleyenlerle paylaşılması ayrıca şevke de medâr olur. Ancak bu izahlarda ölçüyü kaçırmamak lâzımdır. Zübeyir Ağabey; “Risâle-i Nur okumanın neticesini ibâdet” olarak telakki eder. Bu okuma ve derslerden de anlaşıldığı üzere Risâle-i Nur’un ruh-u aslîsini rencide etmeden ve Risâle-i Nur’a perde olmayacak, yine Risâle-i Nur ile alâkalı yaşanan hâdiselerden bahsedilebilir. Okunan bahse münasip olaylar konuyu dağıtmadan ve Risâle-i Nur’u perdelemeden dinleyicilere aktarılabilir. Önemli olan anlatılan mevzuunun konu bütünlüğünü bozmaması ve nazarları Risâle-i Nur dâvâsının dışına çevirmemesidir. Bütün gayretin Risâle-i Nur’un müessiriyetine vesile olan hadiseleri anlatarak nazarları yine Risâle-i Nur’a çevirmek olmalıdır.

Çok önemli bir nokta da Risâle-i Nur’u okuyan kişinin nazarları şahsına değil; Risâle-i Nur’a, Bedîüzzamân Hazretleri’nin şahsiyet-i mânevîsine ve cemâatin şahs-ı mânevîsine çevirmesidir. Dersi dinleyen kişiler, dinledikleri dersten Üstâdı, Risâle-i Nur’u ve şahs-ı mânevîyi görmelidir. Şahıslar Risâle-i Nur’a engel, gölge ve perde olmamalıdır. Risâle-i Nur’u dinleme makamında olanlar da ders yapana nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı ve Kur’ân’ın mânevî bir tefsiri olan Risâle-i Nur’u anlamak, Kur’ân’ın ve Risâle-i Nur’un ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmelidir. Yoksa ders yapanın ne dediğini anlamak maksadıyla değildir. Zübeyir Gündüzalp ağabey de tam bunu yapmış ve bizlere Risâle-i Nur derslerinin nasıl yapılması gerektiği noktasında da numûne-i imtisâl olmuştur. Bunun dışında yeni ders usulleri ihdas etmenin Risâle-i Nur meslek ve meşrebine uygun olmadığı bilinmelidir.

C.4.Konferans’tan; ‘Risâle-i Nur dersi nasıl yapılır?’

Zübeyir ağabeyin Risâle-i Nur üzerine vermiş olduğu konferanslar meşhurdur. Biri Sözler’in arkasında, bir diğeri de Gençlik Rehberi’ndedir. Bu konferanslarda hem Risâle-i Nur’un, hem de Üstad Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin mâhiyeti hakkında çok önemli açıklamalar yapılır. Ayrıca Risâle-i Nur meslek ve meşrep prensipleri vâzıh bir şekilde îzah edilir. Risâle-i Nur hizmetlerinin ve derslerinin nasıl yapılacağına dair de açıklamalar mevcuttur. Mesela Risâle-i Nur’ları okurken nelere dikkat edilmesi gerektiği ile ilgili şu açıklamalar yapılır: “Şimdi Risâle-i Nur Külliyatı’ndan, îmân, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken, belki îzah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arzedeyim ki, üstâdımız Bedîüzzamân, bir Nur talebesine Risâle-i Nur’dan bazan okuyuvermek nimetini bahşederken îzah etmiyor, diyor ki: “Risâle-i Nur, îmânî mes’eleleri lüzûmu derecesinde îzah etmiş. Risâle-i Nur’un hocası, Risâle-i Nur’dur. Risâle-i Nur, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir mes’eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır. Okunan Türkçe veya Arabça bir Risâlenin îzahı, başka bir Risâlede varsa, onu getirtip okuyor. Risâle-i Nur’daki gayet ince nükteleri derkeden basiretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risâle-i Nur’u cemâata okurken tafsilâta girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa, bu îzahatı, Risâle-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevab veren hakîkatların anlaşılmasında ve te’siratında ve Risâle-i Nur’un mâhiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için, bazı lügatların mânâlarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.”[86]

Görüldüğü üzere Zübeyir ağabey Üstad’ın da ders usûlünü aktarıyor ve Risâle-i Nur ders usûlünün prensiplerini ortaya koyuyor. Burada en ehemmiyetli noktaları tasnif ettiğimizde karşımıza şu esaslar çıkıyor:

C.4.1.Risâle-i Nur’un îmânî meseleleri lüzûmu derecesinde îzah ettiği:

Risâle-i Nur eserleri Kur’ân-ı Kerîmin bir kısım âyetlerinin hakîkî tefsîri olup, onun mânevi i’câzının lem’aları olduğunu her hususta göstermesidir. Bu nedenle başka eserlerden ve malumatlardan teferruatlı olarak bahsedilmesinin lüzûmlu olmadığı, bu ulûm-i îmâniyede Bedîüzzamân Hazretleri’nin fetva vazifesi ile muvazzaf olduğunun bilinmesi gerekir. Ayrıca Risâle-i Nur’un “bütün ilimleri câmi oluşudur. Adeta ilim iplikleriyle dokunmuş müzeyyen kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbabı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan en derin vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasıdır.”[87]

C.4.2.Risâle-i Nur’un hocasının yine Risâle-i Nur oluşu:

Risâle-i Nur eserleri geleneksel şahsa dayalı eserlerden farklılık arz eder. Şahsî hizmet tarzlarından farklı olan bu hizmet tarzı, âhirzaman asrının insanlarına bir ihsan-ı ilâhi olarak sunulmuştur. Bu hizmet ekolü, şahsa ve mürşide ihtiyaç bırakmaz. Her Risâle-i Nur muhatabı mutlaka okuduğu eserlerden istifâde eder. Böylece zaman şahıs zamanı değil, kitaba bağlı ve dayalı şahs-ı mânevî zamanı olduğu da anlaşılmış olur. “Risâle-i Nur da ekseriyet itibarıyla kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından, bu tedris vazîfemde bana istirahat ve tebrik nev’inde bir ihsan-ı ilâhî olarak bu acip hastalık benim istirahatime medar oldu. Hem benim rûhuma geldi ki: Senin binler, belki yüz binler Saîdcikler, senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var. İhsan-ı ilâhî ile Risâle-i Nur, başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil.”[88]

C.4.3. Risâle-i Nur’un başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmaması:

“Mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka Üstâdlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifâde eder, muhakkik bir âlim olabilir. Hem işaret eder ki, Resâili’n-Nur Müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine Nurlanır, âlim olur.”[89]

C.4.4. Herkesin istidadı nisbetinde kendi kendine istifa etmesi, ne kadar istifade edilse büyük bir kazanç sayılması:

 “Risâle-i Nur, şimdiye kadar hiçbir ilim adamının tam bir vuzuhla ispat edemediği en muğlâk meseleleri, gayet basit bir şekilde, en âmi avam tabakasından tut, tâ en âli havas tabakasına kadar herkesin istidadı nisbetinde anlayabileceği bir tarzda, şüphesiz ikna edici ve yakinî bir şekilde îzah ve ispat etmesidir. Bu hususiyet hemen hemen hiçbir ilim adamının eserinde yoktur.”[90] Öyleyse her müstaid, kendi ihtiyacını şiddeli hisseder ve sırr-ı ihlâs ile Risâle-i Nur’a muhatap olursa, o oranda istifâdesi ziyade olur.

C.4.5. Aklın her meseleyi anlamaması halinde ruh, kalb ve vicdanın hissesini aldığı:

Risâle-i Nur’un ”Ders verdiği Kur’ânî hakîkatların hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi müsahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet belig, nafiz ve müessir olması…” dikkate şayan bir hadisedir. Öyleyse “Ben okudum, ancak anlamıyorum.” mazereti geçersizdir. “Risâle-i Nur namı altındaki bu eser ayn-ı hakîkat olarak nefse, akla, ruha, kalbe hitab etmiş, onların herbirisinin gereken hisselerini mânâlarındaki nüfuz ve tesir ile vermiştir.”[91]

C.4.6. Bir Risâlenin îzahının başka bir Risâlede varsa onu getirip okunması:

Bu noktada Bedîüzzamân Hazretleri şu müessir yolu bizlere göstermiştir: “Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur’ân kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik Risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir îzah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.”[92]

C.4.7.Risâle-i Nur’u cemâata okurken tafsilâta girişip eski malûmatlarıyla açıklamalar yapılmaması:

Bu malumatların Risâle-i Nur hakîkatlerinin anlaşılmasına ve tesiratına ve Risâle-i Nur’un mahiyetine perde olması ihtimal dâhilindedir. Hatta zaman zaman okuyan şahısların şahsî meziyet ve malumatları Riâsle-i Nur’u gölgede bırakabildiği malumdur.

C.5.Zübeyir Gündüzalp’in Risâle-i Nur okumaları

Zübeyir Gündüzalp ağabeyin çok mümeyyiz özellikleri vardır.O’nun için çok şey söylenmiş ve söylenebilir. Mesela: Bedîüzzamân’ın baş hizmetkârı ve sır kâtibidir. Bedîüzzamân’ın “Kâinata değişmem” dediği müstesna bir talebesidir. Mücedid-i Ahirzaman’ın veziridir. Bin talebe yerine kabul edilmiştir. Bedîüzzamân’dan hasiyet taşıyan mühim bir şahsiyettir. Bir muhabbet fedaisidir. Dâvâsının kara sevdalısıdır. Çileler harmanında yoğrulan engin bir ruha sahiptir. Şaşmaz bir ferâset, yanılmaz bir dehaya sahiptir. Her an huzurda bir insan-ı kâmil, bir veliyy-i azamdır. Sıddıkıyet makamının izdüşümüdür. Feragat ve fedakârlığın azamî mahzarıdır. İhlâs ve istiğnada eşsiz bir numunedir. Hizmet gemisini selamete çıkaran kaptan-ı deryadır. İhlâs, sadakat ve tesanüd sıfatlarına elyak bir kahraman-ı nurdur. Dâvâsı uğruna maddî ve mânevî her şeyini feda eden bir şahsiyet abidesidir. Zübeyir ağabey fenafi’l-Risâle-i Nur, fenafi’l-Üstad, fenafi’l-ihvanın mücessem bir şahsiyetidir. Bu kadar meziyyet ve mümeyyiz evsafa sahip olan Zübeyir Gündüzalp ağabeyin Risâle-i Nur okumaları, Risâle-i Nur’a vermiş olduğu kıymet ve ehemmiyet ile Risâle-i Nur dersleri için tavsiyelerini O’nu yakından tanımış olan ve beraber ikâmet ettiği şahsiyetlerden okuduk. Bu hâtıraları sizlerle paylaşmak istiyoruz.

C.5.1.Risâle-i Nur’un üç temel esâsı

Zübeyir ağabey derdi ki “Üstad’ımız Risâle-i Nur’u üç temel esas üzerine bina etmiştir:

1.İmânî bahisler. 2. Müdâfaalar. 3. Lâhikalar. İmânî bahisleri okuyanlar, ehl-i takva ve ehl-i salâhât olur.

Müdâfaaları okuyanlar, dâvâsını müdâfaayla mücehhez olur. Lâhikaları okuyanlar, hadiseler karşısında nasıl hatt-ı harekette bulunacaklarını lâhikalardan öğrenirler.” demişti.[93]

C.5.2.Yetmiş hikmet

Zübeyir Ağabey, Üstad’dan gelen bir cümleyi veya paragrafı pek çok hikmet çıkarmak için tekrar tekrar okurdu ve derdi ki: “Biliyorsunuz kardeşim, evliyaullah yetmiş hikmetten serd-i kelâm eyler. Onun için lâhika mektuplarını da iki defa okuyun.”[94]

C.5.3.Üç Kez Oku

Zübeyir ağabey “Yeni okumaya başlayan kardeşlere en fazla şunu tavsiye ederdi:

“Külliyatı üç defa okumadan lügâte bakmaya lüzum yok. Sen lügât öğrenmiyorsun ki, Risâle okuyorsun… Evvelâ Risâle-i Nur’un üslûbuna aşina ol, sonradan lügâte bak. Evvelâ benimseyeceksin. Risâle-i Nur’u ve Üstad’ı ne kadar benimsersen o kadar istifade edersin. ”[95]

C.5.4.Zübeyir Ağabey Risâle-i Nur’u dikkatle, sindire sindire okurdu

Zübeyir Ağabey, döner döner okurdu. Akılda kalsın diye Zübeyir Ağabey bazen aynı sayfayı dönüp 40 defa okuduğu olurdu. Bazı yerleri ezberlerdi de… Teennî ile okurdu… Doktora yapar gibi… Sindire sindire… Kat’iyen gazete okur gibi okumazdı. Dünyada bugüne kadar en çok okuyucu kitlesi bulan, Risâle-i Nur eserleridir. Başka hiçbir kitabın bu kadar okuyucu kitlesi yok! Bunda ağabeylerin payı çok büyüktür.[96]

C.5.5.Günde kaç saat Risâle-i Nur okunmalı

“Kardeşim günde on beş sayfa Risâle okursan kendini muhafaza edersin. Yirmi sayfa okursan hizmet edersin. Risâle-i Nur’u imânî bahis, lâhika ve müdâfaalar olarak oku. Okuduğunu anlamaya çalış. ‘Üstad burada ne anlatmış’ diye düşün ve sor. Dershanede ders yapmakla, tuvalet temizlemek arasında, hizmet noktasında bir fark yoktur.”[97]

C.5.6.”Günde 15 sayfa Risâle-i Nur oku”

“Geçmiş hatıraları insan zaman zaman hatırlıyor. 1952’lerde Zübeyir Gündüzalp Ağabey bana, ‘Sen eserleri okuyor musun?’ diye sormuştu. O zaman ben İslâm yazısı öğreniyor ve Cevşen okuyordum. ‘Her gün Cevşen okuyorum’ dedim. O da bana, ‘Kardeşim şimdi Cevşen değil, hiç olmazsa günde on-on beş sayfa Risâle-i Nur okuyacaksın’ dedi. Ben de öyle yapmaya başladım ve çok faydasını gördüm. Sanki neyi ve hangi meseleyi okumuşsam ertesi günü bana o soruluyor ve ben de cevap veriyordum.  O zaman böyle hadiseler çok vaki oluyordu. Şayet Nurları okuyup da iyi bilmeseydim bana sorulan sorulara cevap veremezdim.”[98]

C.5.7.Her Risâle okuyan Nur Talebesi olamaz

Zübeyir ağabey “Derslere gelen kişiyi dairede tutmaya çalışın. Hizmet için kemiyette önemlidir. Fert fert kişilerle ilgilenmek ve onların hâlini, hatırını sormak gerekir. Risâle-i Nur’u okuyarak imanı kazanmak kolaydır, fakat muhafaza etmek zordur. Nur Talebesi ihlâs, uhuvvet, sadakat, tesanüd, metanet ve sebat düsturlarını taşımalıdır. Her Risâle okuyan Nur Talebesi olamaz. Bu gemide hademeyiz. Hademenin görevi, yolcuların rahatını temin etmektir. Bir hakîkati anlatırken, kendinizi haklı çıkarmak için değil, hakîkat namına konuşun. Bu gün itibar şekle ve kıyafete göre oluyor. Dâvâmız büyük, insanların karşısına paspal değil, düzgün kıyafetle çıkmalıyız. Risâle-i Nur bir bahçedir. Herkes boyuna göre o meyvelerden yer. Dallara uzanamayan, yerlere düşenleri bile yese iyidir. Bizim için o bahçede bulunmak önemlidir. Cenab-ı Hak bizi mükemmel yaratmış. Biz de kendimizi meşru dairede israfa kaçmadan güzelleştirmeliyiz. Rabbimizin rızası bizim üzerimizde. Biz ise O’nun önünde resmigeçit yapıyoruz. Ona göre hareket edelim. Kıyafetimiz temiz, düzgün ve düzenli olmalı.”[99]derdi.

C.5.8.Anlamasan yine oku! Bütün latifelerin gıdasını alır

Kardeşi Haydar Gündüzalp anlatıyor: Ben bir defa İstanbul’a ziyaretine gitmiştim. O anda yanında, Küçük Sözler vardı. Elime aldım, orada biraz okumaya başladım. Dedim ki, “ Ağabey, ne yapayım? Risâle-i Nur’ları okuyorum, ama bir şey anlamıyorum, ne tavsiye edersin?” “Kardeşim! Anlamasan da oku. Risâle-i Nur yalnız akla hitap etmiyor. Aklın yanında kalb, ruh ve sair bütün latifeler hissesini alır. Sen oku, latifeler gıdasını alır.”[100]

C.5.9.Önce Kendine Oku!   

“Bir gün Zübeyir ağabeye dedim ki: Risâle-i Nur dersleri için üniversitelerdeki gibi aylık, yıllık programlar yapsak… Nerede, ne zaman, hangi ders okunacağı belli olsa nasıl olur?

”Kardeşim,” demişti, “Risâle-i Nur’u 10-15 kere kendine oku, sonra müzâkere nevinden kardeşlere okursun. Başkalara ders vermek, ikinci planda olsun. Zira yanmayan, yakamaz!”[101]

C.6.Zübeyir Gündüzalp’in Risâle-i Nur dersleri

C.6.1.Nasıl ders yapılır?

Dersten önce, imanî bahisten 30 dakika ve arada 10 da­ki­ka­lık çay faslı. Sonra müdâfaalardan 30 dakika ve arada 10 dakikalık çay faslı. Daha sonra lâhikalardan 30 dakika ve sonunda da Kur’ân okunur ve dağılınırdı.  Kendisi ders bitinceye kadar mutlaka iki dizi üzerinde oturur, gerekirse Üstad’ın hayatından hatıralarla derse renk katardı. İstanbul’da üniversite dersleri yerleştikten sonra Ankara’da da aynı şekilde üniversite hizmetlerini başlatıp yerleştirdi. Bazen yersiz münâkaşalarımız olurdu. Zübeyir Ağabey bunları işitir ve gelir “Kardeşim, sadırdan değil, satırdan” der, kitaptan yerini bulur, doğrusunu okur ve bizi delilli ko­nuşmaya ve o kısır mücadeleyi verimli hâle getirmeye çalışırdı.[102]

C.6.2.Nasıl ders yapılmalı?

Zübeyir ağabey nasıl ders yapılması gerektiğini şöyle anlattı: “Ders yapmadan önce, en iyi bilinen yeri dahi üç defa okumadan derse gitmemelidir. Ders yapacak kardeşimiz, cemâatten biraz yüksekçe bir yerde oturmalı, sağ ve solunda Nur’a hâkim kardeşlerden birer kişi bulunmalı, ihtiyaç halinde onu teyid etmelidirler. Ders yapan kardeşimiz arada sırada ses tonunu değiştirmelidir. Yeknesak bir şekilde ders okumamalıdır.”[103]

C.6.3.Dersi bize yaptırırdı

“Kirazlı Mescit’te bazen aşağıya, derse inerdi. (Hastalığından dolayı derse her zaman katılamazdı.) “Ağabey, buyur dersi oku!” derdik. “Hayır kardeşim! Sen oku. Zaten Risâle-i Nur’u ve Üstadı okuyoruz.” derdi. “Ama Ağabey, senin okuman daha iyi olur” diye itiraz etsek de “hayır” derdi. Dersi bize okutur, kendisi de dinler ve dolayısıyla yetişmemizi temin noktasında zemin hazırlardı.[104]

C.6.4.Risâlelerin Açıklanması

“Zübeyir ağabey Risâle-i Nurları okurken herkesin açıklama yapmasını uygun görmezdi. Risâle-i Nur’u yine Risâle-i Nur’la açıklamak gerekir. Başka malumatlar karıştırıldığında Risâle-i Nur’un ruhu zedelenebilir. O, bu endişeyle herkese açıklama izni vermiyordu. Risâle-i Nur’un ruhunu incitmeyen ve mânâsını bozmayan, tam tersine mânâsına kuvvet veren misallerle yapılan açıklamalara karşı değildi. Bunu herkes yapamayacağı ve derslerin ruhunun kaçabileceği endişesinden dolayı umûmî bir yol olmasını istemiyor ve bu konuda hassas davranıyordu.”[105]

C.6.5.Risâle-i Nur okurken izah edilir mi?

“Kendisine bir soru sormuştum “Siz ‘Konferans’ta ‘Risâle-i Nurların izaha ihtiyacı yok, Risâle-i Nurlar kendi kendini izah eder’ diyorsunuz. Hâlbuki bazı yerlerde dinleyenlerin anlayabilmesi için izaha ihtiyaç hissediyoruz. Hem Üstad, Mektubat’ta ‘Risâle-i Nur da­i­resine giren allâme ve müçtehitler de olsa vazifeleri yalnız bu derslerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir’ diyor.  Demek şerh ve izaha müsaade var” dedim.  Bunun üzerine bana:
“Kardeşim, sen imanî bahislere ait başka kitap okudun mu?” dedi Ben de:
“Hayır, ben Risâle-i Nur’dan başka bu hususta kitap oku­madım” dedim.
“O zaman senin yaptığın izah, zaten Risâle-i Nur’un ken­di kendini izahıdır. Zira okuduğun bir yeri, yine Nurlardan okuduğun başka bir yerle izah ediyorsun. Bunda bir beis yok” dedi.[106]

C.6.6.Dinlerlerse anlat

Derslerden sonra bazen birine ayakta şevkle iki saat anlattığım olurdu. O da dinlerdi. Fakat bu durumun uygun olup olmadığını Zübeyir Ağabeye sordum. Şöyle dedi: “Kardeşim, anlattığında dinliyorlarsa anlat, okuduğunda dinliyorsa oku, devam et.”[107]

C.6.7.İlk üniversite dersi

Bir gün “Ağabey dersleri nasıl yapalım?” dedim. Bunun üzerine bizi yanına aldı. Birlikte ders yaptık. Birinci Söz’den başladık. Dersi Zübeyir ağabeyin odasında yapıyorduk. Bazen de bazı kardeşlerin evinde oluyordu. Fakat oralarda arzu edilmeyen bazı haller olunca, tekrar Zübeyir ağabeyin odasında devam ettik. Küçük Sözler’i baştan sona ‘anlatarak’ okudu. Böylece ilk üniversite derslerimiz başlamış oldu. Zübeyir ağabey bizi özellikle talebe derslerinde görevlendirirdi. Derslerin şöyle olmasını isterdi: İman hakîkatleri, lâhikalar ve müdâfaalardan birer bahis. Tarihçe-i Hayat’a çok önem verirdi.[108]

C.6.8.Zübeyir Ağabeyin okuduğu kitap, o anda satılırdı.

Zübeyir Ağabeyin okuduğu kitap, o anda satılırdı. Misafir olan kişinin gözüne mutlaka takılırdı. Bir o Risâleye, bir Zübeyir ağabeye bakar bakar dururdu. Hayret ederdi. Ders bitince hemen kitabı satın alırdı.

Biz derdik ki:

“Kardeşim, bak! Zübeyir ağabeyin okuduğu bu kitap eski, biz sana yenisini verelim!”

“Hayır, ben bunu almak istiyorum. Bu kitap bende de var. Ama çok acayip, benim kitabımda sanki Zübeyir ağabeyin okuduğu yerler yok! Var, ama yok işte… Onun için ben bu kitabı alacağım.”

Mecburen o kitabı ona verirdik. O derece tesirli Risâle-i Nur okurdu. Sadece düz okuyarak geçerdi. Bazen kelimelerin meallerini verirdi. Ama öyle tesirli okurdu ki, âdeta o anda bütün zerreleriyle birlikte, ruhuyla okurdu. Kendisi derdi ki: “Benim okuduğum kitabı karşı taraftaki satın almazsa, ben onu okuma saymam!”…

Onun için Zübeyir ağabey derdi ki: “Risâle-i Nur okurken mutlaka kendi nefsine okuyacaksın. Başkasına okuma, kendine oku!” Biz okurken başkasının gözüne bakarak okuyoruz. “Bak Bedîüzzamân ne diyor!” dercesine. Sana demiyor mu kardeşim, muhatap sen değil misin?[109]

C.6.9.Derslerde diz üstü otururdu

Zübeyir Abi, Nur derslerinde saatlerce diz üstü otururdu. Saatler geçtiği hâlde, ayağını hiç kıpırdatmazdı. Çocuklara Kur’an veya Nur dersi verirken bizlerin de her zaman diz üstü, namazdaki “ettahiyyat” kısmında oturduğumuz gibi oturmamızı tavsiye ederdi. Karşımızdaki çocuk nasıl oturursa otursun, ona hiçbir şey dememek, ama kendi oturuşumuzdaki ciddiyeti hiç bozmamak gerektiğini de bizlere anlatırlardı.[110]

C.7.Zübeyir Ağabeyin “ders yapmada” ölçü ve metodları nelerdi?

Zübeyir Ağabey, dersi duyarak ve hissederek okurdu. Bir cümleyi okur, önemliyse döner, tekrar okur ve lûgat mânâlarını verirdi. Ama Zübeyir Ağabeyin esas üzerinde durduğu husus, Risâle-i Nur’u Risâle-i Nur ile izah etmekti. Çünkü onun dışında izahlar olduğu zaman, çoğu zaman konuya uygun olmuyor veyahut da konu dağıtılıyor.

Cemâatin dikkatini toplamak için de, okurken hiçbir zaman kafası kitaba bağlı olmaz, gözü de projektör gibi cemâatin üzerinde olurdu. Hem dikkatleri topluyor, hem de uyumayı önlüyordu. Tabiî derslerde konsantrasyon meselesi çok önemli. Dikkatin derse, okuyana ve kitaba yönelmesi gerekiyor. Zübeyir Ağabey bu noktalarda çok titiz ve dikkatliydi. Aynı zamanda duyarak okuduğu için, anlama noktasında, dersin cemâate tesiri de fazla oluyordu. “Ben kendi nefsime okuyorum” diyordu.

Toplu olan derslerde daha genel ve anlaşılır meselelerin okunmasını isterdi. “Ağır ilmî meseleler okunsa, oraya her seviyeden insan geldiği için, istifadeleri azalır. Genel meseleler okunsa herkes hissesini daha fazla alır.” derdi

Derslerde evvelâ imanî bir ders okunur. Sonra mesajı içinde olan lâhika mektuplarından okunurdu. Çünkü bunlar Üstâd’ın talebeleriyle muhabere vasıtası olmuş. Meselelerini, problemlerini onunla çözmüş, hatta Üstâd’ın mesleğinin en güzel göründüğü yer lâhika mektuplarıdır. Çünkü; mesele olmuş, Üstâd’a sormuşlar. Üstâd da anlatmış, cevap vermiş. Üstâd’ın ve talebelerinin mahkemedeki müdafaaları sadece bir nefis müdafaası değildir. Hep dâvâlarına ve Üstâdlarına karşı, sadakatlarının bir ölçüsü ve alâmeti olarak görülüyor; bilmeyenlere bir kahramanlık ve cesaret aşılıyordu. Hem de aynı zamanda dâvânın mahiyeti o savunmalarda görülüyordu. Üstâd pek hukukî savunma yapmamış, çok azdır. Hep Risâle-i Nur’un ehemmiyeti hakkında, yani hem İslâmiyete, hem bu millete, hem insanlığa getirdiği Kur’ânî mesajların önemini anlatıyo

Zübeyir Ağabey, bunun için dersleri üçe ayırıyordu. Hazırlanıp da gitmemizi isterdi. Bilhassa umûmî derslerde, dersi herkesin okumamasını isterdi. Senelerce zaten ders üç-dört kişinin üzerinde olmuştur. Ama Zübeyir Ağabey geldiği zamanlar birinci dersi o yapardı. Çok zaman da rahatsız olduğu için de odasından aşağı inmezdi. İnmediği için de biz yapardık. Ama o geldiği zaman biz tabiî ki kitabı ona bırakırdık. Bazen biz ders yaparken gelir, biz “Ağabey buyur derdik” O da derdi ki: “Hayır, siz devam edin kardeşim, neticede bu Risâle-i Nur’u okumaktır, siz de güzel okuyorsunuz, Allah razı olsun” derdi. Ama biz onun yapmasını isterdik tabiî. Çünkü istifade ederdik.

Onun bir özelliği daha vardı. Beraber çalıştığı insanların yetişmesi noktasında yakından ilgilenirdi, insiyatif verirdi, takip ederdi, bazı yanlışlar varsa onları nezaket içinde hatırlatırdı. Ve daima etrafındaki insanların yetişmesini isterdi. “Hep ben ders yapayım, her şeyle ben meşgul olayım” demezdi.

Zübeyir Ağabey “Dersler verimli olursa, cemâat daima artar, istifade fazla olur” diyordu. “Bunun için de hazırlanılması, dersi okurken dikkatli okumak ve okuyanın cemâatle daima göz iletişimi kurması lâzım” diyordu. Bir de Zübeyir Ağabey, ders yaparken, vurgulayarak ve lûgat mânalarını söyleyerek okur; aynı meseleyle ilgili olan parçaları bir araya getirerek veyahutta okunan bahsi teyit eden hadiseler cereyan etmişse ve kendisi karşılaşmışsa onu da orda zikrederdi.

Zübeyir Ağabey, küçük ebatlı eserlerin de çok üzerinde dururdu. “Eseri küçük görünce içindeki hakîkatleri de küçük zannederler. Onun için dersleri mümkün mertebe küçük risâlelerden de okuyun” diyordu. Derdi ki: “Ben bir yerde ders yaptıktan sonra, oradaki dinleyen insanlar, talebeler, ‘Ağabey, bu kitaptan bize de verir misin, var mı?’ diye sorup istemedikçe, kendimi ders yapmış kabul etmem.”

Bazıları gelirdi, “Ağabey, acaba şu mesele nerede?” derdi. O da “Acaba Sözler’de mi, ama Mektûbât’ta da olabilir, ya da Lem’alar’a da baksan…” derdi. “Ağabey, niye böyle yapıyorsun? Sen bunu biliyorsun” dendiğinde “Kardeşim, o, bu bahaneyle okusun kitabı” derdi. Derslerdeki takip ettiği metodlar buydu.

Bize de derdi: “Derse en evvel siz gideceksiniz ve en son siz ayrılacaksınız. Çünkü siz gelmeden biri kitabı eline alır, okumaya başlar. Onun da zaten okuması düzgün değildir, kafasını da kaldırmaz, siz ikaz etseniz olmaz… Halbuki siz zamanında giderseniz, derse başlarsınız. İkincisi de bir takım karıştırıcı adamlar da olabilir. Ama sizleri orada görürse, sizden çekindiği için, o diyeceği şey boğazına kadar gelse de ağzından çıkmaz” diyordu. Bize ders aralarında ve ders sonralarında, gelenlerle ve bilhassa yeni gelenlerle ilgilenilmesi, tanışılması gerektiğini, bunun da önemli olduğunu söylüyordu.

Diyordu ki: “Esnaf olsun, işçi olsun, memur olsun, arkadaşlar eve giderlerse, zaten gündüz de yorulmuşlar, akşam dönüp derse gelemez. Sen hiçbir zaman buzdolabını, mutfağı ekmeksiz, peynirsiz, zeytinsiz bırakma. Derler ki: ‘Dersaneye gitsem, en azından ekmek-peynir de vardır. Yani atıştırırız biraz. Ondan sonra dersi dinler eve giderim’” Ama biz her zaman zaten yemek yapıyorduk. Diyordu ki: “Bu Kutlular’ın uhuvvet sofrasıdır. Bu noktalarda çok iyidir, işe yarıyor.” Bazıları “Ya ağabey, asalaklar da var” diyordu. “Kardeşim, önemli değil o. O öyledir ama onun getirdiği adamlar kendisinden daha iyidir” derdi. Her gün her akşam biz yemek çıkarırdık. Yaklaşık 10 sene kadar mutfağın yemek ve temizlik işleriyle bizzat meşgul olmuştum. Yani Zübeyir Ağabey bu noktalarda da dikkatimizi çekerdi.[111]

C.8.Risâle-i Nur dersleri ve müzâkere-i ilmiye…

 “Ders müzâkeresinde birer zeki muhatap ve mucip ve güzel seciyelerin in’ikâsından birer âyine”[112] olmak.

Bu cümleden anladığımız öncelikle Risâle-i Nur ders müzâkeresinde birer zeki muhatap olarak bulunmak. Bir diğer hakîkat, ders müzâkerelerinin yapılabileceğidir. Bu cümlenin içini doldurduğumuzda Üstad’ın tavsiyesine uymuş oluruz. Pekâlâ, bu nasıl olacak?

Risâle-i Nur derslerini müzâkereli olarak da okuyabiliriz. Peygamber Efendimiz(asm)da “İlmi öğreniniz. Çünkü onun öğrenilmesi, Allah’a karşı haşyettir.(Allah korkusu) Tâlebi ibâdettir. Müzâkeresi tesbihtir. Ondan bahis ise cihâddır.”[113]buyurur. Bedîüzzamân Hazretleri de talebelerine “Siz hem birbirinizi teselli, hem kuvve-i maneviyeyi takviye, hem tatlı sohbetle müzâkere-i ilmiye”[114] yapmalısınız der. Ayrıca “Risâle-i Nur’un meseleleri müzâkere olsa, inşâallah talebe-i ulûmun şerefini kazandırır.”[115] diyerek nur talebelerine büyük bir müjde verir. Talebeleri ile yapmış olduğu müzâkere-i ilmiyeye ise şöyle işaret eder: “Sonra, o karakolun karşısında, Kastamonu’nun medrese-i Nuriyesine girdim, Nurların telifine başladım. Feyzi, Emin, Hilmi, Sadık, Nazif, Salâhaddin gibi Nurun kahraman şakirtleri, Nurların neşri, teksiri için o medreseye devam ettiler. Gençlikte eski talebelerimle geçirdiğim kıymettar müzâkere-i ilmiyeyi daha parlak bir surette gösterdiler.”[116]

Bu konuda Üstad Bedîüzzamân’ın şu ifadelerini de tefekkür edelim: “Şu Risâle[117] bir meclis-i nurânîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübârek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzâkere ve müdâvele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risâlelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor.”[118]

Demek ki Risâle-i Nur’un okunduğu mekânlar nurânî bir meclis hükmünde olup, müzâkere ve müdâvele-i efkâr zeminleridir. Bu müzâkere ve müdâvele-i efkâr mekânları yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi terennüm ederler. Tefekkür ve taakkul onların mânevî gıdalarıdır. Hakîkate mülâki olmak için Risâle-i Nur okyanusuna amikâne dalarlar. Nasipleri kadar alır, sonra tekrar be tekrar okumaya, müzâkereye ve nasiplenmeye devam ederler.

Müzâkereli dersler bir nevi çalışmalı dersler olarak da addedilebilir. Okunan bahisler öncesi, müzâkere konuları önceden belirlenir ve çalışılarak gelinir. Dersi okuyan kişi, dinleyenlerin de iştiraki ile dersi okur ve devam eder. Konu cümle veya paragraf olarak ele alınır ve üzerinde durulur. Gerekirse başka bahislerle irtibatlar kurularak mevzunun tekmiline yardımcı olunabilir. Konu bütünlüğü bozulmadan güncel hadiselerle müzâkere konusu bağlantıları kurulabilir. Burada bütün gayret okunan bahsin anlaşılmasını sağlamak olmalıdır. Hakîkate perde olacak güncellemelerden ve izahlardan kaçınılmalıdır. Dersi okuyan kişi bu kontrolü sağlayabilir. Mesele müzâkere şartlarını taşmamalıdır. Çünkü müzâkere yapılırken uyulması gereken şartlar vardır.

Üstad’ın ifadesiyle “Müzâkere etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzâkeresi caiz olabilir. O müzâkere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.”[119]

Eğer mesele müzâkere-i ilmiyeden münâkaşaya dönerse Üstad’ın şu mühim ikazları devreye giriyor: “En mühim ve kudsî bir mes’eleyi, satranç oyunu gibi izhâr-ı fazl yolunda ve müzâkere-i ilmiyeyi, münâkaşa derecesine çıkarılıp, onunla oynuyorlar. Her iki taraf kendini haklı zanneder. Her iki taraf, mâdem münâkaşa sûretini alıyor, haksızdırlar.”[120]

Bedîüzzamân Hazretleri de talebelerine “Kardeşlerim…Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektuplar ara sıra okunsa ve Meyvenin, hususan âhirleri beraber mütalâa edilse ve hatıra gelen Risâle-i Nur’un meseleleri müzâkere olsa, inşaallah talebe-i ulûmun şerefini kazandırır.” Ve “Siz hem birbirinizi teselli, hem kuvve-i mânevîyeyi takviye, hem tatlı sohbetle müzâkere-i ilmiye, hem Nurların yazması ve mütalaalarıyla bu geçici zahmetin noksanını siler rahmet yapmağa ve bu fani saatleri baki saatlere çevirmeğe muvaffak olursunuz inşâallah.”[121] diye tavsiyelerde bulunur.

C.9. Risâle-i Nur dersi yaparken nelere dikkat edilmeli?

Buraya kadar tespit edebildiğimiz Risâle-i Nur ders usullerine istinaden şu tasnifatı yapmaya çalışalım.

1.Risâle-i Nur’un ders makamı “velâyet-i kübrâ olan verâset-i Nübüvvetteki makam-ı tebliğin” [122] envarını temsil eder. Risâle-i Nur derslerini okuyan şahıslar da “dellâl-ı Kur’ân Saîd’in vekili, belki mânen aynı hükmüne”[123]geçer. Bu cihetle Cemâate Sözler’i(Risâle-i Nur’u) okumak zamanında, okuyanlardaki hissiyât-ı âliye ve fazla inkişaf ve fedakârâne hamiyet-i diniye galeyanının sırrı, velâyet-i kübrâ olan verâset-i Nübüvvetteki makam-ı tebliğin envarı altına girdiği içindir. Risâle-i Nur, gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtararak; tevazu’ ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahip kılar. Bu hâller öncelikle kişinin şahsına bakmaz, makamın ulviyetine bakar. Onun için Risâle-i Nur’un ders makamındaki ahvâl ve etvârı şahıslar tek başına temellük edemez ve etmemelidir. Bu ahvâl ve etvârı bir şahs-ı mânevînin temsil etmesi daha münasiptir.

2. Risâle-i Nur’un ders makamının izzet ve vakarı muhafaza edilmelidir. Zübeyir Ağabey derdi ki: ”Ders yapan insanın çok dikkatli olması gerekir. Ders makamı Üstadımızın makamıdır. Dersten sonra oradakiler, ‘Bu ders nereden yapıldı, bu kitabı ben de alabilir miyim’ demelidir.”[124] Öyleyse ders makamının izzet ve vakarını tenzil edecek hareket ve fiillerden kaçınmak gerekir. Asıl maksad, Risâle-i Nur’u nazarlara vermek olmalıdır.

3.Risâle-i Nur dersi yapılırken; Risâle-i Nur’a sadık kalarak ders okunmalı,  şerh ve izah gerektiren yerler yine Risâle-i Nur’dan bulunup okunmalıdır. Risâle-i Nur’un hocası, yine Risâle-i Nur olduğu bilinmeli ve buna azami dikkat edilmelidir. Ancak Risâle-i Nur’un ruh-u aslisine zarar vermeyen, Risâle-i Nur derslerinin daha verimli ve istifadesine vesile olan Bedîüzzamân’dan nakiller ve yaşanmış hadiselerden bahsedilebilir.

4.Risâle-i Nur dersi yapacak olan kişiler, Risâle-i Nur derslerini yapmadan önce muhakkak okunacak bahse çalışmalı, lügât mânâları öğrenmeli ve okunan yerle ilgili başka Risâlelere atıf yapılacak yerlere de hazırlanmalıdır. Bu durum hem dersin istifadesini artırır, hem de derse gelenlerin şevkine vesile olur.

5.Ders yapan kişinin diksiyonu düzgün olmalı, okurken sade ve tok bir sesle okumalı, zaman zaman kafasını kaldırıp dinleyenlerin yüzüne bakarak, tebessüm ederek okumalıdır. Bu hâl dersi dinleyenleri müteyakkız tutar, ülfet ve ünsiyeti kırar.

6.Lüzumsuz ve farkında olmadan kullanılan, ülfet peyda edilmiş olan kelime tekrarlarından kaçınılmalı, el-kol hareketleri lüzumundan fazla yapılmamalı, gereksiz jest ve mimikler olmamalıdır. Ders yapar kişi müteyakkız bir dinleyici karşısında olduğunu unutmamalıdır.

7.Ders yaparken önce metin paragraf olarak, sonra tekrar lügât manaları verilerek okunmalıdır. Burada paragraf ile ilgili tekmil edici başka bir yer okunması gerekiyorsa, daha önceden sayfa ve yeri ayarlanmalı, konuyu bozmadan açılıp okunmalıdır. Bu vaziyet Risâle-i Nur’un izah ve tekmiline hizmet eder.

8.İlmî ve târîhî konular ile ilgili yerler okunurken muhakkak önceden o mesele hakkında kısa ve doğru bilgilere ulaşılmalı, yâda o konuda ehil olan kişilerden yardım alınmalıdır. Bu imkânlar yoksa ilgili mevzu ya düz okunup geçilmeli; veya başka bir zamana tehir edilip gerekli bilgilere ulaşıldıktan sonra paylaşılmalıdır.

9.Risâle-i Nur dersi okunurken muhakkak nazarlar kitaba çevrilmeli, hatta esas maksadın me’hazdaki kudsiyet olduğu ihsas edilmelidir. Şahıslar kendisini öne çıkarmamalı, kardeşlerin gıpta damarı tahrik edilmemelidir. Özellikle Risâle-i Nur’u perdeleyici malumatlardan sakınılmalıdır.

10.Derse iştirak edenlerin mukteza-i hâlleri nazar-ı dikkate alınmalı, bir kişi dahi olsa kat-ı alâka edilmemeli. Yeni gelen kişilerin mukteza-i hâline mutabık dersler yapılmalıdır. Belâgatın ve güzel söz söylemenin gereği beliğ-i muknî(güzel sözle iknâ’ edici) olmalı, tâ muktezâ-yı hâle(halin gereğine) uygun olsun hakîkatine mürâat edilmeli.

11.Risâle-i Nur dersi okunurken, dersi yapan kişi okunan bahis ile ilgili yaşanmış hadiseleri ders bütünlüğünü bozmadan ve kısa olarak anlatabilir. Uzun, gereksiz ve tekellüfü izahlardan kaçınılmalıdır. Dinleyicilerin dikkatini toparlamak gayesi ile çok kısa ve öz konuya uygun vecize veya kıssa anlatılabilir. Bu konuda da kişi ehil olmalıdır.

12.Ders yapan kişiye dışarıdan müdahale yapılmamalıdır. Hatalı izahlara o konuda ehliyetli olanların kısaca hatırlatma yapması yeterlidir. Dersi yapan kişiyi zorda bırakacak ve konu bütünlüğünü bozacak sualler sorulmamalı. Eğer daha detaylı bilgi isteniyorsa, ders arası ve sonrasına tehir edilmelidir. Ders okuyan kişi de ders içinde sorulan sualleri, mümkünse ders arasına veya sonrasına tehir ederek dersin insicamını bozmamalıdır.

13. Ders arasında çay ikramı olmalı ve derse katılanların sohbet etmesine imkân verilmelidir; bu samimiyeti ve kaynaşmayı daha da artırır. Ayrıca uhuvvet ve muhabbeti sağlar. Müfritane irtibatı temin eder. Ayrıca derse yeni gelenlerle yakînen ilgilenilmelidir. Bu ilgi ve âlâka yeni gelenlerde müsbet tesir bırakır.

14.Müzâkereli ve çalışmalı dersler yapılabilir. Bedîüzzamân Hazretleri’nin özellikle sabah namazından sonra talebeleriyle uzun Risâle-i Nur dersleri yaptığı biliniyor. Yapılan Mesnevi-i Nuriye derslerini Bedîüzzamân Hazretleri izah ederek okutuyor. Mesela “Üstad: ‘Risâle-i Nur hepimize ders veriyor, Onun dersini beraber dinleyelim’ diyerek orada bulunan bir üniversite talebesine Sözler Mecmuası’ndaki Hüve Nüktesini okuttu. Bazı yerlerini de kendisi izah etti.”[125] Görüldüğü gibi müzâkereli ve çalışmalı dersler yapılırken izahlar yapılabilir. Çünkü ilmî ve zor bahisleri anlamak için izaha ihtiyaç duyulabilir. Müzâkereli derse katılacak olanlar öncesinde derse hazırlanmalı ve ders okurken o bahse katkı yapmalıdır.

15.Seminer tarzında belirli konu ve kavramlar Risâle-i Nur Külliyatı’ndan taranarak sinevizyon şeklinde işlenebilir. Bu çalışmalarda metinler Risâle-i Nur’dan seçilmeli ve konu akışına uygun hale getirilmelidir. Konu bütünlüğü bozulmadan görsellerle ve izahlarla seminer takdimi yapılabilir

16. Büyük kitaplardan ders yapıldığı gibi, bazen de küçük kitaplardan ders okunmalı. Kitabın küçük olması içindeki hakîkatlerin de küçük olduğunu göstermez. Bunun için küçük kitapların içindeki mevzuların da büyük hakîkatleri ihtiva ettiği ihsas edilmelidir. Kitaptan okumanın, irticalen konuşmaktan fevkalâde müessir olduğu bilinmelidir.

17. Risâle-i Nur dersi yapılırken önemli cümleler tekrar edilmeli, vurgu ve tonlama yapılarak dikkat çekilmelidir. Gerekirse o cümlenin daha kalıcı olmasını sağlamak için üzerinde durulmalıdır. Gereksiz ve uzun izahlara girilmeden cümle kısaca özetlenebilir.

18. Umûmî dersleri Risâlelere vakıf kişiler yapmalı ve onlar derse ilk gelip en son gitmelidir. Zübeyir ağabeyin “İki satır okuyup, bir saat konuşmak ders yapmak değildir” ikazına dikkat edilmelidir. Gençlerin yetişmesi için ders okutulmalı ve gençler cesaretlendirilmelidir. Gençlerle özel ilgilenilmeli ve sorularına cevaplar verilerek yetişmeleri konusunda onlara fırsat verilmelidir.

19. Risâle-i Nur dersleri farklı kategorilerde yapılabilir. Derse katılanların yaş seviyesi bu kategorileri belirlemede etkili olur. Bu durumda özellikle alt yaş gurubunda olanlara görsellerle veya etkinlik eksenli dersler yapılarak onların ilgileri çekilebilir. Çünkü “Çocukların tâlimi, ya cebirle, ya hevesâtlarını okşamakla olur.”[126] Ayrıca “Çocukla konuşulsa, çocukça tâbirât istimâl edilir.”[127] Çünkü çocukların anlama ve algılama seviyesine göre hitâb etmek ve konuşmak gerekir. “Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peydâ eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir ma’lûmât alışverişi olamaz.”[128]

20. Husûsi meseleler ders bitiminden sonra husûsî olarak ele alınıp dar dairede konuşulmalı. Umûmun içinde münâkaşaya sebep olacak mevzuların medar-ı bahsi yapılmamalıdır. Namaz kılınacaksa ya dersten önce veya dersten sonra kılınmalıdır; ders arasında kılınması dersin insicamını bozabilir.

C.10.Risâle-i Nur’u okumak ve dinlemek

Risâle-i Nur’u okuyan ve dinleyenler Üstadımızın “Muhakemat” adlı eserinde verdiği belagat dersindeki şu ifadeleri unutmamalıdır: “Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlûbun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şa’şaa vermeli, fakat hakîkati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakîkate misal olmak ve hakîkatten istimdat etmek şartıyla gerektir.”[129]

Risâle-i Nur’u okumak ve dinlemek büyük bir mazhariyet ve nimettir. Nimet ise şükür ister. Bu şükür ise ancak ve ancak Risâle-i Nur’un okumak, anlamak, dinlemek, yazmak, neşretmek, ilan etmek ve yaşamakla olur. Muhtaç olanlara Risâle-i Nur’u tebliğ etmekle olur. Bedîüzzamân Hazretleri de Risâle-i Nur’un okumak ve dinlemek hususun da şu tavsiyelerde bulunur.”Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risâle-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risâlesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir.”[130]

Evet “Biz, Kur’ân’ın gayet parlak ve yüksek bir tefsiri Risâle-i Nur’a çalışan talebeleriz. Evet, asla inkâr etmeyiz. Biz okurken gelip dinleyenler oluyor.”[131]

Risâle-i Nur’un “içindeki hakîkatler cerh edilmez; içinde lüzumsuz birşey yok, zararlı bir kayıt mutasavver değil. Dikkatle dinleyenler, Allah tevfik verirse, imanını kurtarabilirler. Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil.”[132] Cenâb-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz çoktur.[133] “Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir mânevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.”[134]

Nur’un dersini dinleyenler, vukua gelen hadise ve fırtınalara karşı daima mukavemet ederler ve karışmazlar. Onlar sırf müsbet iman hizmetini Allah rızası için yaparlar. Neticesini ise Allah’tan beklerler.

Bilhassa bu zaman ve zeminde, ‘en müstakim yol, en doğru rehber, en hakikî üstad Risâle-i Nur’dur, Risâle-i Nur Kur’ân yoludur. Risâle-i Nur, îman ve İslâmiyet yoludur. En güzel, en şirin, en zevkli nûrânî hakîkatler Risâle-i Nur’dadır. İnsan Kelime-i Tevhid’in zikrini yaparken, Kur’ân okurken nasıl İlâhi bir aşkla dolarsa; Risâle-i Nur’u okurken, dinlerken de öyle oluyor. Çünkü Risâle-i Nur, baştan başa Kelime-i Tevhid’in hakîkatlarını ders veriyor. Kur’ân hakîkatlarını, Tevhid hakîkatlarını bize anlatarak kalbimize, aklımıza, ruhumuza nakşediyor. Hepsini lâyıkıyla anlayamasak da, anlayabildiğimiz kadarı bizi kurtarıyor. Anlayamadığımız yüksek hakîkatları da; mânen bize te’sir ediyor. Feyizlendiriyor, nurlandırıyor. Onun için, Nur Risâleleri defalarca okunuyor, tekrar tekrar mütalâa ediliyor.’[135]

Risâle-i Nur, hepimize baştacıdır. Âliminden tut, âmisine kadar her kademeden insan Risâle-i Nur’u tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve rûy-i zeminin insanla beraber bütün zîhayat mahlûkatı dahi kabul ediyorlar. Hasan Feyzi ağabeyin ifadesiyle “Hatta çekirgeler ve arı ve serçe kuşu gibi bir kısım hayvanat dahi senin bu Sözlerin ve Nur’un okunurken pervane gibi etrafında dolaşıp sana olan incizablarını ve nurundan ve sözlerinden ferahnâk ve zevkyâb olduklarını, başlarını başlarımıza çarpmakla güya bize anlatmak istemeleri, ne kadar garibdir. Ezcümle, Sava’da iki çekirge ve Emirdağı’nda iki güvercin ve iki kuş ve İnebolu’da iki acib kuş ve Isparta ve Sava’da bülbül ve hüdhüd bu kerameti gösterdiler. Diyar-ı İslâmın mescid ve mabedlerinde, minber ve kürsülerinde dahi senin gibi bir eser-i mübarek ve meymunun yakın bir zamanda kemal-i tefahur ve tehacümle okunması ümid edilebilir.”[136]

C.11.Risâle-i Nur dersi dinlerken nelere dikkat edilmeli?

Risâle-i Nur dersi okuyanların dikkat etmesi gereken usûl ve kurallar kadar, dinleyenlerin de uymaları gereken usûl ve esaslar vardır. Çünkü Risâle-i Nur dersleri Kur’ân’ın mânevî bir mucizesi ve hakîkatlerinin taallümüdür. Kur’ân’dan mülhem hakaik-i kutsiyelerdir. Hem okuyanlar, hem de dinleyenler o edviye-i Kur’âniyenin vakarına münasip etvar ve ahvâle uygun davranmalıdır. Bu girizgâhtan sonra Risâle-i Nur derslerini dinleyenlerin de, tespit edebildiğimiz şu esaslara uymalarının uygun olacağı kanaatindeyiz.

1. Peygamber Efendimiz(asm) İlmin tâlibi (talebesi), Rahman’ın tâlibidir. İlmin tâlipçisi, İslâm’ın rüknüdür. Onun ser-ü mükâfatı, Peygamberlerle beraber verilir.”[137] buyurmuşlardır. Risâle-i Nur derslerinin okunduğu mekânlar da ilmin tâleb edildiği, Rahman’ın tâlib olunduğu yerlerdir. Risâle-i Nur derslerini dinleyenler de mânen bu ruha uygun vaziyette olmalıdır. Çünkü mükâfatları peygamberlerle birlikte verilecektir. Ayrıca ilim tâlebi için ciddi ve ihlâslı bir gayret içinde olmak lâzımdır.

2.Risâle-i Nur, Kur’ân’ın kudsiyetine haiz eserler olduğu için, O’ndan âzamî istifade etmek niyet ve kastı ile derslere katılmak gerekir. Okuyana değil, okunan hakîkatlere muhatap olunmalıdır. Şahsa takılmak ve itiraz kapıları açmak nefsin bir hilesi ve arzusu olabilir. Nefse bu kapıyı açmamak lâzımdır. Risâle-i Nur derslerinin daha verimli olması için tekliflerimizi meşru zeminlere taşıyabilir ve meseleyi şahsilikten çıkarıp meşverete havale edebiliriz.

3.Risâle-i Nur’a muhatap olanlar ihtiyacını tam hissetmeli, maddî ve mânevî ihtiyaçlarına Kur’ânî tiryaklar olduğuna inanarak dersleri dinlemelidir. Derste huşu içinde olunmalı, pürdikkat davranılmalıdır. Çünkü kendi dersini ihmal eden, başkasına faydalı olamaz. Öyleyse Risâle-i Nur derslerinden öncelikle şahsî istifademizi sağlayacak mânevî ortamı hazırlamalıyız. O mânevî ahvâle zarar verecek etvâr ve ef’allerden uzak durmalıyız.

4.Risâle-i Nur derslerini kendi nefsimizi muhatap kabul ederek dinlemeli ve bu derslere muhtaç olduğumuzu bilmeliyiz. “Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibadetten daha hayırlıdır.”[138] sırrında, küllî bir ubudiyet bulunduğundan; bazan bir saat tefekkür bir sene ibadet hükmünde olduğunu beyan edip tefekküre azîm teşvikat yaptığı cihetle ve Risâle-i Nur’un bir bürhan-ı enveri.. ve bir vird-i a’zamı ve ekberi.. ve bir misal-i musaggarı.. ve fikrî bir zikr-i muazzam ve imanî bir ilm-i muhteşem olduğunu aynelyakîn bilerek dinlemeliyiz. “Elhasıl: Ne ararsak, hep Risâletü’n-Nur’da güneş gibi görünüyor. Risâletü’n-Nur şakirtleri dikkat etseler, daha bu fâni âlemde iken livâü’l-Hamd-i Ahmedî (aleyhissalâtü vesselâm) altında bulunduklarını inayet-i Hakla anlarlar.”[139]

5.“Risâle-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.”[140] “Hem insan yalnız akıldan ibaret değildir; kalb, ruh, sır ve vicdan gibi mânevî latîfe ve cihazata da mâliktir. Aklınız, her bir mesele-i imaniyeyi birinci okuyuşta hakkıyla kavrayamasa da kalb ve ruh ondan hissesini alır.”[141] Görüldüğü üzere Risâle-i Nur dersleri sadece akla hitap etmiyor. “Risâle-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakîkatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.”[142] Öyleyse Risâle-i Nur’u dinlerken bütün latifelerimize hitap ettiğini bilerek dinlemeliyiz.

6.Risâle-i Nur derslerine her kademeden insan katılabilir. İman ve Kur’ân dersinde dost ve düşman tefrik edilmez. “Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost-düşman, derste farketmez.”[143] Öyleyse derslere katılan herkes istidadı ve ihtiyacı nispetinde istifade edebilir. Dersler dinlenirken müteyakkız olunmalı ve dersi okuyan kişilere dinlerken yardımcı olunmalıdır. Ayrıca Risâle-i Nur’a “Konuşan yalnız hakîkattır, hakaik-i Kur’âniyedir.” diye muhatap olunmalı ve öyle dinlenmelidir. Kâinatta bu hakîkatlerden daha büyük bir mesele olmadığı şuuru içinde olunmalıdır.

7.Risâle-i Nur dersleri hatırla ve zoraki dinlenilmemeli. İnsan “Sağ ve sol iki tarafından dehşetli, derin iki yara ile yaralı”[144] olduğunu bilmelidir. Risâle-i Nur derslerini dinlemenin “o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu gül-ü Muhammedî (a.s.m.) denilen latîf çiçeğe inkılâb” edeceği bilinmelidir. “Ve o iki yara ise, birisi müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir.”[145] Bu sır içindir ki Risâle-i Nur derslerine muhatap olanlar bu iki yarasını bilmeli ve tedavisi için sırr-ı ihlâs ile bu edviye-i Kur’ânîyeyi istimal etmelidir.

 8.Dersi dinlerken ders okuyan kişinin yüzüne bakılmalı, gereksiz ve lüzumsuz davranışlar yapılmamalı, okuyanın moralini ve şevkini bozacak hareketlerden kaçınılmalıdır. Dersten âzamî istifa etmek için gayret sarf edilmeli; konuşma, dolaşma, gezme vb hareketlerden uzak durulmalıdır. Dinleyiciler, şahsi işleri ile ilgilenmemeli, dersin ahengi bozulmamalıdır.

9.Risâle-i Nur dersini okuyan kişiyi zora sokacak ve dersin insicamını bozacak soru sorma gibi müdahalelerin doğru olmadığı; daha münasip vakitlerde ilgili suallerin tevcih edilmesinin uygun olacağı bilinmelidir.

10.Ders okuyana dışarıdan müdahale yapılmamalı, hem okuyan hem de dinleyenler faziletfuruşluk ihsas eden hallerden kaçınılmalı, şahsi ve fevri düşünceler devreye sokularak nazarlar Risâle-i Nur dersinden başka bir noktaya çevirilmemelidir.

C.12. Mürşid vaziyeti takınmak!

Mürşid olmak başka, mürşid vaziyeti takınmak daha başkadır. Mürşid olmak meşru iken, mürşid vaziyeti takınmak meşru olmayan ve sakil bir tavırdır. Mürşid vaziyeti takınmak, bir sineğin tavus kuşu olarak kendini göstermesi ve kendisinde olmayan tavırlara kalkışması gibi bir hâldir. Risâle-i Nur meslek ve meşrebinde yeri olmayan mürşid vaziyeti takınmak, hâsılı boş ve lüzûmsuz bir gösteriş hâlidir. Risâle-i Nur mesleği, uhuvvet mesleğidir. Bu meslekte “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz.”[146] Çünkü “Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.”[147] 

Bedîüzzamân Hazretleri eline konan bir sineğin vaziyetinden ve yaptığı vazifeden etkilenerek  “Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.”[148] diyerek sineğin dahi insana ders vererek irşadına vesile olduğunu belirtir. Risâle-i Nur Külliyatı’nın müteferrik mektuplarında talebelerin mürşid arayışı nazarlara sunulur. Ancak bu mürşid Risâle-i Nur ve şahs-ı mânevî olarak neticelenir. Mesela Barla Lahikası’nda Kuleönü’nde Sofuoğlu Mustafa Hulûsi (r.h.) ağabeyin mektubunda mürşid arayışı ve neticede Risâle-i Nur’un bu vazifeyi yaptığı şöyle ifade edilir: “Ey benim muhterem Üstadım, Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, bazan garba, bazan şimale, bazan semâya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilhâm olundu ki, “Mürşidi sen uzakta arıyorsun. Pek yakınında bulunan Bedîüzzamân vardır. O zâtın Risâle-i Nur’u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem zülkarneyndir, hem âhirzamanda gelecek İsâ Aleyhisselâmın vekilidir, yani müjdecisidir” denildi… Ve herbir Risâle, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir… Şimdi, aziz ders kardeşlerim, bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel ve kutup ararken, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla, keremiyle, lütfuyla, rahmetiyle, Üstad-ı Muhteremin sa’yi ile yüz on dokuz[149] mürşid-i ekmel ve kâmil buldum. Risâletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, yüz on dokuz adediyle, herbirisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.”[150] Bu hakîkatin sırr-ı hikmeti şudur ki: “Hem umum müçtehidler “Mütekellimînden birisi gelecek, hakaik-ı imaniyeyi ve bütün mesâili vâzıh bir surette beyan edecek” diye müjdelerini, Risâle-i Nur, hâdisât-ı âlem ile ispat etmiş. Hem bütün her asırda gelen mebuslar, velîler keşfiyatlarında, “Birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek” diye Risâle-i Nur’un şahş-ı manevîsini ve Üstâdımın şahs-ı mânevîsini ve talebelerin şahs-ı mânevîsini görüp, bütün ümmet-i Muhammed’e Risâle-i Nur’un faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azâb-ı kabirden ve âhirzamanda gelecek fitneden, Deccalın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddî ve mânevî tahribatını Risâle-i Nur tamir yaptığını görmüşler.”[151] Öyleyse ey Risâle-i Nur talebeleri “Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kâfidir.”[152]

 Yirmi Sekizinci Lema’da bir mesele de mürşid meselesine temas eder. Meseleye şöyle yaklaşılmış: “Hem hariçteki irşada hevesli zatlar, Risâle-i Nur’un şakirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takva dairesindeki talebeler irşada muhtaç olmadıkları gibi, hariçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşat değildir. Eğer bu şakirtleri severse, evvelâ daire içine girsin, o şakirtlere peder değil, belki kardeş olsun; fazileti ziyade ise, ağabeyleri olsun.”[153]

Bu noktaya bir talebe mektubunda şöyle işaret edilmiştir: “Yirmibirinci Lem’a’da bilhassa kardeş kardeşe mürşid vaziyetini takınamaz noktasına da ehemmiyetle dikkat edelim. Hakikî mürşid Kur’ân-ı Kerim’dir. Bugünün ve yarının mürşidi doğrudan doğruya Kur’ân’ın kuvvetinden çıkagelen Risâle-i Nur’dur. Ben Risâle-i Nur’un rüşdiye sınıfında şu vaziyeti görüyorum. Kitab-ı kâinatın sahifelerinde küçük-büyük, sabit-seyyar, canlı-cansız hesabsız ukdeler, hesabsız birer mürşid. İlk ve son sınıflarda mürşid-i hakikî Kur’ân-ı Azîmüşşan. Kardeşlerim inşâallah içinizde çoklarınız çok yükselirsiniz. Sizlerin omuzlarınızdan öte geçemem. Hulusunuz karşısında teeddüb ederim. Risâle-i Nur’un emri de öyledir. Hattâ ben size değil, belki sizler benim mürşidimsiniz. Hepiniz Risâle-i Nur vasıtasıyla ve ihlâsınız ile benim mürşidimsiniz.”[154]

Elhasıl: Nur talebeleri Risâle-i Nur’u, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ve şakirtlerininin şahs-ı mânevîsini mürşid telakki ederler. Hatta nur talebeleri içerisinde “fazileti ziyade ise, ağabeyleri olsun”[155] sırrına istinaden bazı ağabeyleri de mürşid kabul edebilir. Ancak bu meslek ve meşrep içerisinde hiç kimse “Mürşid vaziyeti takınamaz!” Risâle-i Nur meslek ve meşrebinde yeri olmayan tavır ve vaziyetlere giremez! Çünkü bu mesleğin dört esası “acz, fark, şefkat ve tefekkür”dür. Evet, şu mesleğin yolu daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Bu meslek “Tarikatten ziyade hakîkattir, şerîattir.”[156] Ayrıca bu mesleğin yolu mirac-ı Kur’ânîdir. “Hem o arşa(arş-ı kemalata) çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.”[157] Şu hakîkat yolu, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmelidir. Öyleyse bu meslekte “mürşid vaziyeti takınmak” sakil ve merduttur.

C.13. Fazîletfuruşluk

Yirmi Birinci Lem’a olan İhlâs Risâlesi’nin düsturlarından ikinci düstur şöyle başlar: “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde fazîletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.”[158]

Risâle-i Nur hizmetine muhatap olanlar bilirler ki, bu hizmette bulunan kardeşleri tenkit etmek yoktur. Özellikle menfî tenkitten men edilmişlerdir. İkinci düstur bu noktayı net olarak ifade eder. Ancak bu ifade kitapta yazıldığı gibi hayata tam tatbik edilmiyor. İşin mânâ boyutu güzelce okunup anlaşıldığı halde, mânâdan hakîkate intikal edilemiyor. Yani mânâ muhteza-i hâle mutabık değil. Çünkü çok nâ-ehillerin bir derece hizmet-i Kur’âniyede bulunmaları böyle menfî bir vukuatı beraberinde getiriyor. Halbuki Aziz Üstadımız bizlere “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmeyiniz” diyerek önemli bir düsturu ders veriyor. Hepimiz bu düsturun mânevî mes’uliyeti ile mükellefiz. Üzerinde derin derin düşünmemiz gereken bir mevzu da budur. Biz ikinci düsturun bir diğer prensibi olan “onların üstünde fazîletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemek” olan nokta üzerine yazımızı devam ettirmek niyetindeyiz inşâallah.

Fazîlet; değer, meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derecedir. İnsanı bu yüksek dereceye çıkaran en te’sirli muharrik ise îmân ve İslâmiyettir. Fazîlet, güzel ve iyi huy, kişiyi iyilik yapmaya yönelten duygu ve erdem olarak da ta’rîf edilir. İnsanın fazîletli olması müsbet bir haslet ve kıymetli bir hâldir. Daha çok lisân-ı hâl ile hissedilen bir vaziyettir. İnsanın ilim ve amel imtizacından ortaya çıkan bir vakar duruşudur. Fazîletli olmak meşru ve makbul bir hâlken, fazîletfuruşluk ise tam da bu hâlin zıddı bir vaziyettir.

Fazîletfuruşluk; fazîletini ihsas edip, kendi fazîletini göstermeye çalışma hâlidir. Fazîletfuruşluk yapan kişi karşılığında takdir edilmeyi ve övülmeyi bekler. Onunla maddî ve mânevî bir karşılık beklentisine talip olur. Kendisini bilge konumunda tasavvur ederek başkalarından daha üstün meziyetlere sahip olduğunu zanneder. Bu hâlini başkalarının da fark etmesini sağlamak için uğraşır.

Fazîletfuruşluk, bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerin gıbta damarını tahrik etmeye de vesile de olabilir. Gıbta, esasında müsbet cihetten güzel bir haslettir. Kişinin, başkasında bulunan güzel hasletlerin ve nimetlerin yok olmasını temenni etmeyerek, aynı haslet ve nimetin kendisinde de olmasını arzu etmesidir. Bu cihetle gıpta, bir nevi imrenmek olup İslâmî açıdan sakıncalı da değildir. Çünkü bir mümin, kendisinden daha meziyetli ve fazîletli zatlara imrenebilir ve o hasletlerin kendisinde de olmasını arzu edebilir. Bu vaziyet sakıncalı ve kusurlu bir durum olmadığı gibi, övülmesi ve takdir edilmesi gereken bir fiildir. Ancak şu noktaya da dikkat etmek gerekir. Gıbta edilen zatın güzel hasletleri o zatın bizzat kendi şahsından değil, ondan razı olan Rabbimizin ona ihsanındandır. Yani o güzel hasletleri dileyen ve yaratan Rabbimizdir. O halde gıbta hâlinde bu sınırı aşmamak ve hadden taşmamak lâzımdır.

Fazîletli zatlar da imtihana tabidir. Öyle ise kişiyi bu suretten cazibedâr tuzağa düşüren cihazatlar şunlardır: Nefis, heva, his ve kuvve-i vahime. Bu gibi süfli hissiyatlar insanın fazîletli hâlinden istifade ederek imtiyaz isteyebilir. Kişi fazîletini Rabbinin bir ihsanı ve nimeti bilmesi gerekirken, Rabbimizin onda temerküz eden nimetlerini sû-i istimâl ederek nefis ve hevası cihetinde istimâl edebilir. Böylece kendinde bulunan fazîletlerini ihsas edip diğer kardeşlerinin gıbta damarını tahrik ederek ihlâsı kaybedebilir. İşte bu nahoş vaziyet bir nevi fazîletfuruşluktur. Şu nokta hiç unutulmamalıdır: “Risâle-i Nur dairesine girenler, şahsi cesâretlerini kıymetleştirmek için, sarsılmaz bir sebat ve metânete ve ihvanlarının tesânüdünecidden çalışmaya sarf edip, o cam parçası hükmünde şahsi cesâretini, hakîkatperestlik sıddıkiyetindeki fedakârlık elmasına çevirmek gerektir.” [159]

Netice-i Kelâm: Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerin üstünde fazîletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemek gerekir. ”Evet, Risâle-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı itham etmem. Risâle-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve vehim Bazen aldatıyorlar. Onun için Bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis ve hevâ ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız.”[160]

C.14. “Küstüm” demeyiniz. Bu pek hatâdır!

Küsmek, insânî bir zâaf hâli olup; darılmak, gücenerek yüz çevirmek, konuşup görüşmez bir tavır almak mânâsında bir kavramdır. Ehl-i hizmetin istimâl etmemesi gereken bir tavırdır. Çünkü Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri “Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.”[161] Diyerek Risâle-i Nur hizmetinde bulunan talebelerine birbirlerine küsmemeleri gerektiğini söylemiştir.

Burada küsmeye neden olan haller sıralanmıştır. Bunlar:

1.Sıkıntı: Tekâlif-i hayattan kaynaklanan ve iç darlanması olarak yaşanan sıkıntı hali hizmet-i îmâniye ve Kur’âniyede bulunanlara arız olabilir. Bu halleri yaşayan kişiler hizmetteki kardeşlerine karşı hoş olmayan tavırlar gösterebilir ve küsebilir. Hâlbuki Üstad Hazretleri bu hali yaşayan kardeşlerini ikaz ediyor ve sıkıntı halinden kaynaklanan fena ve çirkin sözlerden darılmamaları gerektiğini söylüyor. Öyleyse bu hizmetimizde bir parça sıkıntı, zahmet, zarar da görsek, binler derece o zahmetten ziyade rahmet ve ihsan-ı İlâhiyeye ve sevaba mazhar olmakla beraber, pek çok biçare ehl-i îmânın îmânlarına başka bir tarzda bir kudsî hizmet hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden pek kuvvetli ümit ediyoruz.

2. Ruh darlığı: İnsan, maruz kaldığı sıkıntılılar neticesinde ruh darlığına düşebilir. İç sıkıntısı şeklinde kendisini gösteren bu hâle gönül darlığı yani kabz hali de diyebiliriz. Bundan dolayı kardeşlerine karşı titiz davranabilir ve alıngan tavırlar gösterebilir. Bu hâle karşı duâya yönelmeli ve şahs-ı mânevînin muavenetine dayanmalıdır. Küsmekle ruh darlığından kurtulmanın mümkün olmadığı aşikârdır. Öyleyse kardeşlerinin duâsına muhtaç olan insan acilen fıtrî olan bu yola müteveccih olmalıdır.

3.Titizlik: Aşırı hassas olma ve normalin üzerinde duyarlı olma halidir. Bir noktaya kadar müspet olan titizlik hali hadd-i vasatı aştığında problemler yaşanmaya neden olabilir. Aşırı tepki ve alınganlık göstermeye sebep olan titizlik halinde de küsmek ve içe kapanma halleri yaşanabilir. Böylece îmân hizmetinde bulunanlar titizliğin aşırı halinden etkilenir ve netice itibarıyla zarar görülür. Titizlik hadd-i vasatta tutulabilirse hizmete vesile olabileceği gibi, aşırılığı zarara neden olur. Bu halden kurtulmayı fenafi’l ihvan düsturu ile aşmak ve nefsini kardeşlerinde fena etmek ile mümkün olabileceğini düşünmek en uygun çare olmalıdır.

4. Nefis ve şeytanın desiselerine kapılmak: Nefis, insan sarayında şeytanın casus bir veziri gibidir. Bize çok yakın hatta kendisini bizden gösterdiği halde gizlice şeytan ile ittifak halindedir. Onun için “Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm “Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder–ancak Rabbim rahmet ederse o başka.”[162] demesiyle, nefs-i emmareye itimat edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.”[163] denilmiştir. Öyleyse “nefis ve şeytanın desiselerine kapılmakla” bu hizmetteki kardeşlerimize küsmemeli ve onların faziletleriyle şakirâne iftihâr etmeliyiz. Kevse-i Kur’âni havuzuna “ene” değil, “nahnu” sırrıyla dâhil olmalıyız.

5. Şuursuzluk: Bilinçsiz olma durumudur. İdrak ve anlayış halinin devre dışı kaldığı bir vaziyettir. Şuursuzluk Risâle-i Nur’da “şuursuz cemâdat”, “güya o câmid havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi”, “o çok kesretli, câmid, şuursuz taife”, “sonra o şuursuz makineye”…şeklinde cemadat ve cansızlar için kullanılır. Öyleyse hizmet-i îmâniyede bulunanlar bu idrak ve anlayış halinden beri kalınan şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler. Nur talebeleri şuurlu olur ve dâvâsını şuursuzlukla zarara uğratmaz.

6. “Haysiyetime dokundu” dememek: Haysiyet; değer, onur, saygınlık ifade eden bir kelimedir. Elbette insan-ı kâmil olanlar bu sıfatları hak ederler. Ancak “İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir.”[164] Şeytan, insana kusurunu göstermek istemez ve böylece insanı gurura sevkedebilir. Hatta iyiliklerine güvendirerek ucba sokar. “Halbuki a’male güvenmek ucubdur, insanı dalâlete atar.”[165] Öyleyse bizi ucba ve gurura sevk edecek hallerden kaçınarak kendimizi kusurlu görmek daha evlâdır. Hizmet-i imaniye ve Kur’âniye için gerekirse “haysiyetimize” dokunan sözlerden kardeşlerimize küsmeyelim ve o sözleri nefsimiz adına alarak, nefsimizin bu sözleri hak ettiğini düşünelim.

7. Damara dokunmak: Bilindiği gibi “niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazan damara dokundurur, aksülâmel yapar.” Bu hâl her daim vuku bulabilir. Ancak şu da bir hakîkattir ki hak ve hakîkati, nefsin gurur ve enâniyetine daima tercih etmek gerekir. Eğer yanlış yapılsa, güzelce, damara dokunmayarak ikaz vazifesi yapılır.

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır.”[166]

Madem hakîkat bu minval üzere ise Bedîüzzamân Hazretleri’nin ikazlarına kulak verelim ve bu hizmet-i îmâniye ve Kur’âniyeye zarar vermeden devam edelim inşâallah.  Üstadın ikazları ise şöyledir: ”İşte ey kardeşlerim! Bu hayatın, bu içtimaımızda, “Bu kardeşim bana haksızlık etti” diye “küstüm” demeyiniz. Bu pek hatâdır. O arkadaşın sana bir dirhem zarar vermiş ise, sen küsmekle kırk dirhem bizlere zarar veriyorsun. Belki kırk lira Risâle-i Nur’a zarar vermek muhtemeldir. Fakat lillâhilhamd pek haklı ve kuvvetli müdâfaatımız, arkadaşların mükerrer isticvâba(cevap istemeye) gitmelerinin önünü aldığından, fesâdın önü alındı. Yoksa, birbirinden küsmüş kardeşler, bir sinek kanadı kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahut bir kıvılcımın baruta düşmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.”[167]

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

D-RİSALE-İ NUR’UN ŞERH, İZAH VE TANZİMİ

D.1.Risâle-i Nur’un şerh ve îzâhı

“Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazîfeleri, ulûm-u îmâniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzâhlarıdır veya tanzimleridir.”[168]
Şimdi hakîkat-i hâl böyle iken ne yapabiliriz?
Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olabilirler, buna mâni bir durum yok. Bu allâme ve müctehidlerin dahi vazîfeleri, ulûm-u îmâniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzahlarıdır veya tanzimleridir.

Acaba şerh, îzâh veya tanzimden neler anlıyoruz? Bu konuyu incelememiz gerekiyor.
Meselâ şerh ve îzâh için şu açıklamayı yapar Bedîüzzamân Hazretleri: “Evet, Risâle-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı îmâniyenin her birisine, meselâ Kur’ân kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir îzâh ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.”[169] Bundan daha güzel bir şerh ve izah ta’rifi olamaz diye düşünüyoruz. Böylece şerh ve izahın yolu da gösterilmiş oluyor. Çünkü Risâle-i Nur eserlerinin her birinin kendi makamında riyaseti vardır. Hem Risâle-i Nur kendi kendini şerh ve izah eden nadide bir tefsirdir. Bir Risâlenin izahı, başka bir Risâlede varsa oradan bulup okumak ve izah ettirmek Risâle-i Nur’un ruh-u aslisine daha uygun bir yol olur.

Pekâle daire içinden, şerh veya îzâh harici bir şey yapanları neler bekliyor?
Böyle bir soruya da cevap yine Üstad’dan geliyor. Şöyle ki: “Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve îzâh haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer.”[170] Öyleyse şerh ve îzâh haricinde bir şey yazanlar, bu fiili nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle yapmış oluyorlar. Bu durum tehlikeli bir hâl ve lüzumsuz bir teşebbüstür. O halde bizlere mükemmel bir me’haz olan Risâle-i Nur eserlerinin haricinde şerh ve îzah harici bir vaziyete tevessül edilmemesi gerekiyor. Yoksa “soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik” fiili işlenmiş olur.

O halde kısaca Risâle-i Nur’un mâhiyeti nedir? diye soracak olursak;
Bu soruya cevap da yine Bedîüzzamân Hazretleri’nden geliyor. “Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır.”[171] Ayrıca “Risâle-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden-i ilm-i hakîkatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mânevîyesi”[172]dir. Ayrıca Risâle-i Nur, Kur’ân’ın îmânî olan hakîkatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektedir.  Risâle-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’dan mülhem, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir mânevî tefsirdir. Böylece “Risâle-i Nur: Kur’ân âyetlerinin nurlu bir tefsiri. Baştan başa îmân ve tevhid hakîkatleriyle müberhen(delil ile isbatlanmış). Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış. Müsbet ilimlerle mücehhez(techiz edilmiş). Vesveseli şüphecileri ikna ediyor. En avamdan en havassa kadar herkese hitap edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor.”[173]

Kısaca Bedîüzzamân Hazretleri’nin mâhiyeti ve vazîfesi nedir? Diye soracak olursak;
Cevap olarak Risâle-i Nur’da şu ifadeler yer alır: “Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmâniyedeki fetvâ vazîfesiyle tavzif edilmişiz.”[174] Bu noktayı Bedîüzzamân Hazretleri şöyle ifade eder: “Hem Risâle-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum. Belki yalnız Kur’ân’ın bir tefsiri ve Kur’ân’dan mülhem bir tercüman-ı hakikîsi ve îmânın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ, bir kısım Risâleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi Risâle-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim.”[175] “Hem bu yazdığımız hakîkatlar benim fikrim, malım değil; belki herkesin kalbinin bir köşesinde bulunan bir lümme-i şeytanî ve vesveseci bulunduğu gibi, bir lümme-i ilhâm ve melekî bulunduğuna ehl-i hakîkat ve diyâneti hükümlerine binâen, benim kalbimde dahi herkes gibi, bazen ihtiyarım haricinde ve fikrimin fevkinde hatırıma bir hakîkat hutur eder. Yani, Kur’ân’dan mânevi bir cânibde bir nev’i ilham hükmünde, bir güzel nükte ifham edilir.”[176] “Hem telif, ihtiyarımız dairesinde değil.”[177]  Kardeşlerim, hiç merak etmeyiniz. Kat’î kanaatim geldi, bizler bir inayet altında, gayet ehemmiyetli bir hizmette ve ihtiyar ve iktidarımız haricinde bir dest-i gaybî tarafından istihdam ediliyoruz.[178] Bilmecburiye ilân ediyorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor.[179]

Böylece Bedîüzzamân Hazretleri Kur’ân’ın mânevî bir mucizesi olan bu durûs-u Kur’âniyede vazifeli olduğunu “Şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.”[180] demiştir. Görüldüğü üzere Bedîüzzamân Hazretleri bu ulûm-u îmâniyedeki fetvâ vazîfesiyle tavzif olduğunu defâatle eserlerinde ifade ediyor.

D.2.Risâle-i Nur’un şerh, îzah ve tanzimi noktasında Risâle-i Nur talebelerinin vazîfesi nedir?

“Bizler, taksimü’l-â’mâl kâidesiyle, herbirimiz bir vazîfe deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.”[181] Risâle-i Nur, Kur’ân’ın mucize-i mânevîyesinin tereşşuhâtı ve lem’aları ve hakikî bir tefsiridir. Böylece Risâle-i Nur, Kur’ân’ın lemeatı ve tereşşuhâtı olarak beşeri gaflet sersemliğinden îkaz eder. Bundan dolayıdır ki Kur’ân’ın dellalı olan Risâle-i Nur’a herkesin çok büyük ihtiyacı vardır. Evet, hizmetlerimizde taksimü’l-â’mâl kâidesinin icrası lâzımdır. Demek ki bizler taksimü’l-â’mâl, yani iş bölümü yaparak veya işleri paylaşarak her birimiz istidad ve kabiliyetimiz nispetinde bir vazifeyi deruhte ederek beşeriyetin ab-ı hayatı olan Kur’ân nurlarını muhtaç olan gönüllere ulaştırmamız gerekiyor.

Taksimü’l-â’mâl tarzında nasıl çalışmamız gerektiğini ise Bedîüzzamân Hazretleri şöyle ifade eder: “Fihristeyi, taksimü’l-â’mâl tarzında mütesânid heyetinizin şahs-ı mânevîsine tevdiiniz çok güzeldir. Tam ve daimî bir üstad buldunuz. O mânevî üstad, bu âciz kardeşinizden çok yüksektir; daha bana ihtiyaç bırakmıyor.”[182]

Bu mektubun tasnifini, tahlilini ve izahını şöyle yapabiliriz diye düşünüyoruz:

* ”Aziz, kıymettar, sadık ve sebatkâr kardeşlerim,…” Bedîüzzamân Hazretleri her mektup başında olduğu gibi bu mektupta da talebelerine çok mühim kelimelerle hitap ederek, onları hizmette teşvik edecek hedef ve şevk hitabı ile sesleniyor. Talebelerini hizmet-i imâniye ve Kur’âniyede kardeş bilmek, onları kıymetli addetmek ve sadâkat ve sebat noktasında takdir etmek bu mektupta da yerini almış bulunuyor.

* ”Fihriste, (Fihrist Risâlesi’dir)…” Risâle-i Nur’un Fihrist Risâlesi iki cilt olarak hazırlanmıştır. Birinci Cilt ‘On Beşinci Lem’a’dır ve Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Sözler, Mektubat ve On Dördüncü Lem’aya kadar olan kısmının fihristesidir. İkinci Cilt ‘Onuncu Şua’ olup bu şuâ, On Beşinci Lem’a’dan itibaren devam eden risâlelerin fihristi olarak Risâle-i Nur talebeleri tarafından hazırlanmıştır. Fihrist Risâlesi’nin hazırlanmasını Üstad Hazretleri çok güzel bir iş olarak görmüş ve talebelerini takdir etmiştir.

* ”Taksimü’l-â’mal…” Fihrist Risâlesi’nin hazırlanması taksimü’l-â’mâl, yani iş bölümü ile deruhte ediliyor. Çünkü “Sani-i Zülcelâlin hilkat-i âlemde cârî ve taksimü’l-â’mâl kaidesinden akan kânun-u tekemmül ve terakkîde mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz[183]dır. Böylece “Kâide-i taksimü’l-â’mâli muktazi olan hikmet-i İlâhiyenin dest-i inâyetiyle beşerin mâhiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyûlâtla şerîat-ı hilkatin farzü’l-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edâsına bir emr-i mânevî[184]dir. Öyleyse en ehemmiyetli vazifemiz “Taksimü’l-â’mâl kanunuyla amel etmektir. Zira, seleflerimiz taksimü’l-â’mâlin ameliyle cinan-ı ulûma dahil olmuşlardır.”[185] Buna istinâden Bedîüzzamân Hazretleri talebelerine “sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-â’mâl olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır.”[186] diyerek talebelerine taksimü’l-â’mâl kâidesiyle çalışmalarını ders vererek “Tâ, herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i mânevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kâide-i taksimü’l-â’mâle tatbik edilsin.”[187] demiştir. 

* “Tarzında…” Fihriste işinde bir usûl ve metot takip edilmiştir. Bedîüzzamân Hazretleri “Fihrist bakiyesinin telifi size havale edilmişti. Taksimü’l-â’mâl tarzında yapsanız iyi olur.”[188] diye talebelerinin çalışma usulünü göstermiştir. Sistemli çalışmak ve hizmetleri adetullah ölçülerine riayet ederek deruhte etmek gerekiyor. Fihrist Risâle’sinde bu usul takip edilmiştir.

* ”Mütesanid heyetinizin…” Risâle-i Nur talebelerinin samimî mütesânid heyetinin şahs-ı mânevîsi, birbirine kuvvet veren ve birbirinden kuvvet alan ittihad etmiş ve aynı dâvâya gönül vermiş bir heyet ile çalışmalıdır. Bu nedenledir ki vazifelerini mütesanid bir heyetle yapacaklardır. “Bu zaman, cemâat zamanı olduğu ve enâniyetin fevkalâde hükmettiği zaman olduğu için, şahsiyetlerin ehemmiyeti hakîkat noktasında o kadar yoktur. Yalnız kıymet ve kuvvet, mütesânid cemâatlerden tezahür eden şahs-ı mânevîdedir.”[189] Fihrist Risâlesi’ni hazırlayan talebelerin de “mütesânid heyet” olarak çalışmaları Bedîüzzamân Hazretleri’nin takdirini celb etmiştir.

* “Şahs-ı mânevîsine…” Fihrist Risâlesi’nin hazırlanmasında tek bir şahıs değil; birden fazla şahısların ihlâs, tesânüd ve sadakatlerinden meydana gelen bir şahs-ı mânevî çalışmıştır. Bedîüzzamân Hazretleri “Bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekâbet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihâr etmek, mütelezziz olmak bir vazîfe-i vicdâniyenizdir.”[190] demektedir. Bu duruma çok dikkat etmek gerekiyor. Kevser-i Kur’âniye havuzuna dâhil ve sahip olabilmek için bir buz parçası olan enâniyetimizi o havuza atıp eritmek gerekiyor. Bedîüzzamân Hazretleri’de “Bütün vazifelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım. Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor.”[191] demektedir.

* “Tevdi’iniz…” Yapılan iş bir meciiye gönderiliyor. Bu mercii Risâle-i Nur talebelerinin tesânüdü ile teşekkül eden bir şahs-ı mânevîdir. Bu şahs-ı mânevî daha metin ve müstakimdir. Te’sirat-ı hariciyeden hislenmeyen ve etkilenmeyen sağırca bir şahs-ı mânevîdir. İşte böyle metin bir şahs-ı mânevîye Fihrist Risâlesi tevdi ediliyor.

* “Çok güzeldir…” Yapılan iş, Üstad tarafından tasdik ediliyor. Çünkü taksimü’l-â’mâl tarzında yapılan bir çalışma neticesinde Rabbimiz güzel bir netice halk etmiştir. Vazife yapılmış, neticeye karışılmamıştır. Neticede Fihrist Risâlesi’nin bakiyesi telif edilmiş ve bu neticeyi Bedîüzzamân Hazretleri “çok güzeldir” diye takdir etmiştir.

* “Tam ve daimi bir üstad buldunuz…” Şahs-ı mânevînin mükemmel sürekliliği ve devamlılığı Üstad Hazretleri tarafından bizlere gösteriliyor. Lillahilhamd, Risâle-i Nur’un eczalarından ve şakirdlerin tesânüdünden tezahür eden bir şahs-ı mânevî, bizlere ve bu zamana Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hakaikını izhar etmeğe en mükemmel bir rehber, bir mürşiddir.”[192] Bu şahs-ı mânevî daimi ve ölümsüz bir mürşid ve üstad’dır. Bedîüzzamân Hazretleri kendi fani ve muvakkat şahsiyeti yerine daimi ve ölümsüz bir şahs-ı mânevîyi Üstad olarak irâe ediyor.

* “O mânevî üstad,…” Burada maddî bir üstad yerine mânevî bir rehber ve şahs-ı mânevînin üstadlığı bildiriliyor. Asrın idrakine uygun mânevî bir üstadın mürşidliği nazar-ı dikkate sunuluyor.

* “Bu aciz kardeşinizden…” Bediüzamman Hazretleri Saîd yok, Saîd’in ehliyeti de yok diyerek şahsını Kur’ân ile Risâle-i Nûr arasından çekip alıyor ki tamamen şahs-ı mânevî ve hakîkatler konuşsun.

* “Çok yüksektir;” Artık söz şahs-ı mânevînindir ve en üst verimlilik de şahs-ı mânevîyeye aittir diye bizlere o yüksek hakîkat gösteriliyor.

* “Daha bana ihtiyaç bırakmıyor.” Şahs-ı mânevîyeye ittiba edilmesinin ve zamanın şahıs zamanı olmamasının hakîkati gösteriliyor. Bedîüzzamân Hazretleri bu dürus-u Kur’âniye hakîkatlerine hizmette artık münferit hareket edilmemesi gerektiğini açıkça bildirirken, o mânevî üstad olan şahs-ı mânevînin ehemmiyetini ve vazifelerde yetkili ve sorumlu olduğunu bildiriyor.

Bedîüzzamân Hazretleri’nin talebelerine çok mühim vazîfeler yüklediğini görüyoruz. Şöyle ki: ”Onuncu Şuâ namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risâle-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Saîd’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risâle-i Nur’un tekmil-i îzahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum.”[193] demiştir. Buraya göre de “Risâle-i Nur’un tekmil-i îzahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı” nesl-i ati olarak vasıflandırılan Genç Saîd’lerin omuzlarını yüklenmiş durumdadır.

Bu noktalardan değerlendirmelerimize devam edecek olursak özellikle “Evet, Risâle-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı îmâniyenin her birisine, mesela Kur’ân kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir îzâh ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.”[194]ifâdeleri çok net ve bir o kadar da bizlere usûl ve metod olarak neler yapmamız gerektiğini gösteriyor. Ayrıca şu gelen noktalar Risâle-i Nur talebelerinin vazîfelerinin neler olduğunu açıkça ifade ediyor. “Zannederim ki, hakaik-i âliye-i îmâniyeyi tamâmıyla Risâle-i Nur ihâta etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan îzah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazîfem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazîfeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazîfeniz şerh ve îzahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ” ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risâle-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek. Risâle-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesânüdünden süzülen ve tezâhür eden bir şahs-ı mânevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.”[195]

Bu mektupta on üç noktada vazîfe görülüyor. Bunlar “şerh, îzah, tekmil, tahşiye, neşir, tâlim, Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif, Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmil, tanzim, tertip, tefsir ve tashih”tir.

Bu vazîfeleri incelemeye çalışalım inşâallah.

1.Şerh: Açıklama, îzah etmedir. Açık ve ayrıntılı anlatmaktır. Veya ilgili bir mevzû’yu geniş olarak açmak, genişletmek, açıklamak, anlaşılmasını sağlamaktır. Bir yazı veyâ mevzû’yu kolay anlaşılması için îzah etmek, tafsîl etmektir. Risâle-i Nur’un şerhi ise, öncelikle mevzû’ların müteferrik yerlerden bir araya getirilerek açıklığa kavuşturulması en münasip bir yoldur. Çünkü “Risâle-i Nur’un hocası, Risâle-i Nur’dur. Risâle-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyâc bırakmıyor.” îzahları şerh noktasında bir mihenk olabilir.  Üstadın “müteferrik risâlelerdeki parçalar toplansa veya ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir şerh olabilir”[196] açıklamaları bu noktaya ışık tutuyor olmalıdır.  Ayrıca Zübeyir Gündüzalp ağabeyin “Okunan Türkçe veya Arapça bir Risâlenin îzahı, başka bir Risâlede varsa, onu getirip okuyor.”[197] tespiti de Üstadın gösterdiği şerhe münasip bir tespittir.

2. Îzah: Bir mevzûyu anlaşılır hâle getirmek ve anlaşılmasını sağlamaktır. Açık olarak anlatmaktır. Emirdağ Lahikası’nda geçen bir cümle îzah noktasında bize yol gösterici olabilir. Şöyle ki: Risâle-i Nur’u okurken ”Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder; fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. İmân hakîkatlerinin îzahı olduğu için, hem ilim, hem mârifetullah, hem huzur, hem ibâdettir.”[198] Demek Risâle-i Nur okunurken îzah gerekebilir. Çünkü Risâle-i Nur’da çok derin ve müşkül mevzû’lar olduğundan herkes her meselesini anlayamayabilir. Ancak hissesiz de kalmaz. Çünkü Bu ehemmiyetli Risâlenin, herkes herbir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil; belki, elleri uzun olanların hisseleri de var.”[199] tavsiyesi ve dersi, Risâle-i Nur’a muhatap olanların muhakkak hissedâr olacağını ifade etmekte ve nasibi kadar istifade edeceğini göstermektedir. Öyleyse bizler de nasibimize yardım etmeliyiz.

Risâle-i Nur’dan îzah meselesine müteferrik yerlerden eklemeler yapmak istiyoruz. Bedîüzzamân Hazretleri îzah noktasında müteferrik Risâlelerde meselelerin ve okunan mevzû’ların îzahı olduğu defâatle gösteriyor ve farklı yerlere atıflar yaparak göndermeler yapıyor. İşte belki de yüzlerce numunesinden birkaçı: *Dördüncü Sözde îzahı bulunan… *Bu makamın îzahı On Dokuzuncu Mektup olan Mucizat-ı Ahmediyenin âhirindedir. *On Altıncı Mektupta îzahı ve tafsili geçen… *On Üçüncü Lem’anın âhirinde îzahı bulunan ki… * Bu sualin “On Birinci Sözde ve Yirmi Üçüncü Sözde ve Yirmi Dördüncünün Beşinci Dalının İkinci Meyvesinde îzahı vardır.”, * Üçüncü Lem’ada bu sırrın îzahı geçtiğinden,… * Bu hakîkatin, İhtiyar Risâlesinde, Yedinci Ricada îzahı var; ona bakmalısınız. * Risâle-i Nur’un çok yerlerinde îzahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billâh rüknünün binler küllî burhanlarından birtek burhana kısaca bir işarettir. * Kardeşlerim, her ikisini faydalı bulmasından iki îzahı beraber kaydetmişler. Yoksa biri kâfi idi. *Yine Gençlik Rehberinde îzahı var. * Bu hakîkatin, İhtiyar Risâlesinde, Yedinci Ricada îzahı var; ona bakmalısınız…

Görüldüğü üzere Risâle-i Nurların müteferrik yerlerinde meselelerin başka bir Risâlede îzahı yapıldığı söyleyen Bedîüzzamân Hazretleri îzah noktasında da bizlere mükemmel bir yol göstermiş oluyor. Usandırmamak için buraya eklediklerimizle iktifa ediyoruz.

D.3.Risâle-i Nur’u tekmil, tahşiye ve neşir

Burada da Risâle-i Nur talebelerinin “tekmil, tahşiye ve neşir”[200] vazifelerini incelemeye çalışalım inşâallah.

Tekmil: Tamamlama, noksanlarını giderme, bitirme; kemâle erdirme ve mükemmelleştirme mânâlarında çalışmadır. Bedîüzzamân Hazretleri de “Onun için bundan sonra Risâletü’n-Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum.”[201] diye ifade buyurmuştur. Üstad Hazretleri bir kısım parçalar için “İnşaallah sonra tekmil ettirilecektir.”[202] ifadelerini kullanmaktadır. Hatta “Makine mahsulünden bir nüsha Nazif’e gitsin. Tâ ona göre bâki kalan Zülfikar’ı tekmil etsin.”[203] diyerek tekmil noktasında yol göstermiştir. Aynı mektubun haşiyesinde “Fakat acele olmasın. Hem dikkatle, hem güzel bir tarzda makinenin noksanları tekmil edilsin.”[204] şekliyle ikaz ettiğini görüyoruz.  Ayrıca “Size acele edip, en evvelki işaret olunan nüshayı göndermiştim. Az haşiyeleri sonra ilâve ettik. Bu defa Süleyman Efendiyle gönderilen nüshayla mukabele ediniz, tekmil ediniz.”[205] ifadelerinde de tekmil noktasında Üstad Hazretleri’nin hassasiyetini görüyoruz. “Münevvere ve Nazmiye, Abdülbaki ve Mehmed Celâl’in Nur hizmetinde noksan kalan vazifelerini inşâallah tekmil edecekler.”[206] ifadesiyle nur talebelerinin birbirinin vazifelerini tekmil etmesi zaruretini nazarlarımıza sunmuştur. Hatta şu gelen kısım tekmil noktasında gayet ehemmiyetli bir parçadır: “İnşâallah bir zaman, Risâle-i Nur’un şakirtlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini telif edecek ve Mukaddeme-i Haşriyenin başındaki âyât-ı âzamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risâle-i Nur’da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalblerine gelen sünuhat ve ilhamat  ile açıp, Dokuzuncu Şuayı Onuncu Sözden daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.”[207] “Evvelce bir kısmını size göndermiştim. Şimdi bir ihtar-ı manevî ile o parça hem tekmil edildi, hem ehemmiyetli olduğu bildirildi.”[208] Böylece Bedîüzzamân Hazretleri talebelerine Risâle-i Nur’un bazı parçalarının “mükemmel bir surette hem tashih, hem tadil, hem tekmil etmek size aittir.”[209] diyerek önemli bir vazifeyi talebelerine tevdi etmiştir. Nazif Çelebi ağabey de  “Muhitimizde adedi pek mahdud olan Risâle-i Nur eczalarının her arkadaşta tekmil ettirilmesi suretiyle teksirine şiddetle muhtacız.”[210] demiştir. Görüldüğü üzere “tekmil” vazifesi tâ Üstad’ın zamanında başlamış olup “bundan sonra Risâletü’n-Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum.”[211] diyen Üstadın tavsiyesine talebeleri uymuş ve hâlen de bu vazifeyi deruhte etmekle muvazzaftırlar.

Tahşiye: “Haşiye mânâsındadır. Hâşiye kelimesi ise sözlükte kenar, dipnot ekleme anlamlarına geliyor. İhtiyaç duyulan yerlerde Risâle-i Nurların neşri noktasında haşiye koyarak açıklama çalışmaları, bilgilendirici îzâhatlar yapılması; bir nevi tahşiye ve haşiyedir. Bedîüzzamân Hazretleri de eserlerinin müteferrik yerlerine haşiye ekleyerek gerekli dipnotları eklemiş ve açıklamalar yapmıştır. Talebelerinin de “tahşiye (haşiye)” vazifesi olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin El Yazma Emirdağ Lâhikas’ında yer alan bir mektubunda ‘Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa’ hakkındaki ifadeleri şöyledir: “Sâniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasibdir. Çünki metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem sû-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mâna verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakîkati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var.”[212] Bu açıklamalar da izah, haşiye ve lügatçe konusunda çok meseleyi ve müşkülü halletmiş diye düşünüyoruz. Hatta Asa-yı Mûsa için hazırlanan lügatname için Bediüzaman Hazretleri şu takdirkâr ifadelerde bulunmuştur: “Asa-yı Mûsa’nın lügatnamesini hasta olduğu hâlde çok güzel ve âlimâne yazan, lügatnamenin başında güzel bir fıkra derç eden ve bana da ayrı mektup yazan Risâle-i Nur’un serkâtibi Mehmed Feyzi’nin, oraca çok müşkülât ve mânialara rağmen harika sadâkatini ve Nurlara faik alâkasını, sarsılmadan imana hizmetini birkaç cihette yapması gösteriyor ki, o küçük bir Hüsrev olduğu gibi, tam bir Hasan Feyzi’dir.”[213]

Neşir: Risâle-i Nurların basımını yaparak her tarafa duyurma ve ilân etme, yayma çalışmaları neşirdir. Çünkü “Bu zamanda Nurlarla hizmet-i îmâniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur.”[214] Bedîüzzamân Hazretleri “Ben de derim: Te’lif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır.”[215] diyerek artık Risâle-i Nur’un neşir zamanı başladığını ifade etmiştir. “Madem te’lif vazifesi neşir vazifesine yerini bırakmış ve neşirde binler genç Saîd’ler, Hüsrev’ler, Abdurrahman’lar çalışıyorlar. Ve madem Risâle-i Nur’un daimî ve bâki olan şahs-ı mânevîsi, bu bîçare, âciz, fâni Saîd’den yüz derece ziyade şakirdlerine üstadlık edebilir.”[216] ifadeleri bundan sonraki neşir vazifesinin Genç Saîd’lere tevdi edildiğini gösteriyor.

Nura muhatap olan “Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”[217] Böylece nur talebelerinin hakiki ve en mühim vazifesi neşir hizmetidir. Bedîüzzamân Hazretlerine talebelerine Risâle-i Nur’un neşir vazifesinde çok mühim mes’uliyetler yüklemiştir ve şöyle demiştir: “Siz hangi mecmuaya münasib görürseniz onu da makine ile neşredersiniz, size aittir.”[218] “Madem kendi hukukumu sizlere hususan Medreset-üz Zehra’nın erkânlarına vermişim, bu Otuzüçüncü Mektub’u (ki bir cihette Otuzüçüncü Söz’dür ve bir cihette Birinci Mektub’dur) siz hangi mecmuaya münasib görürseniz onu da makine ile neşredersiniz, size aiddir.”[219]

Öyleyse Risâle-i Nur talebelerinin en ehemmiyetli vazifelerinden birisi de “kendi malı ve telifi gibi hisseddikleri” Risâle-i Nurları neşretmektir. Böylece Risâle-i Nur talebeleri ve onların samimi tesânüdünden ortaya çıkan şahs-ı mânevîleri Risâle-i Nur’u bir program olarak neşir ve tatbîk edeceklerdir.

D.4.Risâle-i Nur’u talim ve tanzim

Burada da Risâle-i Nur talebelerinin “tâlim, Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif, Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmil, tanzim,” vazifelerini incelemeye çalışalım inşâallah.

Talim: Risâle-i Nur talebelerinin “asıl vazifesi talim ve cihaddır.”[220] Talim ve cihad, onların vazife-i asliyeleridir. Bir nevi taallüm ve tekemmüldür. Risâle-i Nur yolu arş-ı kemalat olan mi’rac-ı Kur’ânidir. “Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.”[221] Öyleyse onların aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Kaçmaya ve gözünü güneşe karşı yummaya gerek yok, “asıl vazifen talim ve muharebedir.”[222] Sen onun için buraya getirilmişsin. Bu vazife de Risâle-i Nur ile taallüm edilerek tekemmülleşecektir.

Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif: Üstad Hazretleri, Yirmi Beşinci Mektup’un ileride birisi ya da birileri tarafından telif edileceğini ya da edilebileceğini ifade ediyor. Hâlihazırda böyle bir çalışma ya da bitirilmiş bir telifat bulunmuyor. Ama bu ileride olmayacağı anlamına da gelmiyor. Belki mütesanid bir heyet belki de çok parlak bir Nur talebesi böyle bir telifat yapar ve herkeste buna hüsn-ü teveccüh gösterirse, bu Risâle külliyat içine girmeye hak kazanabilir; bunların hepsi ihtimal dâhilindedir. Burada ince bir nükteyi beyan etmekte fayda görüyoruz. Şöyle ki: Üstad Hazretleri bırak şerh ve izahı, telif gibi ağır bir yüke cevaz verir iken, mutedil şekilde yapılan şerh ve izaha karşı çıkmanın ne kadar dar bir bakış açısı ve mantıksız bir yaklaşım olduğunu ortaya koymuş oluyor.  Evet, telif, şerh ve izahtan daha ileri ve daha geniş bir izindir. Telife izin verenin ondan daha hafif olan şerh ve izaha karşı olması düşünülemez.[223]

Risâle-i Nur Külliyatı’nda “Yirmibeşinci Mektup” için “ Telif Edilmemiştir.”[224] Ve  “Otuzikinci Mektup” için ise “Kendi kendine manzum tarzını alan matbu Lemeat Risâlesidir. Otuz İkinci Lem’a olup, Sözler mecmuasının âhirinde neşredilmiştir.“[225]  ifadeleri yer almaktadır. Bu telifatı, ileride Bedîüzzamân Hazretleri’nin Kur’ân’ı tefsir edebilecek yüksek bir hayetin şahs-ı mânevîsi ile telif edilebileceği ve bu heyete da en büyük katkıyı Risâle-i Nur talebelerinin yapabileceği ümidimizi belirtmek istiyoruz.

Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmil: İnşâallah bir zaman, Risâle-i Nur’un şakirtlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini telif edecek ve Mukaddeme-i Haşriyenin başındaki âyât-ı âzamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risâle-i Nur’da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalblerine gelen sünuhat ve ilhamat  ile açıp, Dokuzuncu Şuayı Onuncu Sözden daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.”[226] Dokuzuncu Şua Onuncu Sözün mühim bir zeyli ve lahikasının birinci parçası olarak Şualar’da yerini almıştır. İşte bu Dokuzuncu Şua, mezkûr âyâtıyla işaret edilen dokuz âlî Makam ve bir ehemmiyetli Mukaddimeden ibarettir.[227] Böylece Dokuzuncu Şua kısmen kuvvetli bir tarzda tekmil edilmiştir denilebilir.

Tanzim: Sıraya koyma, sıralama. Düzenleme, tertipleme. Islah etme, düzeltme, iyileştirme mânâlarında kullanılan bir kavramdır. Tanzim konusunda Risâle-i Nur’da şu ifadeler geçmektedir. “Hulusi Bey ile çoktan beri yani iki aydan beri cevab yazamadım. Gayemiz de şu ki, beka takvimlerini mükemmel tanzim edelim, toptan gönderelim. Keçeli Ali Nur Külliyatını malûm olan kıt’ada tevafuklu ve hoş bir şekilde iki defa ikmal ettikten sonra, üçüncü olarak Tefsir-i İ’caz kıt’asında bir daha tanzim etti ki, bu şekil hepsinin pekçok fevkindedir.”[228] Ayrıca Üsdat Hazretleri “Merhum Hasan Feyzi, nurlardan aldığı hakîkat dersini, nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş. Lâhika’ya girsin… Saîd Nursî”[229] diyerek talebelerinin nurlardan tanzim yaptığına işaret etmiştir. Yine Üstadın “Hasan Feyzi’nin Denizli ve Hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek onların namına, Üstadının vasiyetnamesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münasebetiyle yazdığı bir mersiyedir. Ve vefat haberini almış gibi kalemi ağlamış. Lâhika’ya geçirilsin. Saîd-ün Nursî” dediği bir mektupta Hasan Feyzi ağabeyin “Risâlet-ün Nur’un te’lifini tamam edip neşrinin dahi esbabını temin ve tanzim ederek ve talebelerinize, biz âcizlere bırakarak ebediyete, Refik-i A’lâ’ya ve Allah’a gidiyorsun.”[230] denilen mektupta da tanzime temas edilmiştir. Barla Lahikası mektuplarında Üstad Hazretleri açıkça tanzim noktasında talebelerine bir vazife tevdi etmiştir. Şöyle ki: “Bilirsiniz ki, şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi zaif, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir biçareye yüklenmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaik, biz zahirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise, kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekâleten tafsilâta, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.”[231]

D.5.Risâle-i Nur’un tertip ve tefsiri

Risâle-i Nur talebelerinin vazifelerinden “tertib ve tefsir ”[232] vazifelerini incelemeye devam edelim inşâallah.

Tertib: Dizme, sıralama, düzene koyma. Risâle-i Nur’un mevzuları birbirine mürettebdir. Yani sıra ve tertib ile birbirine bağlıdırlar. Madem tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Öyleyse Risâle-i Nurların da bu sırla tertibi şarttır. Böylece Risâle-i Nur eserleri sarmal bir metod takip etmektedir. Hulusi Ağabey de “Nurlardan peyderpey tertib ettiğim mev’izaların neşr-ü tebliği lillahilhamd devam ediyor.”[233] demiştir. Yine Nur talebelerinden Mulis ağabey de “Ramazanın hikmetlerinden bâhis nurlu dersin dört mev’izesi hariç, yirmisekiz mev’ize bitti. Üstadıma tebean otuzüç aded-i mübarekinden sonra ikinci tertib adıyla yine birden ve baştan başlamak düşünüyorum.”[234] buyurmuşlardır. Hasan Feyzi ağabey de “Türkçe olarak te’lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belig nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür?”[235] diyerek Risâle-i Nur’un tertibine işaret etmiştir. Risâle-i Nur Eserleri, Risâle-i Nur Müellifinin kendisi tarafından tayin edilen sıra içinde yer almıştır. Ancak Risâle-i Nur’un mevzuları konu ve başlıklarına göre tasnif, tanzim ve tertib edilebilir ve edilmelidir. Hatta ayet, hadis ve arabî ifadeler ile belli bir sıralama ve düzene koyulabilir ve tertib edilebilir. Hatta Risâle-i Nur’da geçen yer ve isimler de bu tertibe dahil edilebilir.

Tefsir: Kur’ân-ı Kerim’i veya Kur’ân’ın ayetlerini açıklamak maksadıyla mânâ bakımından izâhı, Kur’ân’ın şerhi ve yorumudur.” Kur’ân’ı tefsir edene lâzım gelir ki, gayet âli bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zât ancak bir şahs-ı mânevî olabilir ki, o şahs-ı mânevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telâhukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikâsından ve ihlâs ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u mânevîsi hükmüne geçer.”[236]

Bediüzzamân Hazretleri Muhâkemât eserinde tefsir noktasında şu izahatı yapmaktadır: ”Efkâr-ı umumiye bir tefsir-i Kur’ân istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemâlâtı mühezzebe(lüzumsuzu çıkarılıp düzenlenmiş) ve müzehhebe(parlatılmış, parlak) olarak cem etmelidirler. Evet, meşrutiyettir; herşeyde meşveret hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi didebandır(gözcü, bekçidir). İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir.”[237]

Görüldüğü üzere bu asır şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. Şahıslar dahi hatta yüz dahi derecesinde de olsa mağlup durumundadır. Ayrıca asrımız ihtisas asrıdır. Mütenebbih beşer aklen ikna olmak istediği gibi, kalben de mutmain olmak istiyor. Taharri-i hakîkat olan beşer esir olmak istemediği gibi ecir olmak da istemiyor. Malikiyet ve serbestiyet asrında yaşıyoruz. Onun için bundan sonra Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri şahıs değil, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat olmalıdır. O zatta “bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde bulunur. İşte, Kur’ân’ı ancak böyle bir şahs-ı mânevî tefsir edebilir.”[238] Bu nokta-i nazardan bakıldığında “Belki, inşaallah, şu cüz-i tefsir(İşârâtü’l-İ’câz) ve altmış altı adet, belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubat Risâleleriyle beraber mehaz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’ân’ı yazsın, inşaallah.[239] Diyen Bedîüzzamân Hazretleri artık şahısların Kur’ân’ı tefsir edemeyeceğini, etseler bile bu tefsirlerin beşeriyetin ihtiyaçlarına cevap veremeyeceğini ifade etmiş olmaktadır.

Risâle-i Nur Külliyatı’nda “Yirmibeşinci Mektup” için “Telif Edilmemiştir.”[240] ifadesi yer almaktadır. Yukarıdaki izahlara göre “Yirmibeşinci Mektub”u bir şahsın telif etmesi mümkün gözükmemektedir. Öyleyse böyle bir vazifeyi ancak yüksek ve azîm bir heyetin şahs-ı mânevî telif edebilir. Şahsen ortaya çıkabilecek olan eşhasa ise Risâle-i Nur Talebeleri itibar etmezler ve öyle bir telif de Kur’ân’a hakikî bir tefsir olamaz.

D.6.Risâle-i Nur’u tashîh vazîfesi

Tashîh ve tashîhât; Düzeltme, daha iyi ve daha doğru hale getirme, yanlışları gidermedir. Basılacak veya basılan bir eserin dizgilerini kontrol ederek yanlışlarını düzeltmedir. Hem elle çoğaltılan, hem de tab’ edilen Risâle-i Nurlarda beşerî zaafdan dolayı meydana gelen hata ve sehivlerin gözden geçirilerek düzeltilmesi ve aslına uygun hale getirilmesi çalışmaları da Risâle-i Nurların tashîh ve tashîhât çalışmalarıdır.

Risâle-i Nur talebelerin en ehemmiyetli vazîfelerinden birisi de tashîhât vazîfesidir. Çünkü Risâle-i Nur eserleri ilk neşredilmeye başladığından beri çoğaltılan bütün nüshalar Bedîüzzamân Hazretleri’ne getirilip tashîhâtı yapıldıktan sonra okunması için etrafa gönderiliyordu. Bedîüzzamân Hazretleri tashîhât mes’elesine çok ehemmiyet veriyor; talebelerine “Yazdığınız ve yazdırdığınız eski veya yeni harfle olan suretlerin sıhhatlerine çok dikkat ediniz. Bazan bir harfin noksanı ve ziyâdesi, bir hakîkatı bozar.”[241] diyordu.

Ayrıca Bedîüzzamân Hazretleri talebelerine “Ekserce siz benim bedelime istediğini yapabilirsiniz. Meselâ; tashîhât için oradaki âlimler tam yardım edebildikleri için, orada tashîhât yapılsın, etsinler. Siz benim tashîhimden geçmiş bazı nüshaları, onlara gönderirsiniz. Hakîkaten tashîh mes’elesi ehemmiyetlidir. Bazan bir harfin ve bir noktanın yanlışı, kıymetli bir manayı zayi’ eder. En evvel, yazanlar bir kerre güzelce mukabele etsinler. Sonra tashîhçi adamlara ve bana versinler. Mâşâallah, bu defa bana gelen Asâ-yı Musa mecmualarında hem yanlışlar azdır, hem bir derece tashîh edilmiş. Cenab-ı Hak hem yazanlardan, hem tashîhçilerden ebeden razı olsun, âmîn.”[242] Demiştir. Görüldüğü üzere Bedîüzzamân Hazretleri Risâle-i Nurların tashîhâtı noktasında hem çok müteyakkız, hem de ciddi mesâî sarfediyor. Zamanının büyük bir kısmını tashîhâta ayırıyor. Talebelerine de bu vazîfeyi deruhte etmeleri için tavsiyeler yaparak, ciddî çalışmalarını ihtâr ediyor.

“Hem burada en lüzumlu vazîfemiz, Nurları yazmak ve tashîh etmek ve yazdırmaktır.”[243] Diyen Bedîüzzamân Hazretleri “Sözlerin ve Risâlelerin neşrinde ve tashîhâtında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvîd(Müsvedde) ve tebyizinde(Müsveddeyi temize çekmede), fevkalme’mul, kerametkârâne bir teshilâta mazhar oluyoruz; keramet-i Kur’âniyye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.”[244] İfadeleriyle Risâle-i Nur hizmetlerinde yapılan başta tashîhât ve diğer vazîfelerdeki keramet-i Kur’âniyeyi beyan ediyor.

Ayrıca “Hadsiz şükür olsun, Nur’un kahramanları bu mecmuaları tashîhli olarak neşretmeleriyle, pek çok faidelerinden birisi de; beni tashîh vazîfesinden ve merakından kurtardığı gibi, kalemle yazılan sair nüshalara tam bir me’haz olması cihetinde yüzer tashîhçi hükmüne geçtiler. Cenab-ı Erhamürrahimîn, o mecmuaların her bir harfine mukabil onların defter-i hasenatlarına bin hasene yazdırsın. Âmin, âmin, âmin.”[245] Diyerek talebelerinin yapmış olduğu tashîhât vazîfesindeki memnuniyetini ifade ediyor. Daha sonra da “Kardeşim, bu sene, elhamdülillâh, Risâleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci tashîh bana geliyor. Sabahtan akşama kadar sür’atli bir tarzda meşgul oluyorum; çok mühim işlerim de geri kalıyor. Ve bu vazîfeyi daha azîm görüyorum.”[246] İfadeleriyle tashîhât vazîfesinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu beyan ediyor.

Bedîüzzamân Hazretleri zamanının büyük bir kısmını Risâle-i Nurların tashîhâtına ayırmıştır. “Ben tashîhâtımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm.”[247] Diyen Üstad Hazretleri tekrar betekrar tashîhât gibi Risâle-i Nur hizmet ve vazîfeleriyle iştigal etmiştir. “Üstad Bedîüzzamân’ın telif ettiği Risâleleri, talebeler, elden ele ulaştırmak suretiyle müteaddit nüshalar yazarlar, yazılan nüshaları müellifine getirirler. Müellif, müstensihlerin yanlışlarını düzeltir. Bu tashîhâtı yaparken, eserin aslı ile karşılaştırmadan kontrol eder. Şimdi de yirmi beş otuz sene evvel telif ettiği bir eseri tashîh ederken aslına bakmaz.”[248] “Isparta’da, teksir makinasıyla Nur mecmualarının neşrine devam ediliyordu. Üstad, yine âdeti veçhile tashîhât ile meşguldü.”[249]

Bedîüzzamân Hazretleri “Tashîhât hakkındaki endişelerim kalmadı. Çünki sizler daima başında bulunacaksınız. Hem bu pek büyük hizmet-i imaniye temiz, kuvvetli, mübarek elleriniz ile olacak, matbaacıların kirli elleri karışmayacak. Hem yine tekrar ederim ki: En ehemmiyetli mes’ele, tashîhine dikkat etmektir. Az olsa, yanlışsız olsa daha iyidir.”[250] Diyerek tashîhât meselesindeki hassasiyetini göstermiştir.

Öyleyse Risâle-i Nur gibi tarih-i beşer noktasında nadir ve nazenin bir Kur’ân tefsirinin tab’ edilirken çok ciddî davranmak gerekiyor. Tâ Üstad Hazretleri’nin zamanında bu mes’eleye ne kadar ehemmiyet verildiği görülmektedir. O günün zor şartlarında ve imkânsızlıklarında mükemmel bir şekilde nesl-i atiye Risâle-i Nur Külliyatı Üstad Bediüzaman Hazretleri tarafından musahhah olarak emâneten bırakılmıştır. Öyleyse “Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim!.. Bana yardım ediniz. Mes’elemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım. Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor.”[251] Diyen Üstada sadakte demek boynumuzun borcu olmalıdır.

D.7.Risâle-i Nur’u şerh ve izahta temel esaslar

Risâle-i Nur’uşerh, izah ve tanzim… gibi vazifelerin deruhte edilmesinde bir kısım temel esaslar olması gerekir diye düşünüyoruz. Bunları şöyle sıralayabiliriz. İhlâs, sadâkat, tesânüd, meşveret, san’at, mârifet, ittifak, teârüf, tevhid-i efkâr, teâvün, teşrik-i mesâi, taksimü’l-â’mal, hür irâde, fazîletli îmân…gibi. Bu temel esasları Risâle-i Nur açısından değerlendirebiliriz.

İhlâs: İhlâs, kalbin amelidir. İçten, samîmi ve riyasız sevgidir. Allah’a içten doğruluk ve bağlılıktır. Sırf Allah emretmiş olduğu için ibâdet etmek ve çalışmaktır. Yapılan ibâdet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaâti, hakîkî ve esas gâye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve gâye edinmektir. İnsanlara riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak ve kalbî niyaz, hâl ve davranıştır. Çünkü İslâmiyette “En kıymetli ve en lüzumlu esâs, ih­lâs­tır.[252] Hakîkat ve Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mü­him esâsı, ihlâstır. Çünkü insan, ihlâs ile hafî şirkler­den halâs olur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda geze­mez.[253] Öyleyse ihlâs, İlâhî bir nurdur. İbâdetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibâ­detin yal­nız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibâdete illet gös­terilse, o ibâdet bâ­tıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.[254] Risâle-i Nur mesleğinin esâsı, âzamî ihlâs ve terk-i enâ­niyet­tir. İhlâslı bir dirhem amel, ihlâssız yüz batman amele müreccah­tır.[255]  Çünkü, vasıta‑i halâs ve vesile-i necat olan yalnız ihlâstır. İnsan bazen “A’mâl-i salihanın ruhu, esâsı, ihlâs oldu­ğunu derk etmiyor.[256]” Öyleyse Risâle-i Nur hizmetlerinin esası ve ruhu sırr-ı ihlâsa dayanmaktadır. Risâle-i Nur’un şerh ve izah gibi çalışmalarının esası da bu sırr-ı ihlâsa dayanmalıdır ki hak ve hakîkate ayna olabilsin, gölge olmasın.

Sadâkat: Allah(cc) için kalbden bağlılık, kalbî ve samimî doğrulukla olan dostluktur. Dostlukta sebat, dayanışma ve vefadarlıktır. Sadâkte diyebilen bir dostlar topluluğunda aynı dâvâ etrafında hâlelenmektir. Bir ameli, Allah emrettiği için yapmak ihlâs, em­re­dil­diği gibi yapmak ise sadâkattır. Sadâkatın biri mâ­nevî, diğeri fiilî olarak iki ciheti vardır. Kişinin bağ­landığı dâvâya ciddî ve kalbî samîmi­yeti, sa­dâkatın mânevî cihetidir. Bu mânevî bağlılığın fiilî te­zâ­hürü ise; bağlandığı şeyin icablarını harfiyyen ve ta­sarruf et­me­den yerine ge­tirmek ve fi­ilen sadâkatını isbat etmeye çalışmak­tır. Bedîüzzamân Hazretleri’nin dediği gibi “Risâle-i Nur’a girenin birinci vazifesi, tam sadakât ve tam sebat etmektir. Nurcu bir şakird, iki vazife-i içtimâîsi var:Birincisi: İhlâs. Hiçbir dünyevî menfaatı hizmetinde niyet etmemek. İstemeden menfaat gelse, Allah’a şükreder. Hem sadakât ve tam sebat etmek gerektir. İkincisi: Tam tesânüd ve kardeşlerini tenkid etmemek, kuvve-i mânevîyelerini kırmamak ve hiçbir vecihle rekabet etmemek ve kusuru varsa örtmektir.”[257] Risâle-i Nur’u şerh ve izah gibi çalışmalarda bu sıfata sâdık kalmak elzem görülüyor.

Tesânüd: Allah için birbirini desteklemek, kuvvet verip kuvvet almak, mânen kuvve-i mânevîye hissetmektir. Birbirine istinâd etmektir ve bir binanın tuğlaları ve taşları gibi olabilmektir. “Yirmibirinci Lem’a-yı İhlâs’ta isbat ve tafsil edildiği gibi; Nur şakirdleri birbirlerini tenkid etmemek ve itiraz etmemek, kusuru varsa da lütufkâr bir tarzda hatıra getirmek ve mümkün olduğu kadar birbirine tam tesânüd ve ittifak ve kusura bakmamak.. değil evhamla, şübhelerle ittiham etmek, belki gözü ile de kabahatını görse ve kendine karşı da adavetini bulsa, yine onun aleyhine itiraz etmemek, yalnız bir nev’ meşveretle birbirini kusurdan muhafazaya çalışmak gerektir. Yoksa perde altında fırsat bekleyen münafıklar ve siyasî dinsizler ve bid’akâr cereyanlar az bir gevşeklik mabeyninizde bulsa, parmaklarını sokabilirler. Sizin tesânüdünüzü kırıp, ehemmiyetli zarar verebilirler. Çünki en büyük kuvvetimiz tesânüd ve sebat ve sadakâttır.”[258] Öyleyse Üstâdın “Aziz kardeşlerim, Evvel âhir tavsiyemiz, tesânüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”[259] Tavsiyesine azamî dikkat etmeliyiz.

Meşveret: Münferid hareket etmeyerek birbirimizin aklı ile düşünmek, gözü ile bakmak ve kulakları ile işitebilemtir. Hizmetlerimiz ve işlerimizin konuşup anlaşma yoluyla halledilmesidir. Fikir edinmek için konuşup görüşmek ve bu görüşmelerde dînîmizin ölçüleri ile hareket ederek meşveret-i şer’iyeye uyarak meşveretimizin meşveret-i meşrua olmasına çalışmaktır. Haklı şurayı esas kılmaktır. Çünkü haklı şûrâ ihlâs ve tesânüdü netice verir. On adam hakikî ihlâs ve tesânüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş görebilir. Öyleyse doğrudan doğruya bu vazife-i uzmâyı deruhte edecek, hâlis İslâm bir şûra ve o şûraya istinâd edecek olan bir meşveret lâzımdır. Nur talebeleri mabeynlerindeki samimî tesânüd ile meşveret-i şer’iyeyi yapmaları gerekir. Böylece içlerindeki şahs-ı mânevinin fikrini, o meşveretle bildirmeleri elzemdir. Bu nazik meseleyi hizmet-i Kur’ân’daki kardeşlerimizin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzaç etmek gerekir. Meşveret yaparken sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek lâzımdır.

Risâle-i Nur’uşerh, izah ve tanzim… gibi vazifelerin deruhte edilmesinde bir kısım temel esaslar olması gerektiğini söylemiştik. Geçen hafta “ihlâs, sadâkat, tesânüd, meşveret” esasları üzerinde durduk. Bu hafta da “mârifet, san’at, ittifak, teârüf” esaslarını yine Risâle-i Nur açısından değerlendirmeye çalışalım inşâallah.

Bizim düşmanımız cehalet, zarûret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, ma’rifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.[260]

Mârifet: Bilgi, ilim ve ma’rifetullaha muhatap olmaktır. Her bir eşyadaki esmâya mülaki olmaktır. Eşyaya Allah adına bakabilmek ve bilebilmektir. Kâinatı tanımak ve bu yolla bildiklerimizi ma’rifetullaha çevirebilmektir. Kalbimizin medet dileyen ihtiyacını ma’rifet-i sani ile giderebilmektir. Cehalete karşı seyf-i ma’rifet ile cihad etmektir. Öyleyse “Tenevvür-i fikir ise umumda ya ma’rifet-i âmm veya medeniyet-i tam veya İslâmiyet’in hissiyle olacaktır. Hâlbuki binden on tane, medeniyet veya ma’rifetle münevverü’l-fikirdir. Bu ise aheng-i terakkiyi ihlâl eder. Aheng-i ıttıradî(ahenk ve uyum) için nure’nnur(nurun nuru) olan din-i İslâm’ı menar(yol gösterici) ve rehber etmeliyiz. Ancak tâ herkes de münevverü’l-fikir gibi olsun. Zira hiss-i din ile, en âmî, en münevverü’l-fikir gibi mütehassistir(hislenendir). Fikri münevver olmasa da, kalbi münevverdir. Hissiyat güzel olursa, efkâr da müstakim olur.”[261] Çünkü “tasallut-i medeniyetin zamanında âlemin hükümranı ilim ve ma’rifettir.”[262] Hem “İttihat, imtizac-ı efkârdır. İmtizâc-ı efkâr(fikirlerin uyumu), ma’rifetin şua-ı elektriği ile olur.”[263]

San’at: Zarûret olan ihtiyaçlarımızı san’at silahı ile gidermek ve her bir işte özenle ve mahâretle mütehassıs olabilmektir. Çünkü “San’atta mahâret ise, müreccahtır.”[264] İhtiyaç san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesâit-i sefâhate hocalık edip tâlime başlarlar. Evet, fikr-i san’at, meyl-i mâ’rifet, kesretten çıkar.[265]

“Her bir mü’min ilâ-i kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira, ecnebiler fünûn ve sanâyi silâhıyla bizi istibdâd-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san’at silâhıyla, ilâ-i kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz.”[266]

Öyleyse, “Fen, san’at silâhıyla cehalet ve fakra hücum ediniz!” emrine imtisâl edilmelidir. Hem de “Kılıçlarınızı fen ve san’at ve tesânüd-i hikmet-i Kur’âniye cevherinden yapmalısınız.”[267] îkazına kulak vermeliyiz. Şu esası da hiç unutmamalıyız: “Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı, ve vesilelerin ve mebadilerin (temel prensiplerin) tekemmülüyle cihazlanmış olan şedit bir ihtiyaç; ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki; susmaz ve kırılmaz.”[268]

İttifak: Aynı dâvâda bir araya gelerek söz ve fikir birliği etmektir. Birlik ve beraberlik ile dayanışmaktır. Ortak bir gayede anlaşmak ve birleşmektir. Çünkü ittifakta kuvvet vardır. Bedîüzzamân Hazretleri “Birbirinizin elini sıkı tutmak, ittihad etmek, ittifak âleminde yaşamak gerekir. İttifakı ziyalandıran veyahut o hayat-ı akvamın deveran-ı dem yerine geçen havagazı menbâı gibi olan maâriftir.”[269] der. Zira ittifak hüdâdadır, hevâda değil. Olsa da muvakkattır; zira hevâ, akrebin yuvası gibi, ağraz ve enâniyetin menşe-i intişârıdır.[270] Öyleyse “ Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan, bence çok defa hak, ehaktan ehaktır.”[271]

Teârüf: Birbirini tanıma, tanışmadır. Aynı maksatta olan insanların birbirini tanıması ve bilmesidir. Tanışmak, gönül birliğinin en önemli aşamasıdır. Güvendir, itimattır. Hem teârüf, teâvüne sebeptir. Müslümanların bahusus teârüfle tevhid-i efkârı sağlamaları elzemdir. “Zira bu ittihat, ruhânî ve mânevîdir, sûrî ve cismanî değildir, teârüf-i ruhânî kâfidir.”[272] Yani ruhen ve manen tanışmadır. Hem de “Bir nefer takımda, bölükte, taburda, fırkada birer rabıtası birer vazifesi olduğu gibi, herkesin heyet-i içtimâiyede müteselsil, revâbıt ve vezâifi vardır.”[273] Bu da teârüf ve teâvünle olur. “Heyet-i içtimâîye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var: Hâlıkları bir, Rezzâkları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir-bir, bir, bir, binler kadar bir, bir…İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin[274] ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür(birbirini inkâr etme) için değil, tehâsum(karşılıklı düşmanlık) için değildir.”[275] Ayrıca teârüf ticareti, teâvün iştirak-i mesâiyi intaç eder.

Tevhid-i Efkâr: Fikir birliğidir. Gàyesi Allah rızası olan insanların aynı fikirleri paylaşması ve o fikirler doğrultusunda tanışması ve hizmet etmesi önemli bir prensiptir. Müslümanlar bahusus teârüfle tevhid-i efkârı te’sis etmeleri gerekir. Çünkü tevhid-i efkâr, tenevvür-i efkârı netice verir. Böylece tevhid-i efkâr netaic-i efkâr ile fikirlerin neticelenmesini irâe eder. Çünkü “Hiss-i din ile, en âmî, en münevverü’l-fikir gibi mütehassistir. Fikri münevver olmasa da, kalbi münevverdir. Hissiyat güzel olursa, efkâr da müstakim olur.”[276] Üstad Hazretleri’nin şu ikazını da mihenk yapmak gerekir: “Şimdi ise kalbden fikre karşı menfez açınız, kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz.”[277] “İnşâallah istikbalde bitamamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak; ve safsataya bedel burhan; ve tab’a bedel akıl; ve hevâya bedel hüdâ; ve taassuba bedel metânet; ve garaza bedel hâmiyet; ve müyûlât-ı nefsâniyeye bedel temayülât-ı ukul; ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır.”[278] Böylece imtizac-ı efkâr ile ittihad hâsıl olmuş olur.

Teâvün: Yardım etme ve yardımlaşmadır. Birbirine muâvenet etmektir. Aynı zamanda da yardım almadır. Kâinat heyet-i mecmuasıyla teâvün hakîkatini bizlere ders vermektedir. Teâvün iştirak-i mesâiyi intaç eder. Çünkü “Maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teâvün lâzımdır.”[279] Düstur-i teâvünün şe’ni ittihat ve tesânüttür. Tekâmülde teâvün kànunu istimal edilse, ihtilâf imtizaca sebep olur. Teâvün düsturu, kâinatta câri olan teâvün-ü umûmînin iktizasındandır. Çünkü bütün mahlûkatta teâvün hakîkati görünüyor. Hem hayatın düsturu, “cidal” olmayıp, belki teâvündür. Böylece düstûr-u tevâün medâr-ı hayattır.

Teşrik-i Mesâi: Birlikte çalışmak, işbirliği etmek ve bir işi berâber yapmaktır. İnsan, ebnâ-yı cinsiyle teşrik-i mesâi etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübâdele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.[280] Müslümanların uhuvvet-i İslâmiyet dairesinde birbirleriyle teşrik-i mesâi etmeleri hamiyet-i İslâmiye ve milliyelerinin gereğidir. Hem de teşrik-i mesâi, taksim-i a’mâl düsturunun bir lâzımıdır. Evet vahdet ve ittifakta, hattâ teşrik-ül mesâî ve taksim-ül a’mal kaidesiyle olan birlik usûlünde, suhulet ve kolaylığın varlığı; ve kesret ve dağınıklıkta ise, suubet ve zorluğun bulunması bir sırr-ı meçhuldendir.[281] Nur talebeleri de sırr-ı ittihad ile teşrikü’l-mesâi yaparak vazifelerinde birlikte çalışmalıdırlar.

Taksimü’l-â’mal: İş ve vazîfe bölümüdür. Bir paylaşımdır ve birbirimizin işini tahfif etmektir. Risâle-i Nur hizmetleri taksimü’l-â’mâl, yani iş bölümü ile deruhte edilir. Çünkü “Sani-i Zülcelâlin hilkat-i âlemde cârî ve taksimü’l-â’mâl kaidesinden akan kânun-u tekemmül ve terakkîde mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz”[282]dır. Böylece “Kâide-i taksimü’l-â’mâli muktazi olan hikmet-i İlâhiyenin dest-i inâyetiyle beşerin mâhiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyûlâtla şerîat-ı hilkatin farzü’l-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edâsına bir emr-i mânevî[283]dir. Öyleyse en ehemmiyetli vazifemiz “Taksimü’l-â’mâl kànunuyla amel etmektir. Zira, seleflerimiz taksimü’l-â’mâlin ameliyle cinan-ı ulûma dahil olmuşlardır.”[284] Buna istinâden Bedîüzzamân Hazretleri talebelerine “sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-â’mâl olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır.”[285] diyerek talebelerine taksimü’l-â’mâl kâidesiyle çalışmalarını ders vererek “Tâ, herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i mânevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kàide-i taksimü’l-â’mâle tatbik edilsin.”[286] demiştir. 

Hür İrâde: İnsan, imân ile hürdür. İmân ne kadar mükemmel olursa, hürriyet de o kadar parlak olur. Allah insana hem nâkıs, hem kısa, hem âciz, hem icadsız ve kesbden başka birşey elinden gelmez olan bir irade-i cüz’iye vermiştir. İnsan böylece hür bir irâdeye sahip olmuştur. Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası da meyelândır. Allah’a abd olan başkasına kulluğa tenezzül etmez. İnsan hürdür, yine de abdullahtır. İmân hürriyetin mukaddemesidir ve hür iradeden sonra Allah’ın kulunun kalbine ilkà ettiği bir nurdur. İnsan, hür irâde ile insaniyet-i kübra olan İslâmiyeti yaşayabilir ve arş-ı kemâlâta uruc eder.

Fazîletli İmân: Fazîlet; değer, meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derecedir. İnsanı bu yüksek dereceye çıkaran en tesirli muharrik ise îmân ve İslâmiyettir. Fazîlet, güzel ve iyi huy, kişiyi iyilik yapmaya yönelten duygu ve erdem olarak da ta’rîf edilir. Evet, imânlı fazîlet ya’nî îmân ile fazîletlenen mü’min; ne tahakküm eder ne de tahakküme boyun eğer. Ne zulmeder ne de zulme razı olur. Ne ezer ve ne de ezilir.Çünkü o mü’min îmânından aldığı yüksek şecâat ile vakârını gösterir ve haksızlıklara karşı duruşunu net olarak ortaya koyar. Böylece fazîletli mü’min, îmânın ona verdiği şecâat ile “Hukûk-u dînîye ve dünyevîyesi için canını fedâ eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.”[287]

Risâle-i Nur’uşerh, izah ve tanzim… gibi vazifelerin deruhte edilmesinde gerekli olan temel esaslar daha da tekemmül ettirilebilir. Şimdilik bu kadarıyla iktifa ediyoruz. Bu esasların velayet-i kamileye haiz olan bir şahs-ı mânevîde temerküz edebileceğini düşünüyoruz. Böylece Risâle-i Nur üzerine yapılacak çalışmaların daha istikametli bir hâl kesb edeceği ümidimizi ifade etmek istiyoruz.

D.8.Altmış dörtte Risâle-i Nur te’lîfce tamam olur

İşarât-ı Gaybîye-i Gavsiye ve Aleviyede, “Altmış dörtte Risâle-i Nur te’lîfce tamam olur.” Demek o tarihten sonra, yalnız izahat ve haşiyeler ve tetimmeler olacak.[288] Bu işarât-ı gaybîye Abdülkadir Geylani ve İmam-ı Ali(ra) Efendilerimize aittir. Daha çok Hz. Ali(ra) Efendimiz Risâle-i Nurlarla ciddî mânâda alâkadardır. Eserlerinde Risâle-i Nurlara ve Risâle-i Nur’un çok mühim parçalarına işaret etmiştir. Hem de “Risâle-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (ra) ve Gavs-ı Azam’ın (ks) ihbârat-ı gaybîyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir.”[289]

İmam-ı Ali Radıyallahü Anhın, Risâle-i Nur hakkında ihbâr-ı gaybîsinin biri de “Altmış dörtte Risâle-i Nur te’lîfce tamam olur.” demesidir. Bedîüzzamân Hazretleri de eserlerinde “Nasıl ki Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) sarîh bir surette Siracü’n-Nur’un tarih-i te’lîfini ve tekemmül zamanını ve meşhur ismini “Siracü’n-Nur (Nur Kandili) yanıp parlıyor” fıkrasıyla haber vermiş.”[290]tir.

Bilindiği üzere “binler ehl-i dikkat olan Risâle-i Nur şakirtlerine kanâat-i kat’iye veren, “İşarât-ı Kur’âniye” ve “İhbârât-ı Gaybîye-i Aleviye ve Gavsiye”nin, bu asırda Risâle-i Nur’un ehemmiyetine ve makbuliyetine imza basmalarıdır.”[291] Bu noktaları Risâle-i Nur şakirtleri Risâle-i Nur’un müteferrik yerlerinden okuyor ve görüyorlar.

İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Risâle-i Nur’un en son Risâlesini Celcelutiye’de “Asâ-yı Mûsa ismi ki, mânevî karanlıklar onunla dağılır.” fıkrasıyla haber veriyor. Biz bir-iki sene evvel Âyet-ül Kübra’yı en son zannetmiştik. Halbuki şimdi altmış dörtte te’lifçe Risâle-i Nur’un tamam olması…[292] cihetini de Bedîüzzamân Hazretleri ifade ediyor.

Emirdağ Lahika mektuplarında bu meseleye tekrar dikkat çeken Bedîüzzamân Hazretleri şu açıklamaları yapıyor: “Madem Arabîce altmış dörde girdik, işaret-i gaybîye gelmesiyle Risâle-i Nur tekemmül etmiş olur. Eğer Rumî târihi olsa, daha iki senemiz var.”[293]

Burada “altmış dört” târihi 1364’ü ifade ediyor. Demek ki işaret-i gaybîye ile “Bin üç yüz altmış dörtte” Risâle-i Nur te’lîfce tamam olur. Yani “Risâle-i Nur tekemmül etmiş olur.” Bedîüzzamân Hazretleri bizzat kendisi 1364 târihine hem Hicrî, hem de Rumî târih olarak bakıyor. “Madem Arabîce altmış dörde girdik.(1364 Hicrî ise)” ifadesi Hicrî olarak 1944-45’li yılları gösteriyor.[294] Üstad “Eğer Rûmî târihi olsa, daha iki senemiz var.” diyor. 1364’ü(1364 Rûmî ise) Rûmîden Miladîye çevirdiğimizde 1948-49’lu yıllar oluyor.[295] Demek ki Rûmî târihe göre “Daha iki senemiz var” denildiğinden bu mektubun 1946-47’li yıllarda yazıldığını düşünüyoruz. Öyleyse İşarât-ı Gaybîye-i Aleviye’ye göre 1364’ün karşılığı Rumî târih itibarıyla miladî olarak 1948-49’lu yılları gösteriyor. Demek ki 1948-49’lu yıllarda Risâle-i Nur te’lîfce tamam olur.

Bedîüzzamân Hazretleri, ‘hayatım bir inayet ve sevk-i ilâhî altındadır’ diyor. Özellikle Risâle-i Nur’a taalluk eden noktalarda işarât-ı gaybîye ve Kur’âniye ile hareket ediyor. Risâle-i Nur’un te’lîfçe tekemmül zamanına da bu cihetten bakıyor. “Madem Arabîce altmış dörde girdik.” diyerek Risâle-i Nur’un tekemmül zamanının geldiğini “Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve tehir edilen Risâleler kalmış.”[296] dediğini görüyoruz. Meselâ, Otuzuncu Mektup ve Otuz İkinci Mektup ve Otuz İkinci Lem’alar gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış.”[297] Diyor.

Risâle-i Nur’un te’lifînde sünûhât, tulû’ât, zuhûrât, ilhâmât, ihtârât ve feyz-i Kur’ân’a mazhar olan Bedîüzzamân Hazretleri, Risâlelerin yerlerine yerleştirilmesi meselesi de “kalbine ihtar edilmiş ki: Eski Saîd’in en mühim eseri ve Risâle-i Nur’un Fatihası, Arabî ve matbu olan İşârâtü’l-İ’câz tefsiri, Otuzuncu Mektup olacak ve olmuş. Eski Saîd’in en son te’lîfi ve yirmi gün Ramazan’da te’lîf edilen, kendi kendine manzum gelen Lemeât Risâlesi Otuz İkinci Lem’a olması ve Yeni Saîd’in en evvel hakîkatten şuhud derecesinde kalbine zâhir olan ve Arabî ibâresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua[298] Otuz Üçüncü Lem’a olması ihtâr edildi. Hem Meyve(Meyve Risâlesi), On Birinci Şuâ olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de On İkinci Şuâ ve hapiste ve sonra Küçük Mektuplar Mecmuası On Üçüncü Şuâ olması ihtâr edildi.”[299] diyerek 1946-47’li yıllarda çok mühim yerde yazılmayan ve te’hir edilen Risâlelerin kendisine ihtâr edilerek Risâle-i Nur’da boş kalan yerlere yerleştirildiğini söylüyor.

Yapılan ihtâr ile yerlerine yerleştirilen Risâleler şunlar oluyor:

*İşârâtü’l-İ’câz tefsîri, Otuzuncu Mektup(Eski Saîd’in en mühim eseri ve Risâle-i Nur’un Fatihası, Arabî ve matbu eseri.)

* Lemeât Risâlesi, Otuz İkinci Lem’a (Eski Saîd’in en son te’lîfi ve yirmi gün Ramazan’da te’lîf edilen, kendi kendine manzum risâle.)

*Mesnevi-i Nuriye, Otuz Üçüncü Lem’a(Yeni Saîd’in en evvel hakîkatten şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibâresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua.)

*Meyve Risâlesi, On Birinci Şuâ (Denizli Hapsinin Bir Meyvesi.Bu risâle, Denizli Hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür.)

* Denizli Müdafaanamesi, On İkinci Şuâ (Denizli Mahkemesi Müdafaatından)

* Hapiste ve sonra Küçük Mektuplar Mecmuası, On Üçüncü Şuâ (Üstadın talebelerine gönderdiği gayet kıymettar, nurlu mektuplardır. Risâle-i Nur’un parlak mücahedatını bu samimî mektuplar gayet parlak gösteriyorlar.)

Böylece Bedîüzzamân Hazretleri “Ben de aziz kardeşlerimin tensiplerine havale ediyorum. Demek birkaç mertebede kapı açıktır; bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir.”[300] diyerek özellikle 1950’den sonra hayatının önemli bir devresi olan Üçüncü Saîd devresinde birkaç mertebede açık olan kapıdan girilerek daha iyi tetimmeler ve mektuplar yazılıyor. Emirdağ Lahikası–2 mektupları ve Tarihçe-i Hayat’ın hazırlanması 1950’den sonraki târihlerde te’lif ediliyor. Hatta Eski Saîd Dönemi Eserleri olan “Münâzarât, Sünûhât, Hutbe-i Şamiye, Divan-ı Harb-i Örfi…” gibi eserlerin de 1950’den sonra tekrar tanzim edilerek haşiyelerle beyanı yapılıp Risâle-i Nur Külliyatı’na dahil edildiğini görüyoruz.

D.9. Fihrist Risâlesi: On Beşinci Lem’a

Zaman zaman Risâle-i Nur Külliyatı’ndan olan Fihrist Risâlesi’nden bahsediyor ve alıntılar yapıyoruz. Bu Risâle hakkında epey geri bildirim almış bulunuyorum.  Sorulan suallerin ekserisi bu Risâlenin mahiyeti, sıhhati ve münteşir olup olmayışı ile ilgili oluyor. Az da olsa Fihrist Risâlesi’nin mahiyeti ve ehemmiyeti bilinmediği için itirazlar da oluyor. Bizler de yaptığımız inceleme ve araştırmalar çerçevesinde izahatlar yapıyoruz. Bu Risâlenin müstakil olarak basımın yapılmış olduğu, hatta Osmanlıca nüshalarının dahi var olduğunu beyan ediyoruz. Hakîkat-i hâlde ise Fihrist Risâlesi’nin ekser yayınevlerince neşredilmemiş olması ve serbest piyasada tevafuk edilememesi nedeniyle olacak ki Fihrist Risâlesi hakkında çok fazla malumat olmadığını müşahede etmiş durumdayız. Bizler de Risâle-i Nur eksenli olarak Fihrist Risâlesi’nin araştırdık. Birkaç yazıda sizlerle paylaşacağız inşâallah.

Fihrist Risâlesi, Risâle-i Nur Külliyatı’nın içinde yer alan önemli bir risâledir. Risâle-i Nur şakirtlerinin taksimü’l-a’mal tarzında mütesânit heyeti tarafından tanzim edilmiş olup Bedîüzzamân Hazretleri’ne tevdi edilmiştir. Bedîüzzamân Hazretleri de “Aziz kardeşlerim! Fihrist bakiyesinin telifi size havale edilmişti, taksimü’l-a’mal tarzında yapsanız iyi olur.”[301] diyerek talebelerinin bu vazifeyi deruhte etmelerini istemiştir. Yapılan Fihrist Risâlesi çalışması sonrasında ise şu ifadelerle talebelerini takdir etmiştir. “Aziz, Kıymettar, Sadık ve Sebatkâr Kardeşlerim! Fihriste’yi taksimü’l-a’mal tarzında mütesanit heyetinizin şahs-ı manevîsine tevdiiniz çok güzeldir.”[302] Onuncu Şua namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı, bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki…[303] ifadeleri ile de talebelerinin ileride yapacağı vazifelerdeki ümidini belirtmiştir.

Fihrist Risâlesinin birinci cildi “On Beşinci Lem’a”dır. İkinci cildi ise “Onuncu Şua”dır. Risâle-i Nur Külliyatı’nın “On Beşinci Lem’a” ve “Onuncu Şua” kısımlarında şu ifadeler yer alır:

On Beşinci Lem’a; Risâle-i Nur Külliyatının Sözler, Mektubat ve on dördüncü lem’aya kadar olan kısmının fihristesidir. Her kısmın fihristesi, yani, Sözler kısmının fihristesi Sözler mecmuasında bulunduğundan, Mektubat ve Lem’alar’ın da kendilerine ait fihristeleri o mecmuaların ahirlerine ilhak edildiğinden burada yazılmadı.[304]

On Beşinci Lem’a Olan On Beşinci Risâle Fihris Risâlesinin 1.Cildi olup bu ciltte On Beşinci Lem’anın fihristesinde şu açıklamalar yer almaktadır: Fihriste namında, umum Risâle-i Nur’un eczalarının mevzularını gösteren bir fihristesidir. İcmalen her Risâlenin mevzuuna ve kısmen gayelerine işaret eder dört kısımdan ibarettir.

Birinci kısım: Otuz iki adet Sözler’e aittir. Bu kısım sair Risâleler gibi bidayette muhtasar olmuştur. Sözler’e lâyık tafsilatlı bir fihriste olamadı. Daha değiştirmeye de münasebet tutmuyor. Yalnız bu kadar var ki; Sözler’deki kıymet ve ehemmiyet, kesret-i intişar ile ekserce anlaşıldığı için icmalen bize yazdırıldı “Elhayrufimahtarahullah”deyip o muhtasar fihristeyi öylece bıraktık. İnşâallah, bir vakit kardaşlarımızdan birisi, o birinci kısma bir haşiye olarak Sözler’e mufassal bir fihriste yazacaktır.

Bu fihristenin dört kısmı da gayet ehemmiyetlidir. Hatta diyebilirim en mühim bir Risâledir. Onun Risâle-i Nur eczalarının mahiyeti bilindiği gibi Risâle-i Nur’un yüz cüz’ü, Kur’ân-ı Hakimin nasıl bir tefsiri olduğunu gösteriyor. Ve yüzer âyat-ı Kur’âniyenin yüzer hakaik-i kudsiyesini nazara vaz’edip Risâle-i Nur’un herbir cüz’ünü bir âyetle bağlayıp Kur’ân’dan tereşşuh ettiklerini ve Kur’ân’dan gelip Kur’ân âyetlerini tefsir ettiğini gösterir.

Bâhusus, üçüncü kısmındaki Rumuzat-ı Semaniyeye dair bahislerde daha güzel olmuş. Fakat bazen mühim bir Risâle kısa kesilmiş. Sonra anlıyoruz ki; hakkını noksan bırakmışız. Bazen de fihristenin ihtisarından çıkıp tafsilatlı olmuş. Bundan anladık ki, kast ve ihtiyarımızla tanzim edemiyoruz. Zülf-ü perişan gibi zahiri intizamsızlık altında, şirin, mânidar bir intizam bulunduğunu hissederek gelişigüzel bıraktık. [305]

On Beşici Lem’a olan Fihrist Risâlesi’nin birinci cildinin sonunda Üstâd Hazretleri tarafından “Bundan sonraki fihriste “Onuncu Şua” nâmını alan kısımdır. Risâle-i Nur’un has şâkirdleri te’lif etmişlerdir.”[306] Notu eklenmiştir.

D.10.Fihrist Risâlesi’nin İkinci Kısmı: Onuncu Şuâ

Onuncu Şuâ, Fihriste Risâlesi’nin ikinci kısmıdır. Şuâlar eserinde Onuncu Şuâ boştur. Kısaca şöyle bir açıklama yapılmıştır. Onuncu Şuâ;Bu Şuâ, on Beşinci lem’adan itibaren buraya kadar olan Risâlelerin fihristidir. Her eserin kendilerine ait ciltlerin sonlarına derç edilmiştir.[307]

Onuncu Şuâ olan Fihrist Risâlesi’nin “Onuncu Şuâ” fihristinde ise teferruatlı olarak şu açıklamalar yer almaktadır: ”Fihriste Risâlesinin ikinci kısmıdır. Risâle-i Nur’un umum fihristesi iki Risâlede cem olunmuştur. Bunlardan birincisi “On Beşinci Lem’a”dır ki; Risâle-i Nur’un Sözler’i, Mektubat’ı ve On Beşinci Lem’a’ya kadar olan Risâlelerin fihristeleri olup, bu lem’ada toplanmıştır. On Beşinci Lem’a’dan itibaren Lem’alar ve Şuâlar’ın fihristeleri ise bu Onuncu Şuâ’dadır.

On Beşinci Lem’a namındaki Risâle-i Nur’un birinci kısım fihristesini Üstadımız Risâle-i Nur eczalarının mevzularına ve kısmen gayelerine işaret ederek te’lif etmişler. Âdeta hülasa edilen hablar nev’inden büyük bir eczahanedeki ilâçların listesini gösteren bir fihrist olarak yazmışlardır.

İkinci kısım fihristte ise yine Onuncu Şuâ namıyla Risâle-i Nur’un Isparta havalisindeki has şakirtleri tarafından kaleme alınmış ve herbir Nur şakirdi kendi aynalarının kabiliyet ve renklerine göre o Risâlelerden tecelli eden envârını satırlara aksettirmeye çalışmışlardır. Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin birer ferdi bulunan bu kahraman, fedakâr, mümtaz nur şakirtleri bu Fihriste ile nesl-i âtî için en kıymettar eserlerden birisini bırakmışlardır.

Bu Fihriste Risâlesi gayet ehemmiyetlidir. Çünkü çeşit çeşit mânevî marazlara müptelâ bu asır insanlarına lûtfedilen ve kevser-i Kur’ânîden akan muslukların adedi ve eczahâne-i Kur’âniyedeki tiryak ve panzehir dolaplarının sayısı yüz otuza bâlîğ olmaktadır. Herbir dolapta çok kavanozlar vardır. Yani herbir Risâle bir ecza dolabı ve o Risâlelerdeki “nokta, nükte, işaret, reşha, pencere, basamak, hakîkat, mevkıf ve meseleler” diye verilen isimler, o çok muhtaç olduğumuz ilâç kavanozlarıdır.

Hakîkate susamış ve bu zamanın dalâlet tehlikelerinden kurtulmak isteyen ve hikmet-i Kur’âniyeye muhalif olan felsefe ile yaralanan ve nefis ve şeytanın türlü türlü iğfâlâtlarına kapılmış mânevî hastalar, bu eczahanede kendi hastalıklarına en münasip ilacı almak için ya bütün eczahâne-i Kur’âniyenin dolaplarını ve o dolapların içlerindeki kavanozları birer birer arayacaklar, bulacaklar; veyahut eczahane-i Kur’âniyedeki bütün dolapların numaralarını ve her dolabın içindeki kavanoz âdetlerini ve o kavanozların içindeki tiryak ve macun ve panzehirleri gösteren bir listesini elde edecekler. İşte bu çok kıymettâr Fihriste’nin gördüğü vazîfelerden birisi de budur.”[308]

Fihrist Risâlesi Osmanlıca nüshalarda müstakil olarak neşredilmiş olmasına rağmen yeni yazı nüshalarda bir kısım kitapların sonlarına derc edilmiştir. Özellikle Mektubat ve Lem’alar’ın kendilerine ait fihristeleri o mecmuaların ahirlerine Fihrist Risâlesi’ndeki haliyle ilhak edildiği görülmektedir. Risâle-i Nur Külliyatı’nın tamamının fihristi ise müstakil bir kitap hüviyetinde olduğu için her kitabın sonlarına ilhak edilmemiş olup müstakil olarak Osmanlıca Fihrist Risâlesi olarak neşredilmiştir.[309]

Münteşir Risâle-i Nur Külliyatı kitapları içersinde Fihrist Risâlesi ile ilgili çok sayıda izahat ve atıflar vardır. Bir kısmını buraya derc edelim:

Kastamonu Lahikası mektuplarında “Abdullah Çavuşun, sizin namınıza istediği Onuncu Şuâ namındaki Fihriste’nin ikinci cildini yazdırdık.[310] Fihriste’nin musahhah son kısmı inşâallah ona gönderilecek.”[311] İfadelerine yer verilmiştir.

Emirdağ Lahikası’nda ise “Fihriste’de ayet-i hasbiye olan dördüncü Şuânın fihristesi, İhtiyar lem’asının on dördüncü ricası yerinde yazılsın. Hakîkaten münasip görünüyor, tam bir ricadır.”[312] Deniliyor.

Barla Lahikası mektupları içersinde ise şu ifadeler geçmektedir: “Risâlelerin fihristesi tamam yazıldıktan sonra birinci müsevvit, ihtiyârsız “Bu güzel fihriste tamam oldu” deyip yazmış. O müsevvit hesab-ı ebcedî hiç bilmediği gibi, hiçbir şey de düşünmemiş. “Bu güzel fihriste tamam oldu,” aynen bin üç yüz elli iki tarihini gösterip Fihriste’nin tarih-i telif ve istinsahını göstermiştir.”[313]

Risâle-i Nur Külliyatı’nın müteferrik yerlerinde saff-ı evvel erkân ve has dairelerinden kabul ettiğimiz muhterem Nur Talebesi ağabeylerin Fihrist Risâlesi ile ilgili çok mühim açıklamalarını görüyoruz. Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere Fihrist Risâlesi önemine binaen bu ağabeyler tarafından da ciddiyetle mütalaa edilmiş ve sitayişle bu Risâleden bahsedilmiş. Bu kısımda çok fazla izahata gerek duymadan Hulusi ağabeyin, Hüsrev ağabeyin, Sabri ağabeyin, Asım ve Re’fet ağabeylerin yazdıklarını bir sonraki yazıda aktarmaya çalışalım inşâallah.

D.11.Saff-ı Evvellerden Fihrist Risâlesi izahatları

Fihrist Risâlesi ile ilgili saff-ı evvel ağabeylerin takdirkâr ifadeleri şöyledir:

Hulusi Ağabeyin ifadeleri:  “Fihristeyi harfi harfine henüz okuyamadım; fakat, inşâallah okuyacağım.”[314] [Hulûsî Bey’in fıkrasıdır.] Aziz, Muhterem, Müşfik ve Mükerrem Üstadım! Bu defa irsaline inayet buyurulan Risâle-i Nur eczalarının dört kısımlık fihristesini aldım. Daha evvel Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü ve On Dördüncü Lem’alarını almış, fakat ihtisaslarımı arza muvaffak olamamıştım. Fihristeler dört tarafımı aydınlattılar ve itikatta bir olup, çok metin hikmetlerle bazı a’malde ayrılıkları olan dört mezheb-i hak gibi; bu fakire hakka, hakîkate, sıdka, imana, nura, rızaya giden yolları gösterdiler.[315]

Hüsrev  Ağabey: “Aziz Üstadım! Senelerden beri vücuda getirilen misilsiz âsâra, Otuz Birinci Mektubun On Beşinci Lem’asıyla öyle misilsiz bir eser daha ilâve buyurulmuş oluyor ki; o şaheserler, böyle şah bir eseri; o harika bediiyat, böyle bedî bir zübdeyi; o acip telifat, böyle acip bir mecmuayı; o azîm hakaik, böyle azîm bir külliyat-ı hakaikı ve o nurlu Risâleler, böyle nurlu bir fihristeyi istiyordu. Yüz binler şükrolsun ol Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ki; hiç bir müellifin muvaffak olamadığı böyle misilsiz eseri hazine-i rahmetinden ihsan etmekle, yüz yirmi adede vâsıl olan Külliyat-ı Nur’u, yüz yirmi sahifeden aşağı olmayan misilsiz fihristesiyle bir yerde toplamış bulunuyor. Bu Risâlenin menfaati, fevaidi o kadar çok ki; izaha hacet yok. Bu kıymettar Risâle, kendi kendini lâyık olduğu bir tarzda methediyor. Hem o kadar güzel methediyor ki; fevkinde beyan olamaz.”[316]

Fihriste-i Güldeste: Fihriste namı altındaki bütün Risâlelerde yazılı olduğu tarzda değildir. Tamamen hususiyet göstermektedir. Sözlerin ve Mektupların bir hulâsatü’l-hulâsası denecek vaziyettedir. Âsâr-ı Nurun bir zübdesi, hazain-i Nurun elmas anahtarı, resail ve mektubatın nurlu kapısı olan bu hayırlı telife sebep olanları da, müellifini de, Allahü Zülcelâl ve’l-Kemal Hazretleri, saadet-i dâreyne mazhar buyursun. Âmin. Hulûsî[317]

[Sabri’nin fıkrasıdır.] Bu kerre bir kıt’a lütufname-i fazılâne-i merğubeleriyle tereşşuhat-ı kitab-ı mübinin bir zübdesi bulunan, Fihriste-i Mübin’in Dördüncü Kısmını, Süleyman Efendi kardeşimiz yediyle aldım, okudum. Müellifine, kâtibine, naşirine, hadimlerine binler dualar ettim. Hakîkaten vakt-i kıraatim olan iki saat zarfında, risalatü’n-Nur ve mektubatü’n-Nur’un kâffesini icmalen okumuş kadar mütelezziz ve müstefit oldum. Ve şöyle dedim. Lütufname-i keremkârîlerinde işaret buyurulduğu üzere, dört nüsha değil, belki bir kaç ay, her vazifeye tercihen fihristeyi teksir ve neşre sa’y etmeliyiz. Madem ki, gayemiz neşr-i envar-ı hakaik-ı Kur’ân’dır. Bu mübarek ve kıymettar eser-i giranbaha ise hakaik-ı Kur’âniyenin hulâsası ve zübdesi ve tabiri caiz ise, tam bir piştarıdır. Miftahu’n-Nusret ve Mirkatü’l-Fütuhdur.[318]

[Asım Bey’in fıkrasıdır.] Bu Risâle fihristesi, hakîkaten menba-ı nur ve mecma-ı hakîkattir. Elhak, Nur fihristeleridir. Şöyle söyleyebilirim ki: Otuz Üç Söz, Otuz Üç Mektubun her biri, feyezanda bir menba-ı nur-i hakîkat ve gülistan-ı bağ-ı cinandır. Binaenaleyh bu müteaddit güller bağının her birisinde müteaddit güller koparıp dört kısım üzerine güller demeti yapılmış gibi vücuda getirilmiş bir eser-i cihan-kıymet olduğuna kanaat ettim. Bu fihristeleri okumak; herhâlde ve behemehâl Söz ve Mektuplar Risâle-i şerifenizi görmek, okumak, yazmak için insanı iştiyak ve gayrete sevk ediyor ve şiddetle kamçılıyor. Fakirce, noksan olan Risâle-i şerifelerin hangisini evvelâ yazayım? Çünkü; her biri birbirleriyle nur ve hakîkat müsabakasına çıkmış diye, mütelâşi ve heyecanlı bir vaziyetteyim. İnşaallah dua-i Üstadâneleriyle kâffesini yazarım. Şurasını da arz etmek isterim ki; Sabri Efendi kardeşimin ilhahı ve zat-ı Üstadânelerinin ilhamı ile Fihristelerin telifi çok musîb ve hayırlı hem hadsiz hakîkatlere anahtar olmuştur.[319]

[Re’fet Bey’in bir fıkrasıdır.] Aziz ve Muhterem Üstadım Efendim! Sözlerin ve Mektubatın ve pencerelerin fihristesi, o kadar güzel olmuş ki, bir defa sathî bir nazar atfeden kimse, Risâlet-in Nur eczalarının kıymet ve ehemmiyeti hakkında yek nazarda bir fikir edinebilir. Bu fihriste umum Risâlelere bedeldir. Hiçbir müellif, yazmış olduğu yüz yirmi kadar kitabının, her birisinin hülâsa-i mealinden ve bilhassa metnindeki âyâtı, birer birer münasip ve manidar bir tarzda, tadat etmek suretiyle Risâlelerin gayatından ve mahiyetinden bahsetmek şartıyla, böyle ehemmiyetli dört Risâleyi vücuda getiremez. Fihristenin bariz bir vasfı daha var ki, o da kendi ihtiyârınızla olmayıp, sünuhat-ı kalbiye ile olduğunu ispat ediyor.[320]

Sizin telifiniz olan Fihristenin tashihinde, bir müstensihin noksan bıraktığı bir sahifeyi tahsin’e dedim, “Yaz”; o da yazmaya başladı. Simsiyah bir mürekkepten ve temiz kalemle, birden, yazdığınız ikinci cilt fihristenin makbuliyetine hüccet olarak, o siyah mürekkep güzel bir kırmızı suretini aldı.[321]

Görüldüğü üzere Fihrist Risâlesi hem Üstad Bedîüzzamân Hazretleri, hem de saff-ı evvel nur talebeleri tarafından çok ehemmiyetli addediliyor. Hatta mahkemelerdeki müdafaalarda Üstad Hazretleri bu Risâleyi de nazara alarak şöyle diyor:” Elinize geçen ve nazar-ı teftişinizde bulunan “Fihriste Risâlesi” gösteriyor ki, Risâle‑i Nur’un herbir cüz’ü, bir âyet-i Kur’âniyenin hakîkatini tefsir eder ve hususan erkân-ı imaniyeye dair âyetleri öyle bir vuzuhla tefsir eder ki, Avrupa feylesoflarının bin seneden beri Kur’ân aleyhinde hazırladıkları hücum plânlarını ve esaslarını bozuyor.”[322] Ayrıca “Hem vazife-i tahkikatınıza yardım için derim: Fihriste Risâlesi, yirmi senelik Risâlelerin bir kısmının fihristesidir. İçindeki Risâlelerin bir kısmının asılları Darü’l-Hikmetten başlar. Fihriste’deki numaralar, telif tertibiyle değildirler. Mesela, Yirmi İkinci Söz, Birinci Sözden daha evvel te’lif edilmiş ve Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mektuptan daha evvel yazılmış. Bunlar gibi çok var…”[323] şeklinde ifade ediyor.

D.12.Azîm bir heyetin tesânüdüyle çalışmak…

Böyle bir vazîfe için “Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-i efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından azade olarak tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur.”[324] noktasından hareket edilmelidir.

Risâle-i Nur’da ihtiyacımız olan meseleler ehemmiyet derecesine göre yer almış ve ümmetin istikameti noktasında gerekli izahatlar yapılmıştır. Bazen mücmel bırakılan noktalar diğer eserlerde tekmil edilmiş olup; şerh, izah ve tanzim noktasında Risâle-i Nur şakirtlerine vazife tevdi edilmiştir. Çünkü “Bu dürus-i Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehitler de olsalar, vazifeleri, ulûm-i îmâniye cihetinde, yalnız yazılan şu sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-i îmâniyedeki fetva vazîfesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde, nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nakıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhatıdır; bizler, taksimül a’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazîfe deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.”[325]

Bedîüzzamân Hazretleri zaman zaman vazîfesi gereğince aktif siyasete bakar ve temel prensipleri ve İslâmî esasları vazeder. Bu prensipler ve esaslar İslâm’ın yüksek siyasetinin Kur’ânî dersleridir. Yazıldığı zamanla sınırlı olmayıp kıyamete kadar ümmetin içtimâî ve siyâsî ihtiyaçlarına cevap verebilecek vaziyettedir. Bu prensipler ve esaslar, yazıldığı zamana baktığı gibi gelen istikbale de bakmaktadır. Çünkü “Lillâhilhamd, Risâletü’n-Nur bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş.”[326]tir.

Bu cihetle Bedîüzzamân Hazretleri Eski Saîd Devresinde temel esaslarını vaaz ettiği İslâm’ın hayat-ı içtimâiyesiyle ilgili noktaların tekmilini özellikle Üçüncü Saîd Devresi olan 1948’den sonraki hayatında siyaset âlemindeki vazifesinin gereği olarak deruhte etmiş ve“Beş, on günde iki-üç defa siyaset dünyasına baktım. Acip bir hal gördüm.”[327]gibi cümlelerle ifade etmiştir. Böylece “Eskide İttihad-ı Muhammedî, şimdi Nurcular nâmını alan ve İttihad-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risâle-i Nur benim bedelime konuşuyor dedim, yüzümü çevirdim.”[328] Diyerek içtimâî ve siyâsî hayat için ümmetin ihtiyacı noktasında Risâle-i Nur’un kendi bedelime konuştuğunu ve vazîfe yaptığını belirtmiştir. Öyleyse bizler de bu tür konuların şerh, izah ve tanzimini Risâle-i Nur’dan izini sürmeli ve Üstadın adına konuşan Risâle-i Nur’u konuşturmalıyız. Ancak dediğimiz gibi ferdî çalışmalar muhakkak mütesanid heyet çalışmalarıyla birleştirilmelidir. Çünkü “Cüzde bulunmayan, küllde bulunur” kaidesine binâen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur.”[329] Ayrıca Sünuhat Risâlesi’nde “Fert tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla çok ahkâm-ı diniye feda edildi.”[330] Denilmektedir.

Öyleyse Risâle-i Nur talebeleri himmet ve gayretlerini dâhili ve menfî hâdiselerden beri tutarak, ümmetin kurtuluşuna vesile olacak Kur’ân’ın son dersi ve hakîkatleri olan Risâle-i Nur’a çevirmeleri gerekiyor. Böylece ümmetin ve insanlığın ihtiyacı olan meselelere Risâle-i Nur’dan çözümler üretilmeli, vazife ve rıza-i ilâhi odaklı çalışılarak neticesini ve tesirini Cenab-ı Hakka bırakmalıdırlar.

D.13.Hakiki vârislerim Medreset-üz-Zehrâ erkânını tevkil ediyorum

Risâle-i Nur ise; ona şakird olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.[331](Bedîüzzamân)

Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri “Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim!.. Bana yardım ediniz. Meselemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı manevinize bırakmıştım.”[332] demiştir. Böylece “Bütün vazifelerimi şahs-ı manevinize bırakmıştım.” diyen bir Üstâda talebe olmaya namzet olan Genç Saîdler, Üstâdımızın bütün vazifelerini deruhte etme gayretindeler. Üstâdımızın Nesl-i Âti olarak vasıflandırdığı Genç Saîdler, Risâle-i Nurları kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkıyor ve en büyük vazîfe-i hayatiyelerini onun neşri ve hizmeti biliyorlar. Çünkü “Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.[333]

Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri O “Genç Saîdlere” de şöyle sesleniyor: “Aziz, sıddık kardeşlerim, Onuncu Şuâ namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risâle-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zâif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Saîd’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risâletü’n-Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum.  Evet, Risâletü’n-Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risâle-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.”[334] Bedîüzzamân Hazretleri’nin “bütün vazifelerimi şahs-ı manevinize bırakmıştım” hitabının muhatabı olan Genç Saîdler’in şahs-ı mânevîsinin vazifeleri “Risâletü’n-Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı; şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle…” devam etmektedir.

Bedîüzzamân Hazretleri’nin özellikle isim vererek “vârislerim” diyerek takdim ettiği talebelerine seslendiği gibi; isim vermeden de defâatle mektuplarında tüm talebelerine vârislerim olarak tahşidât yaptığını görüyoruz. Hatta Medresetü’z-Zehra erkânlarının tamamını vârisleri olarak görmekte ve göstermektedir. İşte Risâle-i Nur Külliyatı’nın müteferrik kısımlarında ve mektuplarında yer alan vârisler bahislerini sizlerle paylaşmak istiyoruz. Mükerrer kısımlar belki uzun gelebilir, mes’elenin ehemmiyetine binaen Risâle-i Nur Külliyatı’ndan toparladığımız varisler ile ilgili yerleri takdim ediyoruz. Artık bu konuda söz Bediüzaman Hazretleri’nin diyoruz!

Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim ve hakikî vârislerim genç Saîd’ler! Ben sizleri benim yerimde Nurlara tam sahib ve muhafız ve nâşir bildiğimden, bu hayattan çıkmak bana ağır gelmiyor. Genç Saîd’lerin hayatları yeter. Hem her biri inşâallah Nur’un birer kahramanı olup Nur’un her bir mecmuasını birer üstad yaparak, bu bîçare Saîd’e ihtiyaç bırakmayacak diye teselli buluyorum ve hadsiz şükrediyorum. El-Baki Hüvelbaki. Duânıza muhtaç, Hasta kardeşiniz Saîd Nursî[335]GAYR-i MÜNTEŞİR > Muhtelif Lahikalar > Emirdağ-2 Mektupları [Üstad] >

Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Mübarek Vârislerim ve Emin Vekillerim![336] Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hakikî Vârislerim![337] Çok aziz, çok sıddık ve sadık kardeşlerim ve Risâle-i Nur cihetinde emin ve hâlis vârislerim![338] Aziz, sıddık, faal kardeşlerim ve bu dehşetli asırda mükemmel tesellilerim ve vârislerim![339]  Aziz, sıddık mübarek kardeşlerim! Vârislerim ve hakiki akrabalarım![340]  Fakat hayat-ı içtimaiyede çok tecrübelerle mahiyeti bilinmeyen, benim vârislerim genç Saîd’lerin bir kısmını, Nurun zararına iftiralarla çürütebilirler diye o telâştan bu ehemmiyetsiz hayatımı ehemmiyetle muhafazaya çalışıyorum.[341]

Bir iki ay sonra Medresetü’z-Zehra erkânlarının kararıyla ve İstanbul ve Ankara üniversitelerindeki genç Saîd’lerin de muvafakatiyle nereyi benim için münasip görürseniz orayı kabul edeceğim. Madem hakikî vârislerim sizlersiniz ve şahsımdan bin derece ziyade dünyada vazifemi de görüyorsunuz. Bu hayat-ı fânideki son menzili sizin reyinize bırakıyorum.[342] …vârislerim olan Medresetü’z-Zehra erkânları benim bedelime hem kendilerini, hem o has kardeşlerimizin[343]

Ben çok hasta olduğum için, benim namıma, teşekkür ve tebrike vârislerim Medreset-üz-Zehrâ erkânını tevkil ediyorum.[344]Aziz, sıddık, sebatkâr kardeşlerim ve hakikî vârislerim,[345] Aziz, sıddık, sarsılmaz kardeşlerim ve vârislerim,[346] Âhiret kardeşlerim ve hizmet-i Kur’anda arkadaşlarım ve beyan-ı envâr-ı Kur’aniyede vârislerim ve rahmet-i İlahiyenin bana verdiği kıymetdar medar-ı tesellilerim ve esrar-ı Kur’anın beyanında muhatablarım[347] Aziz, sıddık, metin, fedakâr kardeşlerim ve vârislerim![348] Sizler gibi hakikî kardeşin pek fevkinde vârislerim ve vekillerim ve haleflerim bulunduğundan ben kemal-i sürur ve ferahla ecelimi bekliyorum, ölümü sevinçle karşılıyorum.[349] Çok aziz, çok sıddık ve sadık kardeşlerim ve Risâle-i Nur cihetinde emin ve hâlis vârislerim,

Hem aynı bu hengâmlarda, en ziyade hayat-ı dünyeviyedeki vazifemi düşünüp vefatımdan sonra şakirtler bu dehşetli zamanda benim bedelime de o vazifeyi yapacaklar mı diye çok merak ederken, birden Denizli, Milâs, Isparta, İnebolu, ümidimin yüz derece fevkinde ve öyle bir sahabetkârane ve iltizam-perverane o vazifeye koşup başkaları da ve muallim ve âlimleri koşturdular ki, beni hayret hayret içinde bıraktılar.[350]

Aziz, sıddık kardeşlerim! Medreset-üz Zehra erkânlarını “her cihetle benim vârislerim olduklarından” benim bedelime umum Nur kardeşlerime bana gelen tebriklerine mukabil bayramlarını tebrik etmeleri için tevkil ediyorum. Hem onları yani Medreset-üz Zehra erkânlarını hem onlar vasıtasıyla bütün Nurcuları bilmukabele tebrik ederim. Ben hastayım, onlar bana dua etsinler. Ben de onlara dua ederim. Hasta kardeşiniz Saîd Nursî[351]

Son olarak Emirdağ Lahika’sından mühim bir mektup:

“Aziz, sıddık kardeşlerim! Mesmuatıma nazaran, Şemsi ve isimlerini söylemeyi münasib bulmadığımız müellifler, Zülfikar’dan ve sair Risâle-i Nur’dan bazı kısımları kendi namlarına neşretmelerine razıyım ve helâl ediyorum ve memnun olurum. Onlar da Nur’un şakirdleridirler, bu surette Nurları neşrederler. Yirmi seneden beri çoklar, hattâ büyük hocalar, eserlerinde ve müellifler de Nur’un mes’elelerinden çoklarını almışlar ve alıyorlar. Hattâ değil böyle dost zâtları, belki resmî makamları bulunan ve eserler yazan ve Nurların intişarlarına taraftar olmayan ve eserleri revaç bulmak niyetiyle Nurun neşrine mani’ olanları dahi helâl ediyoruz. Çünki onların men’leri başka bir tarzda ve daha faideli intişarına ve fütuhatına vesile oluyorlar. Ben hal-i hazıra bakmadığım için bilemiyorum. İstemeyerek işittim ki: Eser yazan ve Nur’dan çalan resmî büyük zâtlar diyorlar: “Risâle-i Nur’u okuyabilirsiniz, başkasına vermeyiniz.” Güya Nurlar onların eserlerini setrettirecek. Halbuki Nurlar, o eserlerdeki hakîkatları tasdik eder, onlara kuvvet ve revaç verir. İnşâallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar. Fakat İzmir’li hâkimin dediği gibi, “Risâle-i Nur gizlenmiyor ve başka kitablara benzemiyor ve temellük edilmiyor, nerede bulunursa bulunsun, ben Nur’dan gelmişim” der. Hem Risâle-i Nur’un sekiz senedir en mühim parçaları İstanbul’a gidiyordu ve kemal-i şevkle müellifler okuyorlardı. Esasen Risâle-i Nur ise; ona şakird olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.[352]

Abülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Şualar, s.1066

[2] Müzekkî: temizleyen ve terbiye eden.

[3] Mektubat, s.40

[4] Tarihçe-i Hayat, s.917

[5] Mesnevi-i Nuriye,2013,s.121

[6] Mektubat, s.596

[7] Sözler, s.800

[8] Mesnevi-i Nuriye, s.336

[9] Mektubat, s.635

[10] Lem’alar, s.404

[11] İbrahim Sûresi, 14:4

[12] Emirdağ Lahikası-I, s.181

[13] İbrahim Sûresi, 14:4

[14] Şualar, s.1121

[15] Sözler, s.873

[16] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat), s.39

[17] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat), s.73

[18] Emirdağ Lahikası-II, s.520

[19] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), s.292

[20] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), s.214

[21] Lem’alar, s.375

[22] Mektubat, s.71

[23] Nur Çeşmesi, s:140

[24] Nur Çeşmesi, s: 140

[25] Kastamonu Lahikası, s:223

[26] Nur Çeşmesi, s:141

[27] Kastamonu Lahikası, s,4

[28] Kastamonu Lahikası, s,10

[29] Kastamonu Lahikası, s,216

[30] Şualar, s,489

[31] Kastamonu Lahikası, s,25

[32] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:310

[33] Hanımlar Rehberi, s.153

[34]Hanımlar Rehberi, s.157

[35] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.145

[36] GAYR-i MÜNTEŞİR > Muhtelif Lahikalar > Kastamonu Mektupları [Üstad] > Gayr-i Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Kastamonu Mektupları [Üstad]

[37] Emirdağ Lahikası-I, s.83

[38] Kastamonu Lahikası, s.127

[39] Kastamonu Lahikası, s. 20

[40] Emirdağ Lahikası-1,s.252

[41] Şualar, s. 531

[42] Kastamonu Lahikası, s.259

[43] Kastamonu Lahikası, s. 20

[44] Sözler, s.772

[45] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 81

[46] M.Ali Kaya, http://www.Risâleinuregitimmerkezi.com/Risâle-i-nurda-ders-usulleri/

[47] Yeni Asya Eğitim Komisyonu Çalışmasıdır.

[48] Emirdağ Lahikası-II, s.854

[49] Barla Lahikası, s.589

[50] Barla Lahikası, s.14

[51] Şualar, s.169

[52] Emirdağ Lâhikası, s.847

[53] Son Şahitler, 2.Cild s. 234

[54] Son Şahitler, 4.Cild s. 15

[55] Son Şahitler, 4.Cild s. 15

[56] Son Şahitler, 4.Cild s. 169

[57] Zübeyir Gündüzalp, İ. Kaygusuz, s.203

[58] Son Şahitler, 3.Cild s. 31

[59] Son Şahitler, 4.Cild s. 150

[60] Son Şahitler, 3.Cild s. 31

[60] Son Şahitler, 4.Cild s. 136

[61] Son Şahitler, 4.Cild, s.139

[62] Son Şahirler, 3.Cild, s.52

[63] Son Şahitler, 3.Cild s. 208

[64] Emirdağ Lahikası-II, s.579

[65] Şualar, s.820

[66] Emirdağ Lahikası-II,s.512

[67] Şualar, s.835

[68] Emirdağ Lahikası-II, s.832

[69] Son Şahitler, 3.Cild s.16

[70] Son Şahitler,1994, 3.Cild s.18

[71] Şualar, s.870

[72] Şualar, s.858

[73] Şualar, s.870

[74] Son Şahitler,1994, 3.Cild s.17

[75] Son Şahitler,1999, 4.Cild s. 497

[76] Son Şahitler,1999, 4.Cild s. 160

[77] Emirdağ Lahikası,s.512

[78] Son Şahitler,1994,3.Cilt, s.16

[79] Son Şahitler,1994,3.Cilt, s.18

[80] Son Şahitler,1994,3.Cilt, s.19

[81] Şualar, s.843

[82] Şualar, s.835

[83] Lem’alar, s.581

[84] Şualar, s.703

[85] Nurun İlk Kapısı, s.156

[86] Sözler, (Konferans), s.1254

[87] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.402

[88] Emirdağ Lâhikası, s:847

[89] Şualar, s.1063

[90] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.401

[91] GAYR-i MÜNTEŞİR > Muhtelif Lahikalar > Emirdağ-2 Mektupları [Talebeler] > Gayr-ı Münteşir, Emirdağ Lahikası-II, Talebe Mektupları

[92] Barla Lahikası, s.588

[93] Nur’un Büyük Kumandanı(A.E.Dernekli’nin hatırası), s.389

[94] Nur’un Büyük Kumandanı(A.E.Dernekli’nin hatırası), s.389

[95] Nur’un Büyük Kumandanı(M.Ekmekçi’nin hatırası), s.190

[96] İlhan Yüce’nin hatıraları

[97] Zübeyir Gündüzalp, İ. Kaygusuz(Selâhattin Şafak’ın hatırası), s. 363

[98] Son Şahitler, 4.Cild s. 136(Recep Onaz’ın hatırası)

[99] Zübeyir Gündüzalp, İ. Kaygusuz(Selâhattin Şafak’ın hatırası), s. 364

[100] Zübeyir Gündüzalp, İ. Kaygusuz(Haydar Gündüzalp’in hatırası), s. 56

[101] Nur’un Büyük Kumandanı(Dr.Mehmet Akay’nın hatırası), s.181

[102] Nur’un Büyük Kumandanı(H.Sağlamer’in hatırası), s.152

[103] Nur’un Büyük Kumandanı(C.Uşşak’ın hatırası), s.398

[104] Mehmet Kutlular, İşte Hayatım, s.170

[105] Nur’un Büyük Kumandanı(M.Kırkıncı’nın hatırası), s.122

[106] Nur’un Büyük Kumandanı(H.Sağlamer’in hatırası), s.148

[107] Nur’un Büyük Kumandanı(A.E.Dernekli’nin hatırası), s.390

[108] Zübeyir Gündüzalp, İ.Kaygusuz(Dr.Mehmet Akay’nın hatırası), s.310

[109]Zübeyir Gündüzalp, İ. Kaygusuz(M.E.Birinci’nin hatırası), s. 347

[110] http://sakaryanur.blogcu.com/zubeyir-gunduzalp-den-mesajlar-1/4503942

[111] Mehmet Kutlular’ın hatıraları(http://www.Risâleforum.net/bediuzzaman-Saîd-Nursî-ve-Risâle-253/Risâle-i-nur-talebeleri-272/zubeyir-gunduzalp-376/102602-Risâle-i-nur-dersi-yapmada.html)

[112] Şualar, s.494

[113] İhya-ü Ulûm-id-Din,I/11, Râmuz-ül Ehadis, s.254

[114] Şualar, s.820

[115] Şualar, s.507

[116] Lem’alar, s.575

[117] Yani; Yirmi Yedinci Mektubun umumu, hususan Barla Lâhikası.             

[118] Barla Lahikası, s.52

[119] Mektubat, s.586

[120] Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Barla Mektupları [Üstad]

[121] Şualar, s.820

[122] Barla Lahikası, s.408                                                                           

[123] Barla Lahikası, s.408

[124] A.E.Dernekli’nin hatıraları

[125] Son Şahitler, 1.Cild, s. 380

[126] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Münâzarât,)s.291

[127] Sözler, s.629

[128] İşârâtü’l-İcâz, s.346

[129] Muhakemat, s.123

[130] Emirdağ Lahikası-II, s.657

[131] Müdafaalar > Diğer talebe müdafaaları > Müdafaalar > Diğer talebe müdafaaları

[132] Barla Lahikası, s.68

[133] Barla Lahikası, s.419

[134] Barla Lahikası, s.419

[135] Hanımlar Rehberi,199 Baskı, s.103

[136] Zülfikar Mecmuası’ndan .. >Zülfikar, 2017,s.494

[137][137] Me’hazler: El-Feth-ül Kebir 2/211; Müsned-ül Firdevs 2/440; Züher-ül Firdevs – İbni Hacer 1/285; Feyz-ül Kadir hadîs no: 5253; Kenz-ül Ummal hadîs no: 28729 ve 28834; Râmuz-ül Ehadîs sh: 312; Muhtasar-ul Ehadîs sh: 92

[138] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:310; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 4:409

[139] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.303

[140] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.298

[141] Nur’un İlk Kapısı

[142] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.298

[143] Emirdağ Lahikası-II, s.545

[144] Sözler, Yedinci Söz, s.53

[145] Sözler, Yedinci Söz, s.54

[146] Lem’alar, s.402

[147] Lem’alar, s.402

[148] Lem’alar, s.612

[149] O zaman yüz on dokuz, şimdi yüz otuz.

[150] Barla Lahikası, s.233

[151] Barla Lahikası, s.239

[152] Emirdağ Lahikası-I, s.140

[153] Lem’alar, s.632

[154] G.M. Kastamonu Mektupları, Risale-i Nur şakirdlerinden Hasan Âtıf Mektubu

[155] Lem’alar, s.632

[156] Sözler, s.773

[157] Mesnevi-i Nuriye, s.395

[158] Lem’alar, s.391

[159] Kastamonu Lahikası, s.358

[160] Lem’alar, s.401

[161] Lem’alar,2013,s.637

[162] Yusuf Suresi: 53

[163] Lem’alar,2013,s.391

[164] Mesnevi-i Nuriye,2013,s.106

[165] Mesnevi-i Nuriye,2013,s.104

[166] Mektubat,2013,s.450

[167] Lem’alar,2013,s.640

[168] Mektubat, s:725

[169] Barla Lâhikası, s.588

[170] Mektubat, s.725

[171] Mektubat, s.725

[172] Şualar, s.1056

[173] Tarihçe-i Hayat, s.1047

[174] Mektubat, s.725

[175] Şualar, s.1112

[176] Sirâcü’n-Nûr – s.2303

[177] Kastamonu Lahikası, s.195

[178] Emirdağ Lâhikası, s.62

[179] Mektubat, s.629

[180] Mektubat, s.625

[181] Mektubat, s.725

[182] Kastamonu Lâhikası, s.35

[183] Muhakemat, s.50

[184] Muhakemat, s.50

[185] Muhakemat, s.50

[186] Barla Lâhikası, s.209

[187] Muhakemat, s.79

[188] Kastamonu Lâhikası, s.35

[189] Gayr-i Münteşir- Muhtelif Lahikalar-Kastamonu Mektupları [Üstad]

[190] Mektubat, s.724

[191] Şualar, s.777

[192] Gayr-i Münteşir- Muhtelif Lahikalar-Kastamonu Mektupları [Üstad]

[193] Barla Lâhikası, s.588

[194] Barla Lâhikası, s.588

[195] Barla Lâhikası, s.588

[196] Barla Lâhikası, s.588

[197] Sözler, s.772

[198] Emirdağ Lâhikası-II, s.853-54

[199] Şualar, s.163

[200] Barla Lâhikası, s.588

[201] Barla Lâhikası, s.588

[202] Rumuzat-ı Semaniye, 5.Parça: 29.Mektubun 8.Kısmı, 7.Remiz,2.Parça

[203] Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ–1 Mektupları [Üstad] 

[204] Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ–1 Mektupları [Üstad] 

[205] Barla Lâhikası, s.501

[206] Emirdağ Lahikası-I,s.384

[207] Kastamonu Lahikası, s.300

[208] Kastamonu Lahikası, s.96

[209]Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ Lahikası–2 Mektupları [Üstad] 

[210]Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Kastamonu Mektupları [Nazif Çelebi] 

[211] Barla Lâhikası, s.588

[212] Emirdağ Lâhikası, El Yazma, s. 661

[213] Emirdağ Lâhikası, s.386

[214] Lem’alar, s.581

[215] Emirdağ Lahikası-I,s.240

[216] Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ–1 Mektupları [Üstad] 

[217] Mektubat, 26.Mektub: Dört Mebhastır , 4.Mebhas: On muhtelif Meseledir 

[218] Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ–2 Mektupları [Üstad] 

[219] Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ–1 Mektupları [Üstad] 

[220] Sözler, s.42

[221] Mesnevî-i Nuriye,  s: 395.

[222] Sözler, s.43

[223] http://www.sorularlaRisâle.com/printarticle.php?id=23555

[224] Mektubat, s.519

[225] Mektubat, s.782

[226] Kastamonu Lahikası, s.300

[227] Şualar, s.284–85

[228] Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Kastamonu Mektupları [Talebeler]

[229] Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Parçalar, Konferans 

[230] Gayr-ı Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ-1 Mektupları [Talebeler]

[231] Tarihçe-i Hayat, s.207

[232] Barla Lâhikası,  s.588

[233] Gayr-ı Münteşir , Muhtelif Lahikalar, Emirdağ–1 Mektupları (Talebeler)

[234] Gayr-ı Münteşir,  Muhtelif Lahikalar, Emirdağ–1 Mektupları (Talebeler

[235] Gayr-ı Münteşir,  Muhtelif Parçalar, Zülfikar Mecmuası’ndan ..

[236] Emirdağ Lahikası-II, s.634

[237] Muhâkemât,  s.40

[238] İşârâtü’l-İ’câz, s.21

[239] İşârâtü’l-İ’câz, s.16

[240] Mektubat, s.519

[241] Afyon Hapis Mektupları (Gayr-ı Münteşir)

[242] Emirdağ Lahikası-I,s.260

[243] ŞualaMektubat,s.638

[243] Afyon Hapsi Mektupları ve müdafaaları (Gayr-ı Münteşir)

[243] Mektubat,s.659

[243] Emirdağ Lâhikası, El Yazma, s. 661r,s.760

[244] Mektubat,s.638

[245] Afyon Hapsi Mektupları ve müdafaaları (Gayr-ı Münteşir)

[246] Mektubat,s.659

[247] Emirdağ Lâhikası, El Yazma, s. 661

[248] Tarihçe-i Hayat,  s.255

[249] Tarihçe-i Hayat,  s.934

[250] Emirdağ Lahikası–1(Gayr-ı Münteşir)

[251] Şualar, s.777

[252] Lem’alar, s.463

[253] Mektubat, s.762

[254] İşarat-ül İ’caz, s.230

[255] Tarihçe-i Hayat, s.1071

[256] Lem’alar, s.386

[257] Gayr-i Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ Lâhikası–2 Mektupları (Üstad

[258] Gayr-i Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ Lâhikası–2 Mektupları (Üstad)

[259] Şualar, s.494

[260] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.122

[261] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.90–91

[262]Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.176

[263]Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.280

[264] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.237

[265] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.384

[266] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.51

[267] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.164

[268] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.335

[269] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.28

[270] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.43

[271] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.580

[272] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.87

[273] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.466

[274] Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat Suresi: 13.)

[275] Mektubat, s.539

[276] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.91

[277] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.164

[278] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.60

[279] Eski Saîd Dönemi Eserleri, s.34

[280] İşarat-ul İ’caz (Trc: Abdülmecid) > Bakara 21-22: İbadet ve Tevhid Bahsi

[281] Mesnevi-i Nuriye (Trc: Abdülkadir), Habbenin Zeylinin Zeyli

[282] Muhakemat, s.50

[283] Muhakemat, s.50

[284] Muhakemat, s.50

[285] Barla Lâhikası,  s.209

[286] Muhakemat, s.79

[287]İşârâtü’l-İ’câz, s.46

[288] Emirdağ Lâhikası-I, s.86

[289] Emirdağ Lâhikası-I, s.130

[290] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.176

[291] Emirdağ Lâhikası-I, s.58

[292] Emirdağ Lâhikası-I, s.258

[293] Emirdağ Lâhikası-I, s.87

[294] 1364 Hicrî: 16 Aralık 1944 – 4 Aralık 1945

[295] 1364 Rûmî: 14 Mart 1948 – 13 Mart 1949

[296] Emirdağ Lâhikası-I, s.87

[297] Emirdağ Lâhikası-I, s.87

[298] Bu Mecmûâ, Mesnevi-i Nuriye’dir

[299] Emirdağ Lâhikası-I, s.87–88

[300] Emirdağ Lâhikası-I, s.88

[301] Kastamonu Lahikası, s.34

[302] Kastamonu Lahikası, s.35

[303] Barla Lahikası, s.588

[304] Lem’alar, s.266

[305] Fihrist Risâlesi, 1.Cild, On Beşinci lem’a

[306] Fihrist Risâlesi, 1.Cildin sonu [15.Lema]

[307] Şualar, s.311

[308] Fihrist Risâlesi, 2.Cildin başı [10.Şua]

[309] Fihrist Risâlesi hem Osmanlıca, hem de yeni hurufla tamamı neşretmiştir.

[310] Kastamonu Lahikası, s.195

[311] Kastamonu Lahikası, s.186

[312] Emirdağ Lahikası-I,s.63-64

[313] Barla Lahikası, s.568

[314] Barla Lahikası, s.254

[315] Barla Lahikası, s.248–49

[316] Barla Lahikası, s.254–55

[317] Barla Lahikası, s.254

[318] Barla Lahikası, s.314

[319] Barla Lahikası, s.257–58

[320] Barla Lahikası, s.318

[321] Kastamonu Lahikası, s.45

[322] Müdafaalar, Eskişehir Mahkemesi [1935]

[323] Müdafaalar, Eskişehir Mahkemesi [1935]

[324] İşaratü’l İ’caz, s.22

[325] Mektubat, s.725

[326] Kastamonu Lahikası, s.19

[327] Beyanat ve Tenvirler, s.301

[328] Beyanat ve Tenvirler, s.307

[329] İşaratü’l İ’caz, s.22

[330] Eski Saîd Dönemi Eserleri(Sünuhat),s.485

[331] Emirdağ Lahikası–1, s.251

[332] Şualar, s.498

[333] Mektubat, s.344

[334] Barla Lahikası, s.372

[335] Gayr-ı Münteşir, Emirdağ Lahikası–2 Mektupları

[336] Emirdağ Lahikası–1, s.132

[337] Emirdağ Lahikası–1, s.95

[338] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.67

[339] Emirdağ Lahikası–1, s.149

[340] Emirdağ Lahikası–1

[341] Emirdağ Lahikası–II, s.14

[342] Emirdağ Lahikası–II, s.20

[343] Emirdağ Lahikası–II, s.101

[344] Emirdağ Lahikası–II

[345] Kastamonu Lahikası, s.139

[346] Müdafaalar, Emirdağ Hayatı, Denizli Hapsinden Sonra

[347] Gayr-ı Münteşir, Emirdağ Lahikası, Barla Mektupları

[348] Gayr-ı Münteşir, Emirdağ Lahikası–1 Mektupları

[349] Gayr-ı Münteşir, Emirdağ Lahikası–1 Mektupları

[350] Gayr-ı Münteşir, Emirdağ Lahikası -1 Mektupları

[351] Gayr-ı Münteşir, Emirdağ Lahikası–2 Mektupları

[352] Emirdağ Lahikası–1, s.251