* İhlâs kàideleriyle hareket ederler. Çünkü “vasıta-i halâs ve vesîle-i necatın ancak ihlâs ile olacağını bilirler.”
* İktisadı esas tutarlar. Çünkü “kanaat eden iktisat eder, iktisat eden bereket bulur” hakîkatine uyarlar.
* Tamah göstermezler. “Hırs ve tamah yerine “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır.”( Zâriyât Sûresi, 51:58.) âyet-i celilesi delâletiyle Kur’ân’a, kütüb-ü İlâhiyeye imânları tamdır.”Ayrıca;” Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor.” hakîkatini de bilirler.
* Riyâdan sakınırlar. Çünkü riyânın bir tasannu, gösteriş, hayrı şer edeceğini ve gizli şirk olduğunu bilirler.
* Tasannua girmezler. Çünkü “Dalkavukluk ve tasannunun, alçakça bir yalancılık.” olduğunu bilirler.
* İnsanların hürmet ve ikramlarını arzu etmezler. Çünkü bu zamanda verilen hürmet ve ikramların çok pahalı olduğunu bilirler. Hem Üstadlarının;” Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibarıyla cidden kaçıyoruz.” dersini bilirler ve tatbik ederler.
* Şan şöhret peşinde koşmazlar. “Hususan acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıt ve münafi” olduğunu bilirler. Üstadları gibi,”Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız itibarıyla ondan ürküyoruz “derler.
* Enâniyeti büyük tehlikelerden biri olarak bilirler. Çünkü bu asrın enâniyet asrı olduğunu bilirler ve ondan yılandan, akrepten kaçar gibi kaçarlar.
* Tevâzu ve mahviyet sahibidirler. Meslekleri gereği ehl-i imâna karşı tevâzu ve mahviyet gösterirler. Ancak;” Evet, bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imâna ve Risâle-i Nûr’a hücumları zamanında onlara karşı tedafü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur.” şecaatine de azami olarak dikkat ederler.
* Dine hizmet ettim diye gururlanmazlar. Çünkü “Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma.” Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyid ve takviye eder.” (Buhari, Cihad: 182,) hadisindeki emri bilir ve gurura girmekten korkarlar.
* Tezellüle girmeden hizmet ederler. “Kur’ân’ın tilmizi ise, mütevâzi, heyyin, yani âsan ve leyyin, yani yumuşaktır. Fakat, Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde tezellüle tenezzül etmez.” Ve “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir.” prensiplerine sadakatle bağlıdır
* Uhuvvetkârâne tesanüt eder ve kardeşlerini tenkit etmezler. Üstadın “Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var.” düsturuna uyarlar
* Tesanüdü en önemli bağ bilir ve muhafaza etmeye çalışırlar. Ancak;” “Lâkin ittihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizâc-ı efkâr, mârifetin şua-ı elektrikiyle olur.” düsturu ile cehaletin kalkmasına ve ittihadın sağlanmasına azami gayret ederler.
* Birbirlerine ihlâsla muhabbet beslerler. İhlâsı kazanmanın çok mühim olduğunu ve bir zerre ihlâslı amelin batmanlarla halis olmayana tercih edileceğini bilirler. İhlâsı kazanmak için sadece Allah rızası için çalışılacağını ve emr-i İlâhi ile hareket edip neticesinin ise rıza-i Hak olduğuna inanırlar.
* İmân hizmetinde korku duygusu taşımazlar. Üstadın” Hem gizli düşmanlar bu zayıf damarımızdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasıl ki korku ve tamah ve şan ve şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünkü insanın en zayıf damarı olan “korku” cihetinde bir halt edemediler, idamlarına beş para vermediğimizi anladılar.”sözlerini kendilerine rehber ederler.
* İnsanî zaafların imân hizmetine mâni olmasına fırsat vermezler. Bu cihetle hastalık damarından gelen zaruretten, derd-i maîşet cihetinden gelen gerekçelerden, şanüşeref noktasından asırlara nam salma hastalığından ve mânevî makamlara sahip olma arzularından ve zaaflarından imâna hizmet için kaçınırlar.
* Risâle-i Nûr’a perde olmaktan âzami olarak kaçınırlar. Risâle-i Nûrların Kur’ân’ın malı olduğunu, kendilerinin sadece o Nûrun kusurlu bir hâdimi ve dellâlı olduklarını bilirler.
* Kendi nefsini ittiham edip, kardeşlerine taraftar olurlar. Hakperestlik ve insaf düsturuna riâyet ederek, hak muhalifin elinde de olsa ona taraftar olurlar ve kendi haklı da çıksa ondan hoşlanmaz ve sevinmezler. Hakkın hatırı için nefsin hatırını kırarlar.
* Kendileri haklı da olsa, kardeşlerini tenkit etmezler. İnsanın hatadan halî olamayacağını, tevbe kapısının açık olduğunu, nefis ve şeytanın onları kardeşlerine karşı itiraza haklı da olsa sevk etmesine fırsat vermezler. Böyle bir durumda,” Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nûr’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz.” derler ve nefislerini sustururlar.
* Birbirine gücenmez ve küsmezler. Hem birbirlerine gücenme, küsme ve tenkit etmekten ehl-i nifakın istifâde edeceğini bilirler ve büyük zarar olacağı için bu cihetten zaaf göstermezler.
* Birbirine tarafgirane bakmazlar. Aralarındaki hakîkî ve uhrevî kardeşliği, gücenme ve tarafgirliğin kaldırmayacağını bilirler. Kardeşleri için ruhlarını feda edebilecek bir imâna sahiptirler.
* Birbirinin kusuruna bakmazlar ve affedici davranırlar. Risâle-i Nûrun hatırı için aralarındaki tefâni sırrı, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturu ile hareket ederler.
* Birbirinin kusurunu örtmeye çalışırlar. Kendilerindeki ihlâs ve sadakat ve metanetin şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebep olduğunu ve Risâle-i Nûr zinciriyle kuvvetli uhuvvetin büyük bir hasene olduğunu bilirler.
* Kendi kusurunu görmeye çalışırlar. Bu zamanda tevâzu, mahviyet ve terk-i enâniyetin ehl-i hakîkate lâzım ve elzem olduğunu bilirler ve daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektiği gerçeğine göre hareket ederler.
* Birbirine su-i zan etmezler. Gözleri ile görseler dahi kardeşleri aleyhinde su-i zan yapmazlar ve perdeyi yırtmazlar. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ederler.
* Birbiriyle münâkaşa etmezler. Münâkaşadan casus kulakların istifâde edeceğini bilirler. Üstadlarının “Sakın sakın münâkaşa etmeyiniz” tavsiyesine ve “Haklı olsa, haksız olsa, münâkaşa eden haksızdır” prensibine uyarlar.
* Birbirine güvenir ve yardım ederler. Çünkü, avam olan ehl-i imâna, dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir şahs-ı mânevî olarak kuvve-i mânevîye olurlar.
* Birbirlerine minnettarlık duyma yerine, duâ ve tebrik ederler. Nimetin kendilerine ulaşmasında iktiran sırrını bilirler ve en evvel ben muhtaçtım onun için önce bana ihsan edildi derler ve minnettarlık yerinde birbirlerini tebrik ve duâ ederler.
* Cemaat içinde şahsî cesaretini kullanmazlar. Mesleklerinde ihlâs-ı tammeden sonra en büyük esasın sebat ve metânet olduğunu bilirler. Bu nedenle Risâle-i Nûr dairesine girenler, şahsi cesaretlerini kullanmazlar. Şahsi cesaretin cam parçası hükmünde değersiz olduğunu anlarlar ve buna bedel hakîkatperestlik sıddıkıyetindeki fedakârlık elmasına çevirmeye çalışırlar.
* Birbirini enâniyet ve sadakatsizlikle ittiham etmezler. Nefs-i emarenin kıyas-ı binnefs cihetinde, su-i zan noktasından kendilerini aldatmasına fırsat vermezler. Risâle-i Nûr terbiye etmiyor diye şüphelenmezler. Maddî ve mânevî makamlara tâlip olmazlar.
* Birbirine tesellici ve numune-i imtisal olurlar. Hastalıkta, musibette, maddî ve mânevî sıkıntılarda tesellici olurlar. Başa ne gelirse gelsin hoş görmeye çalışırlar ve sabrederler. Birbirlerini şefkatli bir kardeş ve ders müzâkeresinde zeki bir muhatap kabul ederler. Güzel seciyelerde birbirlerine in’ikas eden bir ayine olmaya çalışırlar.
* Birbirinin kuvve-i maneviyesini takviye ederler. Bu zamanda en elzem işin, telaş etmemek ve meyus olmamak ve birbirinin kuvve-i mânevîyesini takviye etmek ve korkutmadan tevekkülle musibetleri karşılamaya çalışırlar.
* Risâle-i Nûrlara sadakat, sebat ve metanetle bağlanırlar. Çünkü bu sadakat, sebat ve metanetin kendilerine çok büyük kâr ve kazanç sağlayacağını bilirler. Bu büyük kâr ve kazancın çok kıymetli bir fiyat olduğunu bilir ve bu fiyata mukabil Üstadlarının kendilerinden tam ve halis bir sadâkat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat istediğini de bilirler.
*İhlâsla hizmetin neticelerine kanaat gösterirler. Mesleklerinin kanaat, daima şükür ve metanet ve sebat olduğunu inanırlar; ihlâs dairesinde hizmetlerinin neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükellef olduklarını bilirler.
* Vazîfegüzarlığa kalkmaz; tembelliğe düşmezler. Ehl-i dalaletin kendilerindeki tembellik, tenperverlik ve vazîfedarlık damarlarından istifade edeceğini bilirler. İşimize sekte vurmak ve hizmetimize fütur vermek için çalışanların desiselerine karşı vazîfelerinin kudsiye, hizmetlerinin uviye, bir saatlerinin bir gün ibadet yerine geçecek kıymette olduğunu bilirler ve bunu kaçırmamaya çalışırlar.
* Keramet ve keşfiyat aramazlar. Â’mal-i uhreviye ile dünyevî maksatların aranmayacağını, zevkler ve keşfiyatların aranmasının ihlâsı bozacağını bilirler. Dünyada muvakkat zevkler ve kerametlerin tam nefsini öldürmeyen insanlara bir maksat olacağını ve uhrevi ameline bir maksat teşkil edip böylece ihlâsın kırılacağını bilirler.
* İman hizmetini her şeyin üstünde tutarlar. Hatta kendilerine hizmet-i imâniyede kutbiyet de verilse sırr-ı ihlâs için hizmetkârlığı tercih ederler. Sadece Allah rızası için halisen, muhlisen çalışırlar,”Vazîfemiz hizmettir, o yeter” derler.
* Dünyanın ücret yeri değil, hizmet yeri olduğunu bilirler. Â’mal-i salihanın ücretinin ve nurlarının berzahta ve ahirette olduğunu bilirler. Bu dünya için onları istemezler ve ihlâsı kırmazlar. O meyvelerin istenilmeyeceğini, onlara niyet edilmeyeceğini; istenilmeden verilse teşvik için verildiğini düşünürler ve şükrederler.
* Dünya rahatına ehemmiyet vermez ve onu istemezler. Mecazi nefs-i emmare ve kör hissiyatın hizmetten kaçarak rahata düşkün olduğunu bilirler. Ancak nefse, hizmet vaktinde iş vererek dünya rahatında ona iş vermezler. Üstad ve ağabeylerinin hem malını, hem istirahatını, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetine feda ettiğini okurlar. Böylece Üstadları gibi,”Sen ey nefsim, neden fedakârlıkta en geride kalmak istersin?” derler.
* Diğer dindarlarla münakaşaya girmezler. Çünkü Üstadın“Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın, sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane davranınız.” tavsiyesine uyarlar. Dindarlarla yapılan münakaşalardan ehl-i ilhadın istifade edeceğini ve bize büyük zarar vereceğini bilirler.
* Sair âlimlerin eserlerine karşı tavır almazlar. Bu tür iddialara karşı Üstadın,”Hâşâ,yüz defa hâşâ! Risâle-i Nûr ve şakirtlerinin bir üstadı olan Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle onların takip ettiği mesleği ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza etmektir.” düsturuna uyarak bununla mukabele ederler.
*Vazîfelerinin hizmet; neticenin ise Allah’a ait olduğunu bilirler. Kendi vazîfelerini yapıp, Cenaba-ı Hakkın vazîfesine karışmazlar. İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakkın vazîfesidir derler ve kendilerine ait olmayan vazîfeye harekâtlarını bina etmezler, Hâlık’larına karşı tecrübe vaziyeti almazlar.
*Dine hizmette nefislerine hisse vermezler. Bu manada “İmanın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kat’î ile ders-i dinde bazı şahıslar lâzımdır ki, hakîkati hiçbir şeye feda etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin. Tâ ki, imâna dair dersinden istifade edilsin ve muhtaç müteredditlere kanaat-i kat’iye gelsin.” dersini bilirler ve imtisal ederler.
* Kusur ve rekabete karşı saffet ve ihlâsı kullanırlar. “İnsan kusursuz ve rakipsiz olmaz” olduğunu bilirler. Her müşkülâta galebe ederek, bu ehemmiyetli ve dehşetli zamanda metanetle galebe ederler. Saffet ve ihlâslarını bozmazlar ve hizmetlerine fütur getirmezler.
*Risâle-i Nûr’a hizmeti en birinci vazîfe bilirler. İmân hakîkatlerine hizmeti bu zamanda en birinci hizmet, sair şeyleri ikinci, üçüncü, dördüncü derecede bilirler. Risâle-i Nûrlarla hakaik-i imâniyeye hizmet etmeyi en birinci vazîfe ve medar-ı merak ve maksut-u bizzat kabul ederler.
* Hizmetteki sıkıntılara tahammül ve sabır gösterirler. Çünkü bu ağır şartlar altında her bir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur’ân ve imân hizmetindeki mücahede-i maneviye hasiyetiyle yüz saat kadar kıymettar kabul ederler ve meşakkatli sıkıntılara sabır ve tahammül gösterirler.
* Her türlü meşguliyet ve zarara rağmen hizmetten geri durmazlar. Risâle-i Nûr’un hizmet ettiği hakaik-i imâniyenin her şeyin fevkinde olduğunu kabul ederler ve bu zamanda her şeyden ziyade onlara ihtiyaç olduğuna inanırlar. Bu nedenle “Dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakaik-i imâniyeye olan ihtiyaçlarını susturmuyor” bilirler.
* Hizmette nefsi öne sürer, ücrette unuturlar. İbadet, tefekkür zamanlarda nefse iş vermek ve onu unutmamayı, hizmetlerden sonra ise nefsi unutmayı unutmazlar. Hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında nefse iş verirler. Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulmasının kemal olduğunu bilirler.
*Sarsılmaz metanet sahibidirler. Kendilerinin “Böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakîkatin uğrunda ve yolunda çalıştıklarını” bilirler. Bu nedenle “Elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle mukabele etmemiz gerektir” diye metanetle davranırlar.
* Sadâkat, sebat ve sıkı irtibat içinde olurlar. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle gayet kudsi, ehemmiyetli ve kıymettar ve her ehl-i imâna menfaatli bir hizmette iş bölümü tarzında çalışırlar. Fevkalâde sadâkat ve sebat ve mürfitâne irtibat ve ihlâsta terakki etmeye çalışırlar.
* Sadakatle sabır gösterirler. Hizmetlerini bir imtihan vesilesi görürler. Musibetlerden sarsılmazlar. “Vazîfelerimizde bütün âlem-i İslamı alâkadar edecek bir keyfiyet ve kıymet vardır “ derler ve sabır gösterirler.
* Mânevî fırtınalara karşı dikkatli ve ihtiyatlı olurlar. Çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunurlar. Çünkü manevi fırtınalar olduğunu ve devam ettiğini bilirler. Bazı dessaslara karşı dikkatli ve müteyakkız davranırlar.
* İman hizmetkârlığını gizlemezler. Cennet ucuz olmadığı gibi, cehennemin de lüzumsuz olmadığını; ihfânın riyadan olduğunu bilirler. Hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz yere setretmezler. Setretmenin çirkin bir davranış olduğuna inanırlar.
* Mümkün oldukça namahreme bakmazlar. “”Haram-ı nazar, nisyan verir.” Hakîkatine göre hareket ederler ve “Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme.” tavsiyesine azami derecede hassas davranırlar. Harama nazarın unutkanlık hastalığını tezayüt ettirdiğini bilirler.
*İmana hizmetlerini hiç bir şeye alet etmezler. Çünkü Nurda öyle bir hakîkat bulmuşlardır ki; hiçbir şeye alet olmaz, hiç bir garaz ve maksat içine giremez, hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermez, hiçbir düşman ona bahane bulup çürütemez bilirler ve yalnız hak ve hakîkat için ona çalışırlar.
* Şer’i meşvereti esas tutarlar. Meşveret-i şer’iye ile reylerini teşettütten muhafaza ederler. Devamlı kardeşleri ile meşverete muhtaç olduklarını bilirler. Meşveretle ne lazımsa yapılacağını bilir ve ihtiyatla, telâşsız, velvele vermeden çalışırlar.
* Başkalarının da imânını kurtarmayı vazîfe bilirler. Vazîfelerinin yalnız kendi imânlarını kurtarmak olmadığını bilip; belki başkalarının da imânını muhafaza etmeye mükellef olduklarını bilirler. Onun da hizmete ciddi devam ile olacağına inanırlar.
* Namaz tesbihatını terk etmemeye çalışırlar. “Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bir evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür.” bilirler ve tesbihatı terk etmezler.
* Risâle-i Nûr derslerini terk etmezler. Bahar, yaz meşgaleleri ve gecelerin kısa olması bir derece neşeli kış derslerine benzemediği için fütur gelebilir. Dersler, ulûm-u imâniyeden olduğu için yalnız kendi nefislerine dinletilse yeteceğini bilirler ve terk etmezler. Hem o dersleri dinleyenlerin yalnız insanlar olmadığını bilirler.
* Başka mesleklere düşmanlık değil, kendi mesleğine muhabbet ederler.”Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye haklarının olduğunu; fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir ” demeye haklarının olmadığını bilirler. İnsafsız nazarlarını ve düşkün fikirlerini hakem yapmazlar.
* Fiilleri sözlerini tasdik eder. Ne söylediyseler yaşamaya ve ne yaşadılarsa söylemeye çalışırlar. Çünkü,” Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imâniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.” hakîkatine sadâkatle inanırlar.
* Kemiyete değil, keyfiyete bakarlar. “Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazîfe-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazan verilir.” sırrına muttalidirler. Hem,” Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan birtek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur.” diye inanırlar.
* Şahsa değil şahs-ı mânevîyeye dayanır ve ehemmiyet verirler. “Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabildir. Umum esma-i hüsna, âzâmi mertebesiyle Risâle-i Nûrun şahs-ı mânevisinde tecelli ettiği” hakîkatlerine inanırlar.
* Sünnete azami derecede dikkat ederek yaşarlar. “Risaletü’n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakîkat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazîfe-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” prensiplerine bağlıdırlar.
* Güzel görüp güzel düşünürler. Çünkü” Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.” hayatlarında pozitif bir davranıştır.
*Müsbet hareket ederler. Çünkü “Bizim vazîfemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imâniyeyi yapmaktır, vazîfe-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet imân hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” derler ve sabrederler.
Dipnot: 1.Risâle-i Nûr Külliyatı, 2.Hizmet Rehberinden yararlanılmıştır.
Abdülbâkî ÇİMİÇ
Baki Bey;
Sitenizi gezdim dolaştım. Yazıların bir kısmını okudum, istifade ettim.
Nur talebelerinin vasıfları konusunda daha önce de msn den yazışmıştık.
İlim amele tahavvül etmeyince zihinler ve vicdanlarda mahkum oluyor biliyorsunuz.
İhlas; ne dikte edilebilir ne de bir insanın ihlasının derecesi başkaları tarafından ölçülebilir.
Fakat anlamakta zorlandığım bir husus var ki, ihlası heyette okuma konusunda tahşidat yapanların uygulamada çatışmaların baş aktörleri olunca, askerlerin “emrediyorum mutlu ol” demesi gibi “ben okuyorum ihlaslı ol!” der gibi bir gariplikleri görünce kendimi iyi hissetmiyorum.
Kimseye de ihlaslı ol diyebilecek bir yetkinlik ve yeterliliğe de sahip olmayınca bir şey de diyemiyorum. müşkülümü hallet hocam.
Bu memlekette “dürüstlük” edebiyatı yapanların bakıyorsun altından ne menem ufunetler çıkıyor.
Şahsınızı hem tebrik hem tenzih ediyorum.
Niyet ve ihlas ölçülmez ama “şeriat ele bakar kalbe bakmaz” kaidesince amellerin ölçümü bağlamında nur talebelerinin vasıflarının sayarken ölçülebilir kriterleri ile genişletemez misniz?
Selam ve dua ile
Dursun Sivri
Dursun kardeşim
Nasıl ki bir altının kalitesini yapan sarraf ve diğer sarraflardan başkası bilemez.
öyleyse ihlaslı bir kişinin ihlasını da ihlaslı bir kişiden başkası bilemez.
Emreden komutan sana ahirette meyvesini yiyebileceğin ağaçlar diktiriyor ve bu ağacın kökleri toprağın içinde bismillah deyip en sert kayaları deliyor. o ağaçlar senin namazın orucun zekatın ve hayırlı amellerin köklerin ise nasihatlarınla imansız kalplerin anahtarı babında olur öyle ise emrediyorum mutlu ol cümlesini şahsıma söylediklerinde huzurlu bir vicdan ve iman dolu bir kalp ile emredersiniz demek ne kadar mutluluk verici olduğunu sadece iman arzu eden bir kalp bilir. okunan kuran hadis ve seni Allah’a layık bir kul olmanı sağlayan feyzler ise bu okunan kuran ve hadisleri yaşamak anlamak ve kalbinle tasdik edip sağlam bir imana sahip olmak için mutlak ihlas lazımdır. öyleyse okuyorum ihlaslı ol kelimesi en güzel yer ve zamanda kullanılmış olur . günahkar kardeşin yunus emre esselamüaleyküm
Dursun bey,
Nur talebelerinin vasıfları çalışmasını hazırlarken şahsen ben çok istifade ettim. Geniş bir çalışma oldu. Mühim olan o vasıfları hayata tatbik edebilmek olmalı. Sanırım bu vasıfların bir şahısta tamamen mükemmel olarak tatbik edilmesi mümkün görünmüyor. Cüzde bulunmayan külde mevcuttur kâidesince bu vasıflar da cemaatte ve o cemaatin fertlerinin tesanüdünden meydana gelen şahs-ı manevide görülebilir. O şahs-ı maneviden külli olarak istifade edebilmek ise mümkündür. Bunun sırrı, ihlâs-ı tamme ile iştirak ve hakiki tesanüd ve uhuvvet düsturlarının tahakkuku olabilir. Ancak ihlâs öyle bir mâye ve sır ki ancak Rabbimiz derecesini ve halini bilebilir. Bu noktada biz kulların müdahele ve ölçme gibi bir yetkisinin olacağı kanaatinde değilim. Çünkü biz kullara başkalarının amellerini ölçme ve onlar hakkında karar verme gbi bir vazife de verilmemiştir. Buna hamletmek sanırım kulluğun gereğine ve sırr-ı ihlâsa aykırı düşer. Kul sadece ve sadece vazifesini yapar vazife-i ilâhiyeye karışmaz. Hatta Allah’ın vazifesini düşünmez. Hizmetini ve kulluğunu dünyevi ve uhrevi neticelere hem bağlamaz hem de o neticeleri şart görerek kulluğunu yapmaz. Çünkü ubudiyet emr-i ilahiye neticesi ise Rıza-ı Hak’tır.
İhlâs Risalesini okuyan kişiye değil de okunan kitaba ve prensiplere muhatap olsak nasıl olur? Elbette ki tam nefs-i emmaresini susturmuş olan bir kişinin öncelikle kendi nefsi için okduğu ders-i ihlâs ve hakikat daha makbul olur.Ancak buna biz nasıl karar verebiliriz ki?İnsanların ihlâslı olması ve olmaması muhakkak önemlidir ancak bizler kalblere muttali değiliz ki?Belki de Allah fasık bir adamın hali ve vesilesiyle bizi hakikat dersinden nasiplendirecektir.Çünkü Allah bu dini fasık bir adamın eliyle de kuvvetlendirir ve o fâcir-i recul ile dinine hizmet ettirir bir hakikattir.Bizler söyleyene ve okuyana değilde söylenene ve hakikate muhatap olsak nasıl olur?
Selametle…
allah razı olsun abdülbaki abi,