Nebâtî ve Hayvânî Kuvveler

Hem insandaki nebâtî ve hayvânî kuvveleri, âkıbeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o insandaki letâif-i insaniyeye galebe ettikleri için, çıkmak istemiyorlar ve hazır ve muvakkat bir lezzetle mütesellî oluyorlar.( On Üçüncü Lem’a-Sekizinci İşaret)

İnsan çok mütenevvi duyguları ve mânevî havassı taşıyan mucîze-i fıtrattır. İnsanın bir ciheti de kesâfetli olan nefs-i insaniyedir. Kesâfetli olan nefs-i insaniye hem nebâtî hem de hayvânî mâhiyet taşımaktadır. İnsanın nefs-i nebâtî ciheti, bedenen büyümesi, beslenmesi ve gelişmesini te’min eden kuvvedir. Bu cihetle bu kuvve nebatat gibi nefs-i insaniyenin gelişip büyümesi cihetine hizmet eder. İnsanın nefs-i hayvânî ciheti ise irâdesiyle his ve hareket etmesini sağlayan bir kuvvedir. Zâhiri ve bâtınî bütün duyu organlarının hepsi bu kuvvetin hizmetkârları durumundadır. Görme, işitme, tatma v.b. gibi. Bu kuvveleri istikamet altına alan îmân ve tekliftir. İmân ve teklif olmazsa bu kuvveler âkıbeti görmedikleri, düşünemedikleri için o insandaki letâif-i insaniyeye galebe ederler ve insanı sadece nefsânî haz ve lezzet cihetiyle geçici olarak teselli ederler.

Bedîüzzamân Hazretleri bu mes’eleye şu cümlelerle izahat getiriyor:”Evet, ey insan! Sen, nebâtî cismâniyetin cihetiyle ve hayvânî nefsin i’tibâriyle, sağîr bir cüz, hakîr bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudât-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun…(Yirmi Üçüncü Söz)”

Öyleyse insanın cismânî tarafına hizmet eden kuvve nebâtî, nefsânî cihetine hizmet eden de hayvânî kuvvedir diyebiliriz.

Bedîüzzamân Hazretleri Mesnevi-i Nuriye’deki bahiste de sanırım mes’eleyi biraz daha açmaktadır. Şöyle ki:”Ve keza, insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünkü, hem nebâtîdir, hem hayvânîdir, hem insânîdir. Hem îmânı tezkiye muamelesi bazan tabaka-i îmâniyede olur. Sonra tabaka-i nebâtîyeye iner. Bazan da yirmi dört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki olur. İnsanı hatâ ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir.”Yerdeki her şeyi bizim için yarattı.”ya istinaden insaniyetin mebdei, hayvânîye ve nebâtîyeye münhasır olduğunun zannıyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduğunun hasriyle galat ediyor. Sonra, herşeyin kıymeti, menfaati nisbetinde olduğunun takdiriyle galat ediyor. Hattâ Zühre yıldızını kokulu bir zühreye mukâbil almaz. Çünkü kendisine menfaati dokunmuyor. (Mesnevî-i Nuriye – Onuncu Risale )”

Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü’min… İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku’ bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku’ bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki herşey yalnız bizim için halkedilmiştir der.

Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez. (Abdulkadir tercümesi)

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir