“Musibât-ı dünyeviye, mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazât-ı İlâhiye ve iltifatât-ı Rahmâniye hükmündedir. [1]
Hayat musîbetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazîfe-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücûttan ziyâde, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider. [2]
“Bir hâdisede hem insan eli, hem kader müdahalesi olduğundan, insan, zâhirî sebebe bakıp, bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musîbetin gizli sebebine baktığı için adalet eder. [3]”
İnsan musîbet karşısında; “Eğer sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer.”
Allah için sevenler, Kur’ân’a hâdim olmayı yürekten isteyenler, musîbetin büyüğünü dine gelen mesâib bilenlerdir.
“Evet, musîbetin darbesine karşı şekvâ suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ Ona olmalı; Ondan olmamalı. [4]”
Dünyanın rûhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen insan, azametli meselelerin sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremez.
“Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve birşey göstermek elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için, biz de deriz ki:…! Ne deriz ki? Risâle-i Nûr’dan okur, söyleriz.
”Gel, ey bir parça aklı başına gelen birâder!(Nefsime hitaptır!) “Gözünü aç, hakîkate bak, aklını başına al ve kâinattaki tecelli-i esmâyı oku. Yoksa cahil olarak öleceksin.
“İnsanın aklı o nûr ile nurlandığı vakit (Kur’ân ve imân nûru); insan, bütün hayvanat, bütün mahlûkat üstünde, o nûrlanmış acz ve fakr ve akıl ile, niyaz ile, nâzenin bir sultan; ve fizar ile, nazdar bir halife-i zemin olur.” Ya Rab, bizlere bu hasletleri yaşamayı nasib buyur!
Aklı gözüne inmiş maddiyunlar tabakasına karşı, Kur’ân’ın gözle görünecek bir işaret-i i’câziyesi olan Risâle-i Nûrlarla mukâbele etmek gerekir.
“Nazar-ı aklî kendi desatiriyle çok fakirdir ve dardır.Pek çok hakaike karşı kasır olur.”
“Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veya maddiyâta dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihâta edemediklerinden, bir gurûr-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler.”
Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in’ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.
Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musîbetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür’atli akar.
Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir. [5]
Abdülbâkî Çimiç
Dipnotlar:
___________________
[1] Sekizinci Söz
[2] İkinci Lem’a
[3] Kastamonu Lahikası
[4] Yirmi Üçüncü Mektup
[5] On Yedinci Lem’a