Musîbet -i Âmme ve Hikmetleri

Musîbet -i âmme; Umûmî musîbet, genel olan, herkesi etkileyen belâ, âfet olarak ta’rîf ediliyor.

Musîbet -i âmme, ekseriyetin hatasından meydana gelmektedir. Kader ekserin hatalarını o hata cinsinden karşılamakta ve yapılan hatalara kefâret olarak umâmî musîbeti şâmil kılmaktadır.

Umûmî hatalarımız kaderde önceden takdir edilen musîbetin şartlarına ulaşmakta ve umûmî musîbetin kazâsına umûmî hatalar fetva verdirmektedir. Elbette ki atâ kânûnuna terettüb edecek olan hasenelerimiz ve sadakalarımız yoksa umûmî musîbete giriftar oluyoruz. Bu musîbette elbette ki sırr-ı imtihan gereği ma’sûmlar da zarar görmektedir. Ancak ma’sûmlar mükâfatını kat kat almakta ve mânevî canipten gelen mükâfatlar ise o ma’sûmların çektikleri acılar ve sıkıntıları hiçe indirmektedir.
İşte bu meyanda îzâhlarla Üstadımız Bedîüzzamân Hazretleri musîbetler, musîbet-i âmme ve hikmetlerini, sebeplerini ve de neticelerini îzâh etmiştir. Şimdi Risâle-i Nûrlardan ilgili yerleri ekleyerek konuya devam edelim inşâallah.


Musibet -i âmme(umumi musibet), ekseriyetin(çoğunluğun) hatasından terettüp eder(meydana gelir). Musibet, cinayetin neticesi, mükâfâtın mukaddimesidir(başlangıcıdır).

Üçüncü sual: Bazı eşhâsın(şahısların) hatasından gelen bu Musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umumî Musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın(insanların çoğunun) o zalim eşhâsın(şahısların) harekâtına fiilen veya iltizamen(taraf olarak) veya iltihaken(katılarak) taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, Musibet -i âmmeye(umumi musibet) sebebiyet verir.

Dördüncü sual: Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur(günahlara keffarat). Masumların ve hatasızların o Musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder?

Yine mânevî canipten elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için(26.söze kader bahsine baktığı için), Risale-i Kadere havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:

Yani, “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.[1]” Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir(bu dünya imtihan ve tecrübe yeri). İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede(cihad) ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne(en yüksek mertebeye) çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne(en aşağıya) girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil’ler, aynen Ebu Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki(yükselme) kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif(imtihan sırrı) bozulacaktı.[2]


Sünûhât’tan konu ile ilgili bir bahis:

1335 senesi Eylül’ünde, dehrin(asrın) hadisatının verdiği yeisle(ümitsizlikle), şiddetle muztarip idim(ızdırap içindeydim). Şu kesif zulmet(karanlık-zulüm) içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada(uyku ile uyanıklık arası bir hal) bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada(peygamberimizinde olduğu bir rüyada) bir ziya(ışık) gördüm. Tafsilâtı(ayrıntıyı) terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir Cuma gecesinde nevm(uyku) ile âlem-i misale(her şeyin görüntüsünün alındığı âleme) girdim. Biri geldi, dedi: “Mukadderat-ı İslâm(islamın geleceği) için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”

Gittim, gördüm ki, münevver(nurlu), emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden(geçmiş âlimlerden) ve a’sârın(asırların) meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip(utanıp) kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:”Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et.”
Ayakta durup dedim: “Sorun, cevap vereyim.”

Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?”(Birinci Dünya Savaşı için soruluyor)
Dedim: ” Musibet şerr-i mahz(hakiki şer ) olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar.

Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm(islamın geleceğinin devamı için) için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle (gelecekteki saadetiyle)telâfi edilecektir.

Zira, şu Musibet, maye-i hayatımız(hayat kaynağımız) ve âb-ı hayatımız(hayat suyumuz) olan uhuvvet-i İslâmiyenin(İslam kardeşliğinin) inkişaf ve ihtizazını(ortaya çıkmasını) hârikulâde tacil(acele) etti.

Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyetle bir saadet-i âcile-i muvakkate(geçici saadeti) kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i müstemirre(gelecekte kararlı bir saadet) bizi bekliyor.

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.
Dediler: “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!”

Tekrar biri sordu: ” Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir(başlangıcıdır). Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet -i âmme(umumi musibet) ekseriyetin hatâsına terettüp eder(bakar). Hazırda mükâfatınız nedir?”

Dedim: “Mukaddemesi(başlaması) üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki(islamın şartlarındaki) ihmalimizdir: salât, savm, zekât.

“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu.

Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim(birikmiş) zekâtı aldı. El cezâu mincinsi’l-ameli(ceza amelin cinsindendir)

“Mükâfat-ı hâzıramız(hazır mükafatımız) ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu(üçte biri) olan dört milyonu velâyet(şehitlik-velilik) derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek(toplu) hatâdan neşet eden(çıkan) müşterek Musîbet ,mâzi(geçmiş) günahını sildi.[3]


İkinci Lem’a’dan hastalıklar ve musîbetlerin hikmetleri ile ilgili bahis:

Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder(safileşir), kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder(mükemmelleşir), vazife-i hayatiyeyi(hayat vazifesini) yapar. Yeknesak(tekdüze) istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz(hakiki hayır) olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz(hakiki şer) olan ademe(yokluğa) yakındır ve ona gider.

Asıl Musibet ve muzır Musibet, dine gelen musibettir. Musibet -i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.

Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında Musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir.

Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler.

Öyle de, çok zâhirî(açık) musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır.

Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur(günahlara keffarat).

Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.

Musîbetin hastalık olan nev’i, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, Musîbet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir(Allahın iltifatı bize yönelmesidir), bir tathirdir.

Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında Musibet şeklini değiştirmiş.

Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir.

Ben şu zamandaki hastalıklı sair musîbetzedeleri-fakat Musibet dine dokunmamak şartıyla-bahtiyar gördüğümden, hastalık ve Musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor.

Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti(bağı) var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar Musibet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor(veriyor), fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.[4]


“Hem de tecrübe ile sabittir ki, ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir, o adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah Musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.[5]

“Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatâlarına binaen, o Musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatâna kefaret ediyor.

Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, kat’î kanaatin gelmiş ki, zahirî musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin(ilahi yardımların) çok tatlı neticeleri var.
“Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır.[6]” çok kat’î bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderî(kader kânununu) değiştirilmez.[7]


Halbuki, hadis-i sahihte vardır ki,(ev kemâ kàl). Yani, “En ziyade Musîbet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridir.” Başta Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm, enbiyalar, sonra evliyalar ve sonra ehl-i salâhat.[8][9]

“Hem de musîbetlerin vakti muayyen olsaydı(bilinseydi), Musîbet başına gelen adam, musibetin intizarında(beklemesinde) o gelen musîbetin belki on mislinden ziyâde mânevî bir Musîbet, o intizardan çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlâhiye tarafından gizli, perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisât-ı kevniye-i gaybiye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki, gaybdan haber vermek yasak edilmiş.[10]

“Hadîste var ki: “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır” derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler.

Âyette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zâlimlere mahsus kalmaz, mâsumlar ve mazlumlar da içinde yanar.”Çünkü, Musibet -i âmmeden mâsumlar harika bir tarzda, yangın içinde selâmette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, Musibet -i âmmede mâsumlar da belâ çekerler.[11]


Hastalıkların ve musîbetlerin hikmeti ve nefsimize ibretli dersler.

“Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve Musibet zahmetini bugün düşünüp muztarip olmak(ızdırap çekmek); hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve Musibet elemini bugün tasavvur edip(düşünüp) sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?

Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah(yön) kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yokken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et” emrini verir, merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder, târümâr eder.

Evet, buna benzersin. Çünkü geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalb olmuş(dönüşmüş). Elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak; ve meşakkati, sevaba inkılâb etmiş. Öyleyse, ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzım gelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler; şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek(gevşeklik yapmak), aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.

Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve “Onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarf ediyorum” de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılâb eder.

İşte, ey sabırsız nefsim! Sen üç sabırla mükellefsin. Birisi, taat üstünde sabırdır. Birisi, mâsiyetten sabırdır. Diğeri, musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu Üçüncü İkazdaki temsilde görünen hakikati rehber tut, merdâne “Yâ Sabûr” de, üç sabrı omuzuna al. Cenâb-ı Hakkın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir; ve o kuvvetle dayan.

İşte, ey musibetzede ve ihtilâfa(ayrılığa) düşmüş ehl-i hak ve ashab-ı hakikat(hak ve hakikat sahipleri)! Bu Musibet zamanında ihlâsı kaçırdığınızdan ve rıza-yı İlâhîyi münhasıran gaye-i maksat(hakiki maksat) yapmadığınızdan, ehl-i hakkın bu zillet ve mağlûbiyetine sebebiyet verdiniz.[12]

“Evet, Risâle-i Nûr, sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdî hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tokatından kurtulmasına bir sebeptir. Çünkü, zaaf-ı imandan(iman zaafından) gelen tuğyan(bozgunculuk), ekseri Musibet -i âmmeyi celb ettiği gibi(çoğunlukla umumi musibeti çektiği gibi), imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risale-i Nur, o Musibet -i âmmeyi dairesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlâhiye tarafından vesile oldu.[13]


Hutuvât-ı Sitte’den

“Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde(insanlıkta) insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar(zorbalar), fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas(atlatıcı şeytan), altı hutuvatıyla(aldatmasıyla) âlem-i İslâmı ifsad(bozmak) için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları(kötü kaynakları) ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.

Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını(makam hırsını), kiminin tamahını, kiminin humkunu(ahmaklığını), kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de taassubunu(tutuculuğunu) işletip siyasetine vasıta ediyor.

BİRİNCİ HATVESİ: Der veya dedirir: “Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader zalim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.”

Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlâhi isyanımız için Musibet verir. Ona rızâdâde olmak, o günahtan tevbe demektir.

Sen ey mel’un! günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek(istiyerek kabul etmek)-neûzü billâh-İslâmiyetten nedamet(pişman) ve yüz çevirmek demektir.

Evet aynı şeyi-hem musibettir-Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız.[14]


“Mânevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum.

Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selâmet ve necatı(kurtuluşu) için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi.

Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır(husisiyetidir).Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu(saflığı) ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne(alçakgönülle) affetmesi; ve bir tek haseneyi(iyiliği), binler seyyiatı(günahı) işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı(kulların hakkını) mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl(azında azı) olan ehl-i dalâlet ve tuğyan(zalim ve kafirler), safdil taraftarla ekseriyet(çoğunluk) teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden Musibet -i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine(şiddetlenmesine) kader-i İlâhiyeye fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler.

Evet, elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâh ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve hasârettir, tokata müstehak eder.

Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.[15]


Hazırlayan: Bâki ÇİMİÇ
Dipnotlar:

[1] Enfâl Sûresi, 8:25
[2] On Dördüncü Söz
[3] Sünûhât
[4] İkinci Lem’a
[5] Divan-ı Harb-i Örfî
[6] Bakara Sûresi, 2:216
[7] Emirdağ Lâhikası
[8] Buharî, Merdâ:3
[9] Yirmi Beşinci Lem’a
[10] Beşinci Şua
[11] Emirdağ Lâhikası
[12] Yirminci Lem’a
[13] Kastamonıu Lâhikası
[14] Hutuvat-ı Sitte
[15] Kastamonu Lahikası

“Musîbet -i Âmme ve Hikmetleri” için 3 yorum

  1. Hayirli gunler musibet-i ammeyle ilgili elimde cok belge ve bilgiler var ama ilgilenecek hocam kim hep lafta kaliyor hersey cozum noktasinda kimse yok sesimi kimseye duyuramadim burayada oylesine yaziyom yine duymayacaksiniz biliyorum cunku hersey allahin elinde belki duyursiniz umuduyla yaziyorum tahkiki iman diye bisey var demi ama hadi buyurun arastiralim taapu gibi elimde belgeler var hemide bu konuyla ilgili. İsmim ahmet konya altinekin telefonum 05373159001 hepinize hayirli

  2. Üstad Sünuhat’ta “Musibet, cinayetin neticesi, mukafatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, su musibetle hükmetti? Musibet-i amme ekseriyetin hatasına terettup eder.” sorusuna karsı cevap olarak soyle bir izahat yapar.
    Cevap:Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât.

    “Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı. El cezâu mincinsi’l-ameli

    “Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir