Mürşid vaziyeti takınmak!

Mürşid olmak başka, mürşid vaziyeti takınmak daha başkadır. Mürşid olmak meşru iken, mürşid vaziyeti takınmak meşru olmayan ve sakil bir tavırdır. Mürşid vaziyeti takınmak, bir sineğin tavus kuşu olarak kendini göstermesi ve kendisinde olmayan tavırlara kalkışması gibi bir hâldir. Risâle-i Nur meslek ve meşrebinde yeri olmayan mürşid vaziyeti takınmak, hâsılı boş ve lüzûmsuz bir gösteriş hâlidir. Risâle-i Nur mesleği, uhuvvet mesleğidir. Bu meslekte “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz.”[1] Çünkü “Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.”[2] 

Bediüzzaman Hazretleri eline konan bir sineğin vaziyetinden ve yaptığı vazifeden etkilenerek  “Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.”[3] diyerek sineğin dahi insana ders vererek irşadına vesile olduğunu belirtir. Risâle-i Nur Külliyatı’nın müteferrik mektuplarında talebelerin mürşid arayışı nazarlara sunulur. Ancak bu mürşid Risâle-i Nur ve şahs-ı mânevî olarak neticelenir. Mesela Barla Lahikası’nda Kuleönü’nde Sofuoğlu Mustafa Hulûsi (r.h.) ağabeyin mektubunda mürşid arayışı ve neticede Risâle-i Nur’un bu vazifeyi yaptığı şöyle ifade edilir: “Ey benim muhterem Üstadım, Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, bazan garba, bazan şimale, bazan semâya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilhâm olundu ki, “Mürşidi sen uzakta arıyorsun. Pek yakınında bulunan Bedîüzzamân vardır. O zâtın Risâle-i Nur’u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem zülkarneyndir, hem âhirzamanda gelecek İsâ Aleyhisselâmın vekilidir, yani müjdecisidir” denildi… Ve herbir Risâle, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir… Şimdi, aziz ders kardeşlerim, bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel ve kutup ararken, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla, keremiyle, lütfuyla, rahmetiyle, Üstad-ı Muhteremin sa’yi ile yüz on dokuz[4] mürşid-i ekmel ve kâmil buldum. Risâletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, yüz on dokuz adediyle, herbirisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.”[5] Bu hakikatin sırr-ı hikmeti şudur ki: “Hem umum müçtehidler “Mütekellimînden birisi gelecek, hakaik-ı imaniyeyi ve bütün mesâili vâzıh bir surette beyan edecek” diye müjdelerini, Risâle-i Nur, hâdisât-ı âlem ile ispat etmiş. Hem bütün her asırda gelen mebuslar, velîler keşfiyatlarında, “Birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek” diye Risâle-i Nur’un şahş-ı manevîsini ve Üstâdımın şahs-ı mânevîsini ve talebelerin şahs-ı mânevîsini görüp, bütün ümmet-i Muhammed’e Risâle-i Nur’un faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azâb-ı kabirden ve âhirzamanda gelecek fitneden, Deccalın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddî ve mânevî tahribatını Risâle-i Nur tamir yaptığını görmüşler.”[6] Öyleyse ey Risâle-i Nur talebeleri “Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kâfidir.”[7]

 Yirmi Sekizinci Lema’da bir mesele de mürşid meselesine temas eder. Meseleye şöyle yaklaşılmış: “Hem hariçteki irşada hevesli zatlar, Risâle-i Nur’un şakirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takva dairesindeki talebeler irşada muhtaç olmadıkları gibi, hariçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşat değildir. Eğer bu şakirtleri severse, evvelâ daire içine girsin, o şakirtlere peder değil, belki kardeş olsun; fazileti ziyade ise, ağabeyleri olsun.”[8]

Bu noktaya bir talebe mektubunda şöyle işaret edilmiştir: “Yirmibirinci Lem’a’da bilhassa kardeş kardeşe mürşid vaziyetini takınamaz noktasına da ehemmiyetle dikkat edelim. Hakikî mürşid Kur’ân-ı Kerim’dir. Bugünün ve yarının mürşidi doğrudan doğruya Kur’ân’ın kuvvetinden çıkagelen Risâle-i Nur’dur. Ben Risâle-i Nur’un rüşdiye sınıfında şu vaziyeti görüyorum. Kitab-ı kâinatın sahifelerinde küçük-büyük, sabit-seyyar, canlı-cansız hesabsız ukdeler, hesabsız birer mürşid. İlk ve son sınıflarda mürşid-i hakikî Kur’ân-ı Azîmüşşan. Kardeşlerim inşâallah içinizde çoklarınız çok yükselirsiniz. Sizlerin omuzlarınızdan öte geçemem. Hulusunuz karşısında teeddüb ederim. Risâle-i Nur’un emri de öyledir. Hattâ ben size değil, belki sizler benim mürşidimsiniz. Hepiniz Risâle-i Nur vasıtasıyla ve ihlâsınız ile benim mürşidimsiniz.”[9]

Elhasıl: Nur talebeleri Risâle-i Nur’u, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ve şakirtlerininin şahs-ı mânevîsini mürşid telakki ederler. Hatta nur talebeleri içerisinde “fazileti ziyade ise, ağabeyleri olsun”[10] sırrına istinaden bazı ağabeyleri de mürşid kabul edebilir. Ancak bu meslek ve meşrep içerisinde hiç kimse “Mürşid vaziyeti takınamaz!” Risâle-i Nur meslek ve meşrebinde yeri olmayan tavır ve vaziyetlere giremez! Çünkü bu mesleğin dört esası “acz, fark, şefkat ve tefekkür”dür. Evet, şu mesleğin yolu daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Bu meslek “Tarikatten ziyade hakîkattir, şerîattir.”[11] Ayrıca bu mesleğin yolu mirac-ı Kur’ânîdir. “Hem o arşa(arş-ı kemalata) çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.”[12] Şu hakikat yolu, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmelidir. Öyleyse bu meslekte “mürşid vaziyeti takınmak” sakil ve merduttur.

Abdülbâkî Çimiç

bkicimic@hotnailç.com


[1] Lem’alar, s.402

[2] Lem’alar, s.402

[3] Lem’alar, s.612

[4] O zaman yüz on dokuz, şimdi yüz otuz.

[5] Barla Lahikası, s.233

[6] Barla Lahikası, s.239

[7] Emirdağ Lahikası-I, s.140

[8] Lem’alar, s.632

[9] G.M. Kastamonu Mektupları, Risale-i Nur şakirdlerinden Hasan Âtıf Mektubu

[10] Lem’alar, s.632

[11] Sözler,s.773

[12] Mesnevi-i Nuriye,s.395

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir