Muhali talep etmemek lâzım…

Muhal, imkânsız olandır. Muhali talep etmek ise, imkânı mümkün olmayanı istemektir. Bir nevi fıtratın zıddına gitmektir. Şeriat-ı fıtriyeyi idrak edemeyip, kendi tevehhüsümüze göre tavır almaktır. Kaderde tayin edilen menfi neticeye kulaç atmaktır. Tevekküle riayet etmeden müsbet netice beklemektir. Zarara kendi rızası ile girmektir. Hatta başkalarını da zarara sokmaktır. Zaman, zemin ve şartlar müsait olmadığı halde, müsaitmiş zannına kapılmaktır. Sünnetullaha derç edilen fıtrî ahvâli ve hikmeti anlamamak ve o hikmetin zıddına iş yapmaktır. Neticede mes’uliyetli ve veballi bir iştir. Konuyu Risalei Nur’dan takip edelim inşâallah. Bediüzzaman’a sual edilir:

Sual: O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.(Her diam güncelliği olan bir suâldir.)

Cevap:  Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar. (Demek her zaman hulus-u niyet fayda vermiyor.)

Sual: Nasıl iyilikten fenalık gelir? (Çünkü iyilik ve fenalık birbirine zıttır. Bu nokta sual edilmiş olmalı.)

Cevap: Muhali(imkânsızı) talep etmek, kendine fenalık etmektir.” [1]  Yani adetullaha muvafık olmayan bir işte müsbet neticeye ulaşılmaz. Mesela “Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran, parça parça olur.”[2] Uçmak niyeti güzel bir fikirdir. Ancak insan uçmaya müsait yaratılmadığı için, netice menfiye çıkar.  Burada uçmak gibi masum ve güzel bir niyette umûmî cereyana muhalefet söz konusudur. Bu muhalefet neticesinde insan param parça olur.  Ayrıca “Bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kānunlarına kesb-i muarefe[3] etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem‑i muvafakatla(muvafakatsızlıkla) cevap verecektir. Ve keza, heyet-i içtimâiyede, umûmî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır.”[4]

Bilindiği üzere “Hayatı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kānun-i fıtrata(yaratılış kanunlarına) muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”[5] Çünkü “Dünyada hayatın hakkı şamil ve âmmdır.”[6] Kâinatta cari olan şer-i tekvini(tabiat kānunları), vasf-ı iradeden(irade sıfatından) gelen meşietle(dilemekle) takdirdir. Tekvinî evamire(yaratılış emrine) itaat, genellikle dar-ı dünyada çeker mükâfat ve cezayı. ”Meselâ, nasıl sabrın mükâfatı zaferdir, Ataletin(tembelliğin) mücazatı sefalet; öyle de, sa’yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikābı(cezası) bir maraz(hastalık), panzehirin sevabı bir sıhhattir.”[7]

Allah’ın kâinatta iki şekilde kānunu ve şerîatı vardır.

Birincisi: İrâde sıfatının tecellisi olarak tekvinî kānunlardır ki, adetullah, sünnetullah, şerîat-ı fıtriye, kevnî şerîat, emr-i tekvîni diye adlandırılır.

İkincisi: Kelam sıfatının tecellisi olarak teklifî kānunlardır ki, buna dini şerîat veya şerîat-ı garra denilir.

Bu iki tarz şerîata ve kānuna isyan ve itâat mümkündür. Her kānuna isyan ve itâatin muhakkak bir cezası ve mükâfatı olacaktır. Aksi halde o kānunun bir mânâsı olmaz. Tekvinî kānunların mükâfat ve cezası ağleben(genellikle) dünyada, teklifi(dinî) kānunların mükâfat ve cezası ise gâliben(çoğunlukla) ahirette verilir.

Evet, kâinatta geçerli olan fıtrî şerîat olarak tarif ettiğimiz tabiat kānunları, Allah’ın irâde sıfatının tecellisidir. Bu tekvîni emirlere(yaratılış kānunlarına) uyanlar genellikle karşılığını mükâfat, uymayanlar ceza olarak bu dünyada görürler. Bir işte sabreden ve zorluklara göğüs geren, dünyada zafere kavuşur. Tembelliğin cezası ve neticesi ise, sefalet ve fakirliktir. “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”[8] sırrıyla gayret edip çalışanlar servete kavuşur. Sebatın neticesinde galibiyet mükâfatına ulaşılır. Zehirin neticesi bir hastalık iken, panzehir zehri etkisiz hale getirir ve sıhhate kavuşturur. Bunlar Allah’ın kâinata koymuş olduğu kānunların neticesidir. Yani bu neticeler kaderde tayin edilen şartların tahakkukudur.

Tertib-i eşyadaki teennî-i hikmete uymak lâzım!

Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada, bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vaz etmiş. Sabırsız adam, teennî ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise, müşkülâtın anahtarıdır ki, ”Hırslı olan kimsenin ümidi boşa çıkar ve hüsrâna uğrar.” “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır.”[9] durub-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakkın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir.”[10]

Bunun sırrı şudur: “Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket etmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz.”[11] Öyleyse “İnsan, santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kānunlarına ve kâinattaki nevâmis-i İlâhiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh, insanın, o kānunlara intisap ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lâzımdır ki, umumî cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı âlemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da, ancak o emir ve nevâhîden ibaret olan ibadetle olur.”[12]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), s.232

[2] Age, s.232

[3] Bir konuya çalışarak aşina olmak, ihtisas sahibi olmak, birbirini tanımak ve alışmak.

[4] İşârâtü’l-İ’câz, s.271

[5] Lem’alar, s.409

[6] Sözler, s.1181

[7] Age, s.1182

[8] Necm Sûresi, 53:39

[9] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:21

[10] Mektubat, s.472

[11] Age, s.460

[12] İşârâtü’l-İ’câz, s.229

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir