Meyelân, İllet-i Tâmme ve Rüçhâniyet

Ne zaman Kader Risâlesi’ni okuduysam hep anlamakta zorlandığım bir bölüm vardır. Bununla da kalmıyor yaptığımız derslerde de bu bölüm her okunduğunda önce bir sessizlik başlıyor ve okuyan kardeşimiz bu kısmın diğer ağabey ve kardeşler tarafından izâh edilmesini istiyorlardı. Açıkçası şahsım adına bu bölümde ben de zorlanıyor ve izâh cihetine gitmiyor sadece Üstâd’ın bu kısım için yazdığı haşiyeye güvenerek okuyor ve geçiyordum.(“Haşiye: Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.)

Daha önce “Tereccûh bilâ müreccih” konusunu üzerinde de bir miktar tefekkür etmiştik. Bu konu da o konu ile aynı yerde olduğu için “meyelan, illet-i tamme, rüçhaniyet” konusundan sonra “tereccuh bila müreccih “ konusu Kader Risâlesinde işlendiğinden olacak ki “tereccûh bila müreccih” konusunun daha iyi anlaşılması bu ön şart kabûl edebileceğimiz yerden geçtiğini de hissettiğimi belirtmek isterim.

Burada bir durumu daha izâh etmek gerekiyor. Bu konu tek başına halledilecek bir konu değil. Mutlaka derinlemesine nüfûz etmek için çok akılların mütalâasına ve tefekkürüne ihtiyaç var. Bizler de bu konuda kesinlikle iddialı falan da değiliz. Hatta burada paylaşacağımız açıklamalarımızın noksan ve yetersiz olduğunu da biliyorum. Sadece evde biraz çalıştığım dersimizin doğru olup olmadığını Risâle-i Nûr talebelerinin şahs-ı mânevîsine arz etmek istedim. Noksanlarımızı ve yetersiz izâhlarımızı inşâallah daha ehliyetli ve kabiliyetli ağabeylerimiz ve kardeşlerimiz tashih edeceklerdir diye inanıyorum.

Şimdi ilgili yeri Risâle-i Nûrlardan alarak başlayalım inşâallah.

“Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelân, Mâtüridîce bir emr-i îtibârîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i îtibârîdi. Öyleyse o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur.Emr-i îtibârî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i îtibârî sübut bulabilir. Öyleyse, o anda onu terk edebilir. Kur’ân o anda diyebilir ki, “Şu şerdir, yapma.”

Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu. Çünkü ilm-i usul ve hikmette, مَالَمْيَجِبْلَمْيُوجَدْkaidesince mukarrerdir ki, “Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.( Sözler,Yirmi Altıncı Söz,s:431)

Cüz-ü ihtiyarî: Cenab-ı Hak tarafından insana verilen arzu serbestliği; dilediği gibi hareket edebilme kuvveti; cüz’i irade olarak terif edilmektedir.

Meyelan: Meyletme, bir tarafa eğilme, eğilim diye bilinmektedir.

Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelân konusunda Mâtüridî ve Eş’arî imamları birkaç noktada farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Mâtüridî meyelana “emr-i îtibârîdir, abde verilebilir” demiş. Emr-i îtibârî; ”hakikatte olmadığı halde var olduğu kabul edilen emir ve iş” olarak kabul edildiğinden vehmi kabul edilmiş ve bu meyelanın kula verileceğine hükmetmiştir.

Eş’ari ise meyelana emr-i îtibârînazarıyla bakmamış mevcut yani gerçekte var ve yaratılmış olarak bakmış ve kula vermemiştir. Ancak Eş’ari meyelandaki tasarrufu kula vermiştir.

İnsan irâdesinin bir emr-i nisbî (Bir diğerine göre var olduğu kabul edilen iş, olgu. Kendi başına varlık sahibi olmayan iş.) olduğunu net ve açık bir şekilde düşünce sisteminin temeline yerleştiren ise Bedîüzzamân olmuştur.

Hülasa: Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelâna Maturidi emr-i îtibârî olarak baktığı için onu kula verirken; Eşari ise emr-i îtibârîyi mevcut kabul ettiği için kula vermemiş ancak meyelandaki tasarrufu emr-i îtibârîkabul ettiği için onu kula vermişti.

Maturüti meyelena emr-i îtibârî derken, Eş’ari meyelandaki tasarrufa emr-i îtibârîdemiştir.Bediüzzaman ise meyelanı emr-i nisbî olarak kabul etmiştir

Bir örnekle anlaşılmasına vesile olmaya çalışırsak;

Dünya üzerinde meridyen ve paralel daireleri gerçekte yoktur. Ancak her hangi bir yerin konumunu bulmak ve dünyayı daha iyi öğrenmek için bu dairelerin var olduğu kabul edilir ve haritalara, dünya küresine gerçekte olmadığı halde var olarak çizilmiştir. İnsanlar bu vehmi çizgileri kullanarak bilgilenirler ve istifade ederler.

Maturidi işte bu daireleri îtibârî bir emir olarak kabul etmiş ve bu dairelerin hakikatte olmadığı halde var olarak düşünülmesini ve o dairelerin kullanılarak ilim öğrenilmesini yani kullanılmasını ve îtibârî halini kula vermiştir.

Eş’ari ise o çizgilerin ve dairelerin hakikatte mevcut olduğunu kabul etmiş, mevcut olan o çizgileri kula vermemiş Allah’a vermiş ve bu çizgileri emr-i îtibârî kabul etmemiş, ancak mevcut olan ve var olan o dairelerin kullanımını emr-i itibari kabul ederek o tasarrufu kula vermiştir. İşte kısaca iki imam arasındaki fark budur.

Bedîüzzamân’a göre ise meyelan; “Öyleyse o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i îtibârî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref etsin.”

İşte o meyelan ve tasarruf bir emr-i nisbî yani “bir diğerine göre var olduğu kabul edildiği iş” olduğundan kesin ve muhakkak bir vücud-u harici yani dış görünüşü yoktur.Çünkü mevcut olmayan bir şeyin dış görünüşü olmaz.Emr-i îtibârî ise illet-i tâmme ( yani “her hangi bir şeyin var olması için gereken sebeplerin tamamı”) istemez ki,illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücup –vaciplik,gereklilik-ortaya girip ihtiyari ref etsin kaldırsın.

Buradan şunu anlayabiliriz. Bir şey eğer vücud sahibi ise illet-i tâmme dediğimiz bütün şartlarının tamam olması gerekir ki ondan sonra irâde ve kudret-i Rabbâniye ile vücuda gelebilsin. Emr-i îtibârî kabul edilen meyelanda ise illet-i tâmme gerekmez. Çünkü hakîkatte vücudu yoktur. Onun içinde mevcut değildir. Mevcut kabul edilmeyen ve dış görünüşü olmayan meyelan için yüz şartın lüzumu yani illet- tâmme gerekmez. İllet-i tâmme olsaydı o zaman meyelan vücudî ve sabit olarak kabul edilir ve oradaki yüz şarttan birisi de ihtiyar olurdu. Çünkü irâde-i cüziye irâde-i külliyeye bir şart-ı adî olduğu için vücudun yaratılması için irâde tasarrufu bir şarttır. Meyelanı emr-i îtibârî olarak kabul ettiğimiz takdirde ki öyle kabul ediyoruz o zaman mevcut durum olarak ona bakamıyoruz. Böylece emr-i îtibârînin illet-i tâmme gerektirmediğini kabul ediyoruz.

Rüçhaniyet meselesi ile devam edelim: “Belki o emr-i îtibârînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i îtibârî sübut bulabilir. Öyleyse, o anda onu terk edebilir. Kur’ân o anda diyebilir ki, “Şu şerdir, yapma.”

Evet, yukarıdaki paragrafta da önemli kavramlar var.

O emr-i îtibârînin illeti-sebebi-bir rüçhâniyt-üstün olma hali, üstünlük-derecesinde bir vaziyet alsa, o emri îtibârî (hakikatte olmadığı halde var olduğu kabul edilen emir ve iş) sübut-sabit olma, gerçekleşme-bulabilir.

Demek oluyor ki emr-i îtibârînin gerçekleşmesi ve sabit olması için bir illet gerekiyor o illet ise bir rüçhâniyet derecesinde yani üstünlük derecesinde bir vaziyet alması gerekiyor. İşte o anda insan onu terk edebilir “Kur’ân ona bu şerdir, yapma der” ki işte hakîkî rüçhâniyet burada Kur’ân’a geçmiş olur.

Buradaki “rüçhâniyet” meselesi üzerinde biraz duralım inşâallah. Konuyu birkaç cihetten değerlendirmek gerekiyor sanırım.

1.Düşünelim ki bir altın ve bir de gümüş iki kalem var. Şimdi burada emr-i îtibârînin gerçekleşmesi ve sabit olması için bir illet gerekiyor. İşte buradaki illet ise bir rüçhâniyet derecesinde altın kalem olsun. Buradaki rüçhâniyete irâde-i cüziyye dediğimiz emr-i îtibârî meyelanı vuku bulurken eğer bu meyelan nefsin ve hissin meyelanından da gelebilir. Diyelim ki bu meyelan rüçhâniyet kazanmış olan altın kalemi çalmak için kullanıldığı takdirde hemen Kur’ân devreye giriyor ve o kişiye “Şu şerdir, yapma” der. Böylece emr-i îtibârî için rüçhâniyet Allah’ın emrine geçmiş olur ve kişi onu terk edebilir. Çünkü emrin olduğu yerde rüçhâniyet emre aittir. Kul burada emr-i îtibârîyi şer olan ve rüçhâniyet gördüğü nefsin ve hissin meyelanından yana mı yapacak veya Allah’ın emri doğrultusunda mı yapacak işte imtihan da burada başlıyor.

2.Diyelim ki kalemlerin ikisi de altın olsun. Emr-i îtibârî olan meyelan burada mübah olan bir alışveriş yapacak olursa iki eşit kalemden birisini tercih edecek demektir. İlle de kalemlerde bir üstünlük aramayacaktır. Ancak emr-i îtibârî illeti için ise bir rüçhniyet aranacaksa bu durumda yani iki eşit durumda rüçhâniyet emr-i îtibârîolan meyelana ait olmuş olacaktır. Burada da “tercih bila müreccih caizdir” kaidesi geçerli olacaktır. Yini iki eşit şeyden birisini tercih ederken irâde-i cüziyye bir rüçhâniyete sahip olarak eşit kalemlerden birisini alacaktır. Çünkü bu alışverişin şer ciheti yoktur ki Kur’ân ona yasak emri ile “Şu şerdir, yapma.”desin ve rüçhâniyete sahip olsun.

3.Şimdi de biri altın ve biri de gümüş iki kalemden birini mübâh olan alışveriş niyeti ile birisi tercih edip alacak olursa sonuç nasıl olabilir.

Eğer emr-i îtibârî meyelanı için altın kalemin rüçhâniyeti nedeniyle onu alacak kişi için almaması için başka rüçhaniyet yoksa –emir,fakirlik,v.b.-normal şartlarda altın kalemi alabilir.Ancak parası yok ve fakir ise rüçhâniyet fakirlik ciheti ile emr-i îtibârîye bir sübut ve illet olacaktır ve kişi gümüş kalemi tercih edecektir.

Fillerin yaratılması ve ihtiyara bakan vechesi.

Şimdide şu cümleye bakmaya çalışalım.” Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu.”Evet bir kul fillerinin yaratıcısı durumunda olsaydı ve bir fiilin icad edici konumunda bulunsaydı işte o durumda ihtiyarı ortadan kalkardı. Bu durumu yine Risâle-i Nûrlardan anlamaya çalışalım.Önce fiillerin yaratılması ,illet-i tâmme ve fiillerin yaratılması için illet-i tâmmeden sonra irade ve Kudret-i rabbaniye cihetlerine bakalım.

“Çünkü ilm-i usul ve hikmet مَالَمْيَج;بْلَمْيُوج ْ kaides ince mukarrerdir ki, “Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.”

Bir şeyin vücudu vacip yani gerekli olmazsa o şey vücuda gelmez. Bu bir kâide-i ilm-i usulün yerleşmiş bir kaidesidir. Bir şeyin vücut bulabilmesi ve o şeyin illet-i tâmme dediğimiz” her hangi bir şeyin var olması için gereken sebeplerin tamamı” bulunacak ki ondan sonra vücuda gelmesi gerekir. Yani vücut için illet-i tâmme şarttır. (Tabi ki ihtiyari kader dairesinde.Yoksa Allah bir şey yaratacağı zaman sadece ol der ve o da oluverir.)

İllet-i tâmme ise malülü yani illeti ,zaruri olarak, mecburen ve bilvücup yani olması gereken ve vacip olanı gerektiriyor.İşte o vakit ihtiyar kalmaz.O halde konuyu 17.Lema’dan anlamaya çalışalım ve önce fiillerin yaratılması ve illet-i tâmme zaruteti sonra ise irade ve kudret-i Rabbaniye boyutuna bakalım..

Şöyle ki; “Bir nimetin vücudu, o nimetin umum şartlarına bakar. Hâlbuki o nimetin yokluğu, bir tek şartın yok olmasıyla oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin yokluğuna sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şartların vücuduna yetişmekle beraber, illet-i hakikî(hakiki tesir sahibi) olan kudret ve irâde-i Rabbâniye(Allah’ın irâdesi, dilemesi) ile vücuda gelir. (17.Lema)

Demek ki bir fiilin yaratılması için yüz şart gerekirse bizim meylimiz ve istememiz(ihtiyarımız) sadece bir şarttır. Doksan dokuz şart yerine gelse, bir şart eksik olsa o şartlar tamamlanmaz, eksik olur. Yani illet-i tâmme olmaz. İllet-i tâmme için yüz şartın da yerine gelmesi gerekir. Ancak yüz şart yerine gelse acaba o fiil vücut bulabilir mi? Hayır bulamaz. Çünkü hakiki tesir sahibi olan Allah’ın iradesi ve kudreti tecelli etmeden o fiil vücut bulamaz ve yaratılmaz. Onun için sebeplerin hiçbir tesiri ve icat kabiliyeti yoktur. Bizim irade-i cüz’iyyemiz de sebeplerden sadece birisidir. Ancak Allah bizim cüz-i irademizi kendi külli iradesi ve kudretine bir şart yapmıştır. Böylece fiillerin yaratılmasında ve vücut bulmasında hak dava edemeyiz, ancak kötülüklerden mesul oluruz. Çünkü kötülükler yüz şarttan bir şartın eksik kalmasına hakiki sebep olur ve illet-i tâmme tamamlanmamış olur. Bu nedenle kötülükler tahrip ve şer olmuştur. Yüz şart yerine gelecek ki ondan sonra Allah’ın irâdesi ve kudreti o fiilin yaratılmasına taalluk etsin.

İLLET-İ TAMME Bir şeyin meydana gelmesi için gerekli bütün şartların eksiksiz olarak bulunması.

Kader Risalesi’nde şöyle buyrulur:

“Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.” (Sözler)

Bir şeyin meydana gelişi dört illete bağlıdır.

a-) İllet-i failiyye: O şeyi meydana getiren, yapan kişi,

b-) İllet-i ğaiyye: O şeyin meydana getiriliş gayesi.

c-) İllet-i maddiye: O şeyin meydana getirilişinde kullanılan araç ve gereç.

d-) İllet-i suriyye: O şeyin meydana getirilmesinden önce, tasarlanan projesi.

Örnek: Bir bina düşünelim, bu binayı yapan bir mühendis veya usta vardır. Ona illet-i failiyye denir. Mühendis binayı yapmadan önce, binanın şeklini zihninde canlandırmıştır. Bu zihinde planlanan şekle illet-i suriyye denir. Binanın yapılışının bir gayesi vardır. Bu gayeye illet-i gaiyye denir. Binanın yapılabilmesi için, kum, çakıl, çimento, demir gibi malzemeye ihtiyaç vardır. Bunlara da illet-i maddiye denir.

Bir şey hakkında illet-i tamme tahakkuk ettiğinde o şey (ma’lul) mutlaka meydana gelir. Bir başka ifadeyle, o şeyin meydana gelmesi vacip olur. Meselâ, görme fiilinin gerçekleşmesi için göz olmalı, görür hâlde bulunmalı, ayrıca ışık da olmalıdır. Ama bunlar yeterli değildir. Yani bunlarla illet-i tamme vücut bulmaz. Bir de kişinin görmeyi irade etmesi ve bu maksatla gözünü açması gerekmektedir. Eğer bu şart da tahakkuk ederse görme olayı kesin olarak gerçekleşir.

Demek ki, her şeyi Allah yaratmakla birlikte, ihtiyarî (kulun tercihine bırakılan) bir fiilin yaratılmasında kulun o fiile meyli de gereklidir; ancak o taktirde illet-i tamme söz konusu olur; O meyil, o irade olmasa fiil yaratılmaz.

Izdırarî fiillerde durum böyle değildir. Allah bir şeyi yaratmak istediğinde onun olmasını irade eder, Kur’ân’ın ifadesiyle “ona ‘ol!’ der; o da oluverir.” Zira oluş için gerekli şartlar tamamdır, illet-i tamme vücut bulmuştur.

Cebriyeciler aynı şeyi ihtiyarî fiiller için de düşünürler. “Bu fiilleri irade eden de yaratan da Allah’tır” derler. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “O vakit ihtiyar kalmaz.” Mutezile ise “Kul fiilinin hâlıkıdır.” demekle, Cebriyenin zıddı bir yolda gitmiş olsalar bile bu noktada onlar da kulun ihtiyarını ortadan kaldırmış oluyorlar. Zira, insan iradesi iyiliği ve kötülüğü seçme yetkisine sahip iken güya Cenab-ı Hakk’ı tenzih fikriyle kulu fiilinin yaratıcısı ilan etmekle onun seçme hürriyetini bir bakıma ortadan kaldırmış oluyorlar.

Mademki insan ruhuna cüz’î irade verilmiş ve ona iyiyi de kötüyü de tercih edebilme hürriyeti tanınmıştır, o hâlde, bu dünya imtihanının bir gereği olarak, kul iradesini serbestçe kullanabilmelidir. Nitekim, kul, hayrı irade ettiğinde Allah hayrı yaratır, şerri irade ettiğinde de şerri yaratır.

İnsan iradesine böyle bir tercih hakkının tanındığı konularda, kul bu tercihini kullanmadığı müddetçe, diğer bütün şartlar mevcut olsa bile illet-i tamme vücut bulmaz ve o şey yaratılmaz. (Son kısım alıntıdır)

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir