Önce şunu ifâde etmek gerekir. Bizim için en önemli mes’ele Rabbimizi tanımak ve O’nun (cc) marziyât-ı İlâhîsini anlamak olmalıdır. Yani Yüce Rabbimizin Kelâm-ı Ezelî’sindeki marziyâtını doğru olarak anlamak ve yaşamak. Peki, Kur’ân’ı asrımızın idrâkine uygun doğru olarak anlayacak yeterli ilim bizlerde var mı? Elbette ki yok. İşte buna binâen Kur’ân’ı ve sünnet-i Resûlullah’ı (asm) doğru olarak anlamak ve yaşamak için Yüce Allah her asırda bir müceddid-i din göndermiş ve bu müceddidler kendi asırlarının anlayışına ve fehimlerine göre Kur’ân’ı ve sünneti tefsîr etmişlerdir.
Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri de çok delillerle bizim kanaat ve kabûlümüze göre müceddid-i âhirzamândır. Bizler de yaşadığımız asrın müceddidini dikkat-i nazara alarak tâbî olmuşuz. Burada dikkat etmemiz gereken nokta Kur’ân’ı kendi asrımıza göre anlamaya çalışmaktır. Öyleyse mes’ele Kur’ân’ın tecdîd edilmesi husûsudur. Eğer nazarlarımızı Kur’ân’ın kudsîyetinden başka noktalara çevirirsek; marziyât-ı İlâhî olan kelâm-ı ezelîden koparırsak işte burada hata yapmış oluruz. Okuduğumuz Risâle-i Nûr da Kur’ân’a ayna olmalı, gölge olmamalıdır. Çünkü ”Cumhûru, burhandan (delilden) ziyâde, me’hazdeki (menba’daki) kudsiyet imtisâle (uymaya) sevk eder. Müçtehidînin (içtihâd âlimlerinin) kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı. Meselâ, hükmün me’hazı olan şerîat kitapları melzûm (lüzûmlu kılınmış) gibidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır (lüzûmlu, gereklidir). Muharrik-i vicdân olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır (lüzûmlu olmanın zarûretidir). Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdân lâkaytlığa alışır, cumûdet (katılık) peyda eder.”1
Demek ki bütün nazarlar me’hazdaki kudsiyete çevrilmelidir. Çünkü en te’sîrli olan me’hazdaki kudsiyet olan lâzımın lâzımıdır. Bu hakîkat ortada iken bizler Kur’ân’ı anlamak için Risâle-i Nûr’u okumalıyız. Yoksa Risâle-i Nûr’u anlamak için Risâle-i Nûr okumaya kalkışırsak me’hazdaki kudsiyetten yanî Kur’ân’ın kudsiyetinden uzaklaşmış olabiliriz. Ya’nî cumhur en kudsî olarak Kur’ân’ı biliyor. Risâle-i Nûr okumamızın altında yatan esâs saîkin Kur’ân’ın kudsiyeti olduğunu ve Kur’ân’ı anlamanın yattığını muhataplarımıza anlatmamız gerekiyor.
Şimdi hakîkat-i hâl bu iken birileri Kur’ân size yetmiyor mu? Niçin Risâle-i Nûr’u okuyorsunuz diyorlarsa bu serzeniş haklı ve de doğru değildir. Çünkü okuduğumuz Risâle-i Nûr Kur’ân’ı ve marziyât-ı İlâhîyi anlamak için birer vesîledir. Halbûki ”Vesîlenin mâhiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Mâdem neticesi rızâ-yı İlâhîdir ve mayası ihlâstır; o küçük değildir, büyüktür.” 2 İşte bu sırrı nazarlardan kaçırmamalıyız. Önemli olanla olmayanın yerlerini değiştirmememiz gerekir. Ya’nî maksâd-ı hakîkî ile vesîlenin yerlerini değiştirmemek gerekir.
Esâsında cumhurun vicdânını harekete geçirecek olan me’hazdaki kudsiyettir. Bu cihet ise tamâmen Kur’ân’a âittir. Çünkü vicdân doğrudan doğruya me’hazdaki kudsiyet ile harekete geçiyor. Bedîüzzamân Hazretleri’nin Risâle-i Nûr ile Kur’ân arasından kendi fanî ve çürütülebilir şahsiyetini çekerek “Saîd yoktur, Saîd’in ehliyeti de yoktur, konuşan yalnız hakîkattir.” demesinin altında yatan sır da budur. Bütün hakîkati ile nazarları ve vicdânları Kur’ân’a çevirmek gerekir. Bedîüzzamân Hazretleri de bunu yapmıştır. Çünkü “Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı.” 3 sözü çok mühim bir hakîkattir.
Bu konuyu şu üç açıdan değerlendirdiğimiz takdirde mesele vuzûha kavuşacak demektir:
* Meselâ, hükmün me’hazı olan şeriat kitapları melzûm (lüzûmlu kılınmış) gibidir.
* Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır. (Gereklidir. Varlığına ihtiyaç olunandır.)
* Muharrik-i vicdân olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. (İster istemez lüzûmlu olan, varlığı mecburî olandır.) 4
Buradan şunları anlıyoruz. Melzûm, Kur’ân’ın tefsîrleridir. Lâzım, Kur’ân’dır. Lâzımın lâzımı, Kur’ân’ın kudsiyetidir.
Meselâ, Risâle-i Nûr, melzûmdur. Nasıl olmalı? “Vesîle gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı.” Kur’ân, lâzımdır. Çünkü melzûm olan Risâle-i Nûrların hükümlerinin me’hazıdır. Muharrik-i vicdân olan kudsiyet ise lâzımın lâzımıdır. Ya’nî bütün mesele vicdânların muharriki olan Kur’ân’ın kudsiyetini nazarlara sunmak olmalıdır. İşte Üstad Bedîüzzamân Hazretleri bunu yapmış, bütün şeffâfiyet ile Asr-ı Saadetteki Kur’ân’ın kudsiyetini tekrâr bu zamanda nazarlara ve vicdânlara göstermeye çalışmıştır.
Bir kardeşimizin bu konuya katkısı da şöyledir:
Melzum: Lazım kılınan
Lâzım: Lazım kılan
Cümleye bu anlamda bakacak olursak;
Şeriat kitapları lazım kılınan yani Kur’ân tarafından lazım kılınan,
Kur’ân ise lâzımdır yani lazım kılandır, şeriat kitaplarını lazım kılan,
Kudsiyet ise lâzımın lâzımıdır yani Kur’ân’ın sahibi olan Allah Kur’ân’ı lazım kılandır yani nazil edendir.
Şimdi avamın zihni melzumdan lazıma hayal meyal, lazımın lazımına ise nadiren intikal eder. Yani avamın zihni, onları asıl ittibaya sevkeden olan Allah’a, şeriat kitaplarını okurken nadiren intikal ediyor demektir. Eğer şeriat kitapları Allah’a vurgu yapmazsa ve kitapları bir vekil haline gelirse cumhur onlara ittibaya yönelmeyecek demektir. Bu yüzden kitaplar her zaman Allah’a vurgu yapmalı nazarları sürekli olarak Kur’ân ve Allah’a çevirmelidir(saidmansur)
Eğer muharrik-i vicdân (vicdanı harekete geçirecek) olan kudsiyet ya’nî lâzımın lâzımı, hakîkati ile nazarlara ve vicdanlara gösterilmez ise o zaman “Mantıkça mukarrerdir (kararlaştırılmıştır) ki, zihin, melzûmdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir (tabiî olmayandır).” 5
Yâni ”Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdân lâkaytlığa alışır, cumûdet (sertlik, cansızlık) peyda eder.
Eğer zarûriyat-ı diniyede (dinin uygulanması zarûrî olan emirlerinde) doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisâl (benzemeye teşvik etmeye) ve mûkız-ı vicdân (vicdanı ikaz eden) ve lâzım-ı zâtî (varlığının gereği ve lüzûmu) olan kudsiyete intikal ederdi. Ve bu sûretle kalbe meleke-i hassasiyet (dikkat, ihtimam, titizlik alışkanlığı) gelerek, imânın ihtâratına karşı asam (sağır) kalmazdı.”6
Evet, bu mesele çok mühim ve bir o kadar da anlaşılmayı bekliyor. Çünkü ”Cumhûru, burhandan ziyâde, me’hazdeki kudsiyet imtisâle (uymaya) sevk eder.” O halde avâm-ı nâsın etkilenmesinin altında yatan sır da bu olmalıdır. Çünkü vicdânlar, akıllar, kalb ve rûhlar ancak ve ancak Kur’ân ile harekete geçiyor ve Kur’ân’a i’timâd vicdânlarda mükemmel olarak tesîr-i azimini gösteriyor.
Öyleyse bütün nazarları lâzımın lâzımı ve muharrik-i vicdân olan kudsiyete çevirmeliyiz. Risâle-i Nûr bu vazîfeyi en mükemmel olarak yapıyor. Yeter ki o hakîkatlere, şeffaf ve berrak olan vesîleye gölge olunmasın, yeter. Sadeleştirme meselesine girişenler meseleyi bir de bu noktadan değerlendirmeye almalıdır. Yoksa me’hazdaki kudsiyeti ve en şeffaf olan melzûmu kirletmiş olacaklardır. Böylece me’hazdaki kudsiyet vicdanları harekete geçiremeyeceği için vicdân lâkaytlığa alışır, cumûdet (katılık) peyda eder. Bu da mes’uliyetli bir iştir.
Bâkî ÇİMİÇ-12.03.2012
Dipnotlar:
1- Eski Saîd Eserleri (Sünûhât), 2009, s: 481.
2- Lem’alar, 2005, s. 383
3- Eski Saîd Eserleri (Sünûhât), 2009, s: 481.
4- Eski Saîd Eserleri (Sünûhât), 2009, s: 481.
5- Eski Saîd Eserleri (Sünûhât), 2009, s: 481.
6- Eski Saîd Eserleri (Sünûhât), 2009, s: 481.
http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=5685