Kırk vecîhle mu’cîze olan Kur’ân elbetteki ayetlerinin dizilişi, akıcılığı ve güzelliği ile de mu’cîzedir ve dinleyenleri hayrette bırakır.
Nasıl bir saatin sâniye, dakika ve saati sayan milleri belirli bir gâye için birbirinin nizâmını tekmil eder bir düzen, ölçü ve nizâmla yapılmış, teşkil edilmiştir. O miller zamanı ölçmek için yapılmış olmakla berâber zamanın ayrı ayrı birimlerini, ölçülerini de gösterir bir tarzda imâl edilmiştir.
Bunun yanında ma’nânın mükemmeliyetine hizmet eden kelime ve harfler aynı zamanda öyle dizayn edilmişlerdir ki, hem ifâdenin akıcılığı mükemmeldir; hem de sıralanışlarındaki hikmetlerin sakladığı tevâfukata dair sırları da bünyelerinde taşımaktadırlar. Bu da Kur’ân’ın i’câzını gösteren ve o i’câza hizmet eden husûsiyetlerden biridir.Bu konuda Bedîüzzamân Hazretleri paragrafın devamındaki ilk misalde Enbiya Sûresi’nin 46. âyetini nazara vermektedir:
Meselâ: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ(And olsun ki, Rabbinin azabından küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa.)
Evet, Kur’ân mânen, üslûb-u beyân cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selis bir fesâhati vardır. Fesâhatin kat’î vücuduna, usandırmaması delildir. Ve fesâhatin hikmetine, fenn-i beyan ve maânînin dâhi ulemasının şehadetleri bir burhan-ı bâhirdir.Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’ân, onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.
Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâdır; ve rûha mâ ve ziya ve nüfûsa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur’ân hak ve hakîkat ve sıdk ve hidâyet ve harîka bir fesâhat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhâfaza ettiği gibi, tarâvetini, halâvetini de muhâfaza ediyor. Hattâ Kureyş’in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: “Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte, Kur’ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesâhatinden hayran oluyorlar.(25.Söz)
Her bir masnû, yüce Allah tarafından öyle sanatlı, nakışlı ve güzel yaratılmış ki o masnûya bakan her akl-ı selim hayrette kalıyor ve güzellik karşısındaki çekicilik ve akıcılık ve de uyum karşısında hayretini saklayamıyor. Böylece yaratılan masnûlar Kur’ân’ın cezâlet ve fesâhat mucizelerinden birer numune taşıyor gibi akıcılık, güzellik ve hayret verici sanatları ile hâlıkını gösteriyor. Her keskin kalbli olanları hayrette bırakarak mucize-i kudret olduklarını gösteriyorlar.
İşte Kur’ân’ın lafzındaki cezâlet ve fesâhattan kitab-ı kâinat olan âlemdeki cezâlet ve fesâhate pencere açmak farklı bir bakış açısı olur düşüncesindeyim.