Ramazân ayı oruç ayı olmakla birlikte aynı zamanda da Kur’ân ayıdır. Çünkü Kur’ân’ın semâ-i arza nüzûl edildiği ay ramazân ayında Leyle-i Kadirdir. Leyle-i Kadir’de Kur’ân inzâl-i kütüp olarak bir seferde semâ-i arza inzâl etti ve sonra da arz semâsından parça parça yirmi üç yılda nüzûl oldu.
“İnzalin anlamı şudur: Kur`ân, bir bütün olarak Kadir Gecesi’nde bir anda Levh-i Mahfuz’dan dünyâ Semâ’sına indirilmiş bir kitaptır; dolayısıyla ğayb âleminden şehâdet âlemine yapılan bir hitâbtır.
Nüzûl’un, inzâlden farklı olan en önemli yanı, inzâl gibi bir anda değil, zamanla, zamana yayılarak, peyderpey, ardı arkası kesilmeden süre giden bir süreye ve sürece işaret etmesidir.
O halde, inzâl, vahyin, Allah’ın kudret ve kuvvetinin tecellini ettirdiği fiilin kendisi, nüzûl ise Allah’ın takdirinin, kudret, kuvvet ve ilâhî iktidârının adım adım tercüme ve tezâhürünün gerçekleşme sürecidir.“
Esâsında Ramazân ayına Kur’ân ayı olarak bakılmasının ve bu ayı bin aydan daha hayırlı ve bereketli kılan Kadir Gecesi’nin bu ayın içinde saklı olması ve oruçla birlikte bu ayda müslümanlar kulluğun zirvelerine çıkarak Rablerine yaklaşmalarının sırrı aralanmış olmalıdır.
Oruç öncelikle nefsin firavunluğunu kırarak nihayet acziyetin ve fakriyetin zirvelerine bizleri çıkarıyor. Böylece insana Rabbini ve bütün nimetlerin hakîkî sahibini bildiriyor ve bu ay Kur’ân’ın bereketi ile bereketleniyor. Kadir Gecesi ile de Müslümanlar seksen yıllık bir ibâdet kazanma bahtiyarlığına kavuşuyor. Ne mutlu Ramazân ayını hakîkati ile idrâk edebilenlere.
Ya Rab, bizleri Kur’ân ayı olan bu ayı hakkıyla idrâk edip değerlendiren kullarından eyle, bizleri şahs-ı mânevîyenin bereketinden mahrum bırakma.
Evet, belki Kur’ân’ın asırlardır çok tâ’rîfleri yapıldı. Bu zamana kadar yapılan Kur’ân tâ’rîflerinin en mükemmelini Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin Risâle-i Nûr Külliyatında Yirmi Beşinci Söz ve İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde okuduğumu ifâde etmek isterim.
Esasında imkânımız derecesinde Yirmi Beşinci Söz’deki Kur’ân tâ’rîfi cümlelerinin açılımını yapabilirsek dahâ istifâdeye medâr olacak ümîdindeyim. Bu çalışmamızla bir nebze o tâ’rîften izdüşümleri aralamaya çalışacağız inşâallah.
*”Kur’ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,(Sözler,2004,s:589)”
:Kur’ân, şu büyük kâinat kitabının ezelde takdir edilen rabbimizin marziyatı ve maksadının bir tercümesidir. Ezel Allah’ın geçmiş, hâl ve geleceği an olarak tuttuğu ve an olarak hükmettiği caniptir.
Allah ilm-i ezelisinde kâinat için irâde etmiş olduğu bütün maksatlarını Kur’ân’da bildirmiş olduğundan o mukaddes kitabımız olan Kur’ân, kâinatın şifrelerini ve maksatlarını tercüme etmekte ve îzâh etmektedir.
Allah’ın kelâmı olan ve bütün varlıkların mânâ, mâhiyet ve vazifelerini açıklayan mevcûdâtın tercümesi hükmündeki olan Kur’ân-ı Kerîmdir. Bu kitapla yüce Allah büyük kâinat kitabının ezelî tercümesini yaparak bizlere bildirmiştir.
*” Kur’ân; âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi. (Sözler,2004,s:589)””
Âyât-ı tekviniye; Yüce Rabbimizin Kâinata koymuş olduğu kànunlardır. Biz bu kànunlara adetullah, sünetullah, fıtrî şeriat ve ya kevnî şeriat da diyoruz.
Yüce Allah’ın kâinata koyduğu yaratılış kànunlarını okuyan, îzâh eden ve bize bildiren de Kur’ân’dır. Bu ayetleri çeşitli lisânlarla tercüme ederek yüce yaratıcımız Allah(cc) bize bildirmekte ve Efendimiz Hz.Muhammed (sav) de bu kâinatın fıtrî kànunlarını ve gizli hazînelerini Kur’ân’dan okuyarak hem yaşamış hem de bizlere okumuş ve tercüme etmiştir.
Öyleyse bütün ilimleri fen ve felsefe de dâhil, okumak ve anlamak için Kur’ân’a müracaat etmeliyiz. Kur’ân’ı anlamak ve bu ilimleri fehmetmek bizim için zor olabilir. Bu durumda da Efendimiz (sav)’e ittiba etmeli ve O’nun her asırda veresesi (vârisi) hükmünde olan âlimlere ve müceddidlere uymalıyız ki Kur’ân’ın mütenevvi (çeşitli) ilimlerinden ve kâinatı okuyan tercümesinden mahrum kalmayalım.
*” Kur’ân; şu âlem-i gayb ve şehâdet kitabının müfessiri(Sözler,2004,s:589)”,”
Âlem-i gayb, görülmeyen âlemdir. Yâ’nî bizim şahit olduğumuz ve içinde yaşadığımız âlemin dışında olan ve göremediğimiz âleme âlem-i gayb diyoruz.
Âlem-i şehâdet; gözle görülen âlem, dünya ve ya kâinât olarak tâ’rîf edebiliriz.
İşte Kur’ân şu âlem-i gayb ve şehâdetin ve kâinat kitabının müfessiri, tefsiri, tâ’rîf edicisi, izâh edicisi ve mükemmel olarak açıklayıcısıdır.
Müfessir, tefsir eden, izâh eden, anlayabildiği mânâyı söyleyen demektir. İşte Kur’ân gördüğümüz ve görmediğimiz âlemlerin müfessiri ve izâh edicisidir. Elbette ki Kur’ân’ın bizim anlayamadığımız cihetlerini Efendimiz (sav) ve O (sav)’nun neslinden her asırda gelen müceddidler tefsir etmişler ve bizlere îzâh etmişlerdir. Bunların en önemlilerinden bir tanesi ve asrımızın müfessiri de Bedîüzzamân Saîd Nursî’dir. Tefsiri de Risâle-i Nûr Külliyatıdır.
*” Kur’ân; zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazînelerinin keşşâfı, (Sözler,2004,s:589)”
Evet, Kur’ân yeryüzünde ve gökyüzünde gizli olan Allah’ın güzel isimlerinin ve mânevî hazînelerinin keşfedicisidir.
Esmâ-i İlâhiye, Allah’ın güzel isimleridir. Kâinat bu güzel isimlerin tecellileridir. Kur’ân mâdem kâinatı okuyor ve anlatıyor, öyleyse zahiren gizli olan Allah’ın güzel isimlerini keşfedip îzâh eden yine Kur’ân’dır. Kur’ân bu mânâda mükemmel bir kâşifdir.
Kur’ân-ı Kerîm hakkında Yedinci Söz’ün son kısmında gelen şu ifâdeler de hârîkadır.”Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nûr ile nûrlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Haktan gelip hak diyen ve hakîkati gösteren ve nûranî hikmeti neşreden odur.( Yedinci Söz)”
*”Kur’ân; sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikin miftâhı.(Sözler,2004,s:589)”
Kur’ân, hâdiselerin satırları altında gizli ve saklı kalan hakîkatlerin ve hazînelerin anahtarıdır. Kâinatta her bir hâdise Allah’ın esmâ hazîneleridir. O hazîneleri açıp kıymettar esmâ mücevherâtının mânâlarını okumak için öncelikle hazîneyi açmak gereklidir. İşte Kur’ân o güzel isimler hazînesinin ahahtarıdır.
Bâ’zen bir anahtar hazîneden dâhâ kıymettardır. Çünkü hazîneyi açmak için anahtar çok önemlidir. Aynen öyle de Kelâm-ı Ezelî olan kitabımız Kur’ân’ı Azîmüşşan kâinatta gizli olan yüce Allah’ın tecelli-i esmâlarını ve hazînelerini açan bir anahtar hükmündedir.
*”Kur’ân; âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisanı,(Sözler,2004,s:589)”
Âlem-i şehâdeti, gözle görülen âlem, dünya, kâinât olarak biliyoruz. Âlem-i gaybı; görülmeyen âlem, göremediğimiz ve gözle müşâhede edemediğimiz âlemler olarak biliyoruz.
İşte Kur’ân hem gözümüzle gördüğümüz âlem-i şehâdet hem de gözümüzle göremediğimiz âlem-i gaybın lisânı, dili, konuşmasıdır.
Kur’ân gördüğümüz ve göremediğimiz âlemleri bizlere anlatıyor, tılsımlarını ve sırlarını açıyor, esmâ lisânı ile bizlere dersler veriyor. Ne mutlu o derslere kulak verenlere ve dinleyenlere.
*”Kur’ân; şu âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi, (Sözler,2004,s:589)”
Burada da çok mühim izâhlar var. Şu şehâdet âlemi dediğimiz yaşadığımız ve gözümüzle gördüğümüz âleme envâî çeşit rızıklar gönderiliyor. Bu rızıklar âlem-i gayb dediğimiz gözümüzle göremediğimiz Rabbimizin hazîne-i gayb âlemlerinden gönderiliyor. Bu hâl bir nev’î çok muhtaç olan biz kullarına ve bütün mahlûkatına Rabbimizin sonsuz ikrâmları ve merhametidir. Allah bize acıyor ve merhâmet ediyor ve de iltifât ediyor. Bir nev’î ezelî ve sonsuz hazînelerinden bizlere muhtaç olduğumuz rızıkları gönderiyor. Çünkü O(cc)’nun hazîneleri sonsuz. Allah ganî ve sonsuz cömerttir. Bizlere kendini tanıttırmak, sevdirmek hem de bu tanıttırmaktan sonra şükrettirmek istiyor. Bunu yarattığı mevcûdat ve rızıklarla yapıyor.
Bizler de bizlere sonsuz hazînelerinden ihsan eden ve rızık veren Rabbimizi tanımalı ve ona şükretmeliyiz. En mükemmel şükür ise NAMAZ iledir. Çünkü namaz küllî bir şükür ve niyazdır. Ubûdiye-i küllîyedir.
İşte Kur’ân bizlere bu gayb âlemlerinden gelen rızıkları ve hazîneleri anlatıyor. Siz başıboş değilsiniz, buraya sizi gönderen başıboş bırakmamış ve sizi envâ-i çeşit rızıklarla donatmış ve besliyor size iltifât ediyor diye anlatıyor. Zaten bizim yaratılış gâyemiz de Rabbimizi tanımak ve O(cc)’na kullak yapmak değil mi?
O zaman Kur’ân’ı okuyalım O’nu dinleyelim, emirleri istikâmetinde yaşamaya gayret edelim inşâallah.
*” Kur’ân; şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi, (Sözler,2004,s:589)”
Kur’ân, İslâmiyetin mânevî âleminin güneşidir. Çünkü İslâmiyet Kur’ân ile nûrlanmış ve aydınlanmıştır. Bu nedenle de İslâmiyet’in bütün prensipleri Kur’ân’dandır. Kur’ân ise kelâm-ı ezelîdir. Allah’ın ezelî konuşması ve mükâlemesidir.
Kur’ân, İslâmiyet’in mânevî âleminin güneşi olduğu gibi aynı zamanda da temeli, esası ve kaynağıdır. İslâmiyet bütün dayanağını ve ölçülerini Efendimiz (sav)’in sünnetinden almakta Efendimiz (sav) de Kur’ân’dan almaktadır. O halde Kur’ân İslâmiyet âlem-i mânevîsinin aynı zamanda hendesesi yâni şaşmaz ölçüsü ve çizgisidir.
*” Kur’ân; avâlim-i uhrevîyenin mukaddes haritası, (Sözler,2004,s:589)”
Avâlim-i uhrevîye; âhiret âlemleridir. Kur’ân, âhiret âlemlerinin mukaddes ve kudsî bir haritasıdır. Âhiret âlemlerinin işâretlerini ve beşâretlerini bildirir.
Dünyevî haritaları herkes okuyamaz ve malûmat sahibi olamayabilir. Ancak ehli ve sahasında uzman olanlar o haritadaki işâret ve şekillerden çok önemli mânâlar ve îzâhlar çıkarırlar ve de anlatırlar. İşin ehli olmayanlar ise ehlinden aldıkları bilgilerle haritaya muhatap olur ve haritayı okumaya başlarlar. Kendilerine lüzûmlu bilgileri ve ihtiyaçları harita uzmanlarının îzâhları çerçevesinde yararlanırlar.
İşte Kur’ân da âhiret âlemlerinden haber veren ve hem dünya hem de âhiretin ihtiyaçlarını bizlere anlatan ve bildiren bir harita, hem de kudsî bir harita hükmündedir. O haritayı bizlere îzâh ve tefsir edenler ise önce Peygamberimiz(asm) ,sonra da mücedditler ve müfessirlerdir. Bizler o kudsî haritayı okuyamaz ve hakîki mânâda anlayamaz isek müracaat edeceğimiz mücedditler ve müfessirler vardır. Risâle-i Nûr eserleri de Kur’ân’ın dâvâsı olan âvâlim-i uhrevîye yâ’nî âhiret âlemlerinden bahsetmekte ve îzâh etmektedir.
Nasıl ki bir define arayıcısı define haritasını ince ince tedkik ediyor ve definenin yerini tespit edebilmek ve o defineye ulaşmak için ömrünün neredeyse yarısından fazlasını harcıyor ise; bizler de âhiret definesinin-cennetin-haritası olan Kur’ân haritasını ince ince tedkik etmeli ve ebedî definemizi kaybetmemeliyiz.
*” Kur’ân; Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı, (Sözler,2004,s:589)”
Kur’ân; Allah’ın zatının, sıfatlarının ve isimlerinin ve de şuûn-u İlâhiye dediğimiz Allah’a âit şenler, işler ve Allah’a âit çok yüksek, ulvî, kudsî, güzel mânâlarının açıklayıcı sözü, ap açık anlatan tefsiri, kat’î, en sağlam, şeksiz ve şüphesiz delil ve de parlak tercümânıdır.
Kur’ân Allah’ın zatından bahsediyor, zatî ve sübutî sıfatlarından bahsediyor, güzel isimlerinden bahsediyor, kâinata tecelli eden işlerinden ve fillerinden bahsediyor. Hem de öyle bir bahsediyor ki ap açık, en sağlam, şüphesiz delillerle bahsediyor ve anlatıyor. Öyleyse Kur’ân’ı okumalı, dinlemeli ve emirlerine itaat etmeliyiz.
*” Kur’ân; şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, , (Sözler,2004,s:589)”
Âlem-i insaniyet; insanlık âlemidir. Demek ki Kur’ân insanı ve insanlık âleminin mürebbisi ve terbiye edicisidir.
Kur’ân, Kelâm-i Ezelîdir. Teşriî yani şeriata ait emirler ve kanunlar bütünüdür. Şeriat-ı İslâmiye ise şöyledir:
•Tehzibü’r-rûh (Rûhun ıslahı, rûhun temizlenmesi.)
•Riyâzetü’l-kalb (Kalb terbiyesi, kalbi kötü arzu ve isteklerden uzak tutma.)
•Terbiyetü’l-vicdan (Vicdanın terbiyesi)
•Tedbirü’l-cesed (Cesedin idaresi)
•Tedvirü’l-menzil (Ev idaresi)
•Siyasetü’l-medeniye, (İdare, yöneticilik, devlet idaresi)
•Nizâmâtü’l-âlem (Dünya işlerinin düzenlenmesi.)
•Hukûk (Şeriat kitaplarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler)
•Muamelât (Fıkıhta şahıs ve aile hukuku, aynî haklar, miras, ticaret, borçlar ve iç hukukuyla ilgili konular.)
•Adâb-ı içtimaiye (Sosyal hayata, toplum hayatına ait kurallar, terbiyeler.)
İşte Kur’ân yukarıda saymaya çalıştığımız irşâdı, terbiyeyi yapmakta ve insanlığı kemâlat-ı îmân (îmân-ı kâmil) derecelerine çıkarmaktadır.
*” Kur’ân; insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası. , (Sözler,2004,s:589)”
Bu tâ’rîfde de çok hârîka benzetmeler var. İslâmiyet insâniyet-i kübrâdır. İnsâniyet-i kübrâyı ise en büyük insanlık olarak biliyoruz. Demek oluyor ki en büyük insanlık olan İslâmiyet’in suyu (mâ) ve ışığı (ziyâ) yine Kur’ân’dır.
İslâmiyet’e ve insanlığa hayat, nûr ve ışık veren Kur’ân’dır. Kur’ân hem hayatın ab-ı hayatı (hayat suyu) hem nûru ve mihveridir.
İslâmiyet Kur’ân ile mânâlanıyor ve insâniyet-i kübrâ oluyor. Efendimiz (sav)’in hayatı ile de hayata tatbik ediliyor. Böylece İnsâniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, hayat buluyor ve devam ediyor. Eğer insan cihazatını insaniyet-i kübrâ denilen İslâmiyet hesabına sarf ederse, bir “küllî” ve “küll” olur.
*” Kur’ân;nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, , (Sözler,2004,s:589)”
Nev-i beşer; insan nev’î, insanlık ve bütün insanlardır. Hikmet-i hakîkîye; gerçek ve hakîkî hikmet, felsefedir.
Kur’ân, insan nev’înin ve beşeriyetin hakîkî hikmetini, insanlığın faydasına ve maslahatına lüzûmlu fenleri, bilgileri ve yararlı gerçekleri îzâh eder; insanları o hakîkate sevk ve teşvik eder. Bu sevk ve teşviki peygamber kıssaları ve mu’cizeleri ile bildirir. İnsanlığı bu teşvik ile terakkiyât-ı medeniyenin güzelliklerine ve ilerlemesine yönlendirir. Böylece Kur’ân insanlığı hem irşâd eder hem de dünyevî saadetine giden yolda onları teşvik eder. Çalışma ve terakkide beşeriyeti destekler. Onları gayretlendirir ve ümit verir. Çalışma şevk ve zevklerini şiddetlendirir. Bu mânâda da Kur’ân üstad ve mürşiddir. Çünkü hakîkî mürşid Kur’ân’dır.
*” Kur’ân; insaniyeti saadete sevk eden hakîkî mürşidi ve hâdîsi, , (Sözler,2004,s:589)”
Kur’ân insaniyeti ve beşeriyeti saadete ve mutluluğa sevk eden hakîkî mürşid, irşad edici ve hidâyet verici bir kitaptır.
İnsan rehbersiz ve mürşidsiz doğru yolu bulamaz. Ancak insanın kurtuluşu, mutluluğu ve huzuru ise Kur’ân iledir. Allah’a ulaşmak ve doğru yolu bulmak ve istikamette gitmek için bir yol göstericiye ve hidâyetine vesîle olacak bir mürşide şiddetle ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacını karşılayacak olan mürşid, irşad edici ve hakîkî yol gösterici ancak ve ancak Kur’ân’dır. Bu mânâda Kur’ân’dan başka hakîkî mürşid ve irşad edici bir kitap olamaz. O mürşid-i hakîkî olan Kur’ân’ı ise en mükemmel olarak yaşayan ve bizlere rehberlik yapıp anlatan ve îzâh eden ise Efendimiz(sav)’dir.
*” Kur’ân; insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, (Sözler,2004,s:589),”
Kur’ân insana hem bir kitab-ı şeriat; yâni kànun kitabı, teşriî ve tekvîni (dînî ve kevnî) bütün kànunları kendisinde toplayan küllî bir kànunlar kitabıdır.
Hem bir kitab-ı duâdır. Duâ ubûdiyet ve kulluğun özüdür. Biz kullar Rabbimizin yüce kitabı olan Kur’ân ile ve ondaki ayetler ile Allah’a duâ ediyoruz. Böylece Kur’ân mükemmel ve emsâli olmayan bir duâ kitabıdır.
Hem bir kitab-ı hikmettir. Hikmet, ilim, gàyeli olma ve faydalılıktır. Bu mânâda Kur’ân tam bir hikmet kitabıdır. Bütün mesajları ve hükümleri hikmet esasları üzerinedir. Gereksiz ve lüzûmsuz hiç bir meselesi ve mesajı yoktur. Bütünü tam bir mazhâriyet ile mükemmel bir maslahat ve gàyeyi tâ’kîp eder.
Hem bir kitab-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet kulluk demektir. Bu mânâda da Kur’ân tam bir kulluk programı ve ubûdiyet kitabıdır. Kul rabbine niyazda bulunurken mukaddes kitabı olan Kur’ân’daki emirler ve ibâdetler çerçevesinde hareket ederek kullukta bulunur ve Kur’ân’ın göstermiş olduğu mertebelere ulaşabilir.
Hem bir kitab-ı emir ve dâvettir. Kur’ân aynı zamanda emir ve dâvet kitabıdır. Emir ve dâveti hayra ve kulluğadır. Cennete ve rızâyadır. Hayra ve hasenâtadır. Yine Kur’ân’ın emir ve dâveti, günahtan kaçınmaya, haramlardan yüz çevirmeye ve cehennemden sakınmayadır.
Hem bir kitab-ı zikirdir. Zikir Allah’ı çok çok anıp, büyüklüğünü düşünmektir. Bu mânâda da Kur’ân tam bir zikir kitabıdır. Allah’ı anmak ve devamlı lisânımızda O’nu söyleyip zihnimizde düşünmek ve esmâsını zikretmek en güzel şekilde Kur’ân ile olmaktadır.
Hem bir kitab-ı fikirdir. Yâ’nî düşünce kitabıdır. Kur’ân aynı zamanda da tefekkür kitabı, düşünce ve fikir istikametine ulaşma kitabıdır. Zihin Kur’ân ile nemalanmakta, bereketlenmekte, sağlıklı düşünmekte ve de tefekkür etmektedir. Sağlıklı bir fikir ancak Kur’ân ile olabilir.
*” Kur’ân; hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitab-ı mukaddestir. , (Sözler,2004,s:589)”
Kur’ân bütün insanların bütün mânevî ihtiyaçlarına müracaat edilecek olan çok kitapları, tefsirleri içine alan ve kendinde toplayan mukaddes bir kitaptır. İnsan ebede müptelâ ve ebede müteveccihtir. Kalbî ve vicdânî bütün ihtiyaçları insanın mânevî hâcâtlarıdır. İnsanın bu ihtiyaçlarına mercii yegâne kitap Kur’ân’dır. Câmi; cem eden yâ’nî toplayan, bir araya getiren demektir. Kur’ân’da insanlığın bütün mânevî ihtiyaçlarına cevap veren ve o ihtiyaçları karşılayan kitaplara mercilik ve kaynaklık yapmaktadır. Bu kitaplar Kur’ân’a istinad edilerek yazılan milyonlarca tefsirlerdir. Bu tefsirlerden bir tanesi de Risâle-i Nûr Külliyatı dediğimiz eserlerdir.
*” Kur’ân; Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir. , (Sözler,2004,s:589)”
Kur’ân, Bütün evliyaların ve velilerin, sıddıkîn yani özü sözü bir olan evliya topluluğunun, urefâ yâ’nî Arifler, irfan sahipleri, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla hakkıyla tanıyanların, muhakkıkînin yâ’nî hakîkati bulup meydana çıkaranlar, iç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velîlerinin ayrı ayır mesleklere, her birindeki meşrep ve yolların mezâkına yâ’nî lezzet, zevk ve şevklerine lâyık ve o meşrep ve yolları nurlandıran, her bir mesleğin maksatlarına ve gâyelerine uygun, o mesleği tâ’rîf edecek birer kitap ve tefsir ortaya çıkmasına sebep olan mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir.
İslâm’a ve dîne hizmet dâvâ eden ehl-i sünnet çizgisinde olan cemaatler, meslekler ve yollar kendi mesleklerine, meşreplerine ve yollarına Kur’ân’dan bir dayanak bulur ve o yolda mesleklerinin ve meşreplerinin bütün özelliklerini ve güzelliklerini Kur’ân’dan îzâh ederler ve de eserler ortaya koyarlar ve koymuşlardır.
Kur’ân sadece bir asra hitap eden bir kitap değil bütün zamanları ve asırları içine alan ve her asırda yeniden nâzil oluyor gibi gençliğini muhâfaza eden Rabbimizin ezelî kelâmıdır.
Bu nedenle de her asır kendi asrının bütün ihtiyaçlarını Kur’ân’dan bulabilir, bulmuş ve bulmalıdır. Bu ise mücedditler silsilesi ile olmuştur ve bu zamanda da aynen öyledir.
*”Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır; , (Sözler,2004,s:590)”
Bu kelâm, O Zât-ı Zülcelâlin vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-i meşhuresidir ki sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü ilâhîdir. Bu itibarla Kur’ân ezelî kelâm sıfatından tecelli eden ve âlemlerin Rabbi itibârıyla Rabbimizin mükâlemesidir. Çünkü kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla Zât-ı Akdesi bizlere tanıttırır. Böylece Kur’ân sıfat-ı kelâmdan gelen tekellüm-ü ilâhîdir. “Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakîkat, nihâyetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelînin mevcudiyetine ve vahdetine şehâdet eder.”
*”Kur’ân, hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermânıdır; (Sözler,2004,s:590)”
İlâhlık ma’bûdluğu gerektirir. Kendine ibâdet edilen, kendisine tapınılandır. İşte bu ünvanla Kur’ân Allah’ın ilâhlığının bir fermânı ve ilânıdır. Bu ilâhlık sınırlı değil bütün mevcûdatın ilâhlığı cihetiyle küllîdir. Bir buyruk ve emirdir. Böylece Kur’ân bütün mâsivanın ve mevcudatın ilâhlığı nâmı ile yüce bir fermân ve buyruktur.
*” Kur’ân, hem bütün semâvat ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; (Sözler,2004,s:590)”
Hâlık, yoktan yaratan, her şeyi yoktan var eden, yaratıcı; Allah’tır. Bu hâlık ünvanı bütün semâvat ve arzın yaratıcısı olma cihetiyle külli bir hâlıkıyattır. Bu küllî nâm ile Kur’ân ezelî bir hitab, söz ve konuşmadır. Bu hitab bütün semâvat ve arzın sekenelerine şamildir. Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nazenini ve en müştakı olan hakîkî insanların münâcatlarına ve şükürlerine fiilen mukâbele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.
*” Kur’ân, hem rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;(Sözler,2004,s:590)”
Rubûbiyet-i mutlaka, mutlak rubûbiyet, sınırsız, hiç bir kayıd ve şarta tabi olmayan Rabb’lıktır. Her şeyi kuşatan ve emri altında bulunduran, terbiye eden Allah’ın kayıtsız, şartsız terbiye ediciliğidir. “Beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü ilâhîdir. Evet, bütün zîrûh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rubûbiyetin muktezasıdır. “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” (Kehf Sûresi, 18.109.) âyetinin sırrıyla, kelâm-ı İlâhî nihayetsizdir. Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakîkat, nihâyetsiz bir sûrette Mütekellim-i Ezelînin mevcudiyetine ve vahdetine şehâdet eder.( Yedinci Şua)”
*” Kur’ân, hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; (Sözler,2004,s:590)”
Saltanat-ı âmme-i Sübhâniye, her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın her şeye hükmeden, her şeyi kuşatan saltanatıdır. İşte Kur’ân bu saltanat hesâbıyla yüce Alllah’ın ezelî hutbesi, başlangıcı olmayan Allah’ın konuşması ve hitabıdır. Çünkü kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârîkalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracaktır ve hutbe-i ezeliyesi ile de tanıttırmıştır.
*” Kur’ân, hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; (Sözler,2004,s:590)”
Rahmâmiyet cilvesi, Allah’ın sonsuz merhamet ve şefkatle bütün varlıkları rızıklandıran esmâsının cilvesi ve Cenâb-ı Hakkın kullarını beslemesi, koruması ve merhamet etme vasfıdır. Allah’ın rahmet-i vâsia-i muhîtası yâ’nî Allah’ın her şeyi kuşatan geniş rahmeti bakış noktasından bakıldığında, Kur’ân sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içine alan çok şümûllü bir defteridir. Bu rahmet her yeri ve şeyi kuşatmıştır. Bütün mahlûkat bu rahmetin tecellisi içindedir. Çünkü Rahmaniyetin cilveleri şu hadsiz kâinatı şenlendirmekte, karanlıklı mevcudatı ışıklandırmakta; hadsiz ihtiyâcat içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye emekte; bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturmakta ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâli âlemi doldurarak nûrlandırmakta ve şenlendirmekte; bu fâni insanı ebede namzet eden ve ezelî ve ebedî bir Zâta muhatap ve dost yapmaktadır.
*” Kur’ân, hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâ’zan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; (Sözler,2004,s:590)”
Ulûhiyet, İlâhlıktır. Allah’ın hâkimiyeti ile kâinattaki herşeyi Kendisine ibâdet ve itaat ettirmesidir. Bu Ulûhiyetin şeref, değer, kıymet, itibar ve haşmetin büyüklüğü husûsiyetiyle surelerin başlarında bulunan huruf-u mukattaa ile lisân üzerinde daha sühûletli bulunan elif lam mim’i daha çok tekrar etmiştir. Kur’ân bu huruf-u mukattaa ile pek garib ve acip bir şeyin mukaddemesi ve keşif kollarınına işaret etmiştir. Hem muarızları aciz bırakmaya bir işarettir. Hem Kur’ân ümmî bir kavme nüzûl ettiğinden onlara harfleri sayarak hem hecelemek ve yeni kıraate ve kitabete başlayanlara mahsustur. Hem bu huruf-u mukattaa harfleri ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usûlü bildirmektedir. Böylece bu kitap ümmî olan bir kavme geldiği için onlara daha yüce bir makâmdan geldiğine işâret ve onun dilidir. Böylece surelerin başında bulunan huruf-u mukataa, ilâhî birer şifredir ve bu şifrelerin anahtarı ancak Efendimiz Hazreti Muhammed (sav)’de ve onun izni ile vârislerindedir. Böylece bu şifrevârî huruf-u mukataanın zikri Hazreti Muhammed (sav)’in fevkalâde bir zekâya malik olduğuna işarettir ki; Hazreti Muhammed (sav),remizleri, imâları ve en gizli şeyleri sarîh gibi telâkki eder, anlar. Ayrıca bu huruf-u mukataa harfleri harflerin sırlarına ve hikmetlerini konu alan bir ilmi beyan ediyor sadece harf ve lafızlarını havî oldukları kıymeti ifâde etmiyorlar. Bütün harflerin esas sesin çıkış yeri olan mahreçlerinin halk(gırtlak), vasat(ağız içi, gırtlak ile dudakların ortası) ve şefe(dudak) mahreçlerine işarettir. Kur’ân bu huruf-u mukataa ile zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki; zihinler, gerek bu üç mahreçte, gerek bunlara bağlı küçük mahreçlerde lâfızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalâa etsinler.
*Hem en sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve mâlikini bulmağa en müştak; hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir zât, elbette kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır. İşte, tenezzül-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî ve mukabele-i Rahmanî ve mükâleme-i Sübhanî ve iş’ar-ı Samedanî hakikatlarını tazammun eden, umumî semavî vahiylerin icma’ ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine delaletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki güneşin şuaatının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.(Yedinci Şua )
Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid-i Ehad ki, tenezzülât-ı İlâhiyeyi ve mükâlemât-ı Sübhâniyeyi ve taarrüfât-ı Rabbâniyeyi ve kullarının münâcâtına mukabelât-ı Rahmâniyeyi ve mahlûkatına vücudunu ihsas eden iş’ârât-ı Samedâniyeyi mutazammın bütün hak vahiylerin icmâı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, teveddüd-ü İlâhiyeyi ve mahlûkatının duâlarına icâbât-ı Rahmâniyeyi ve kullarının istiğaselerine imdadat-ı Rabbâniyeyi ve masnuatına vücudunu bildiren ihsasat-ı Sübhâniyeyi mutazammın sadık ilhamların ittifakı, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
*”Kur’ân hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. (Sözler,2004,s:590)”
İsm-i Âzâm,Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve manâca diğer isimleri kuşatmış olan ismidir. Kur’ân bu İsm-i Âzamın muhitinden, her şeyi ihâta eden, etrafını çeviren, kuşatarak yukarıdan aşağıya inme ile en büyük arş olan Allah’ın katı, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve saltanatının en büyük dairesi olan Arş-ı Âzamın ihâtası ile kuşatılmasına bakan, teftiş eden ve hikmet neşreden, hikmet yayan, hikmet saçan mukaddes ve kutsal olan kitaptır.
*” Kur’ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için(Sözler,2004,s:590),”
Arş-ı Âzam; Allah’ın en yüce makamıdır. Arş-ı Âzam; her şeye muhittir. Arş-ı âzam; Allah’ın daire-i âzamiyesinin ünvanıdır.
İsm-i Âzam; Allah’ın (c.c.) Kur’ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi’ olanıdır. İsm-i A’zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar.
Bu mânâda Otuzuncu Lem’ada şu îzâhlar vardır:
İsm-i Âzama ait nükteler, âzamî bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan…(30.Lem’a)
Her ismin mertebe-i âzamı;İsm-i Âzamın altı nurundan birer nuru olan Kuddûs,Adl, Hakem,Hayy,Ferd,Kayyûm…gibi.Bu isimlerin her biri İsm-i Âzamın altı nurundan tezâhur ve tecelli etmiştir.
İşte Kur’ân; Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından gelmiştir.
İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ, İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir.(Otuzuncu Lema)
Otuzuncu Lem’adan yine gelen şu kısımlar bizlere bir bakış açısı sunması açısından dikkate değerdir.
… İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Kuddûs isminin bir cilvesi…
…İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir cilvesi…
…İsm-i Âzam veya İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan ism-i Hakemin bir cilvesi…
…Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir İsm-i Âzam veya İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Ferd …
…İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan ism-i Hayyın bir cilvesi,…
…İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyûm isminin bir cilve-i âzamı,…
Öncelikle Arş-i âzamı Üstad Hazretleri şu ifade ile tâ’rîf ediyor:”Herşeye muhit olan Arş-ı Âzamın külliyat-ı umurunu idareden,…”
Arş- âzam; Allah`ın arşı; en yüce makâmıdır ki Kur’ân zaten Allah’ın Kelâm vasfınından irâde edilmiş olup, bütün isim ve vasıflar da her şeye muhit ve kuşatıcı olan o yüce makam olan arş-ı âzamdan tecelli etmiştir.
Gelen şu cümle de mânidardır.”Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı Âzamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temâşâ eden Gavs-ı Âzam (k.s.) gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi ve Âl-i Muhammed nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icmâ ile tasdikleridir.(Yedinci Şua)”
Şu gelen cümleler de konuya ışık tutuyor olmalı.”Esmâ-i İlâhînin nasıl ki tecelliyâtı, Arş-ı Âzam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var.(Yirmi Dokuzuncu Mektup )”
Öyleyse Kur’ân elbette ki Zat-ı Akdesten, arş-ı âzamdan ve arş-ı âzama bağlı olan ism-i âzamdan ve her ismin mertebe-i âzamından gelmesi sırrı gayet tabi olarak akla ve hikmete çok münasip olmaktadır.
Teşbihte hata olmasın, bir padişah bütün isimleri ile hükümfermâ olduğu malûmdur. Eğer emirleri umûmu ilgilendiriyor ise elbette ki zatî irâdesinden tezahür eden kelâmı bütün dairelere şâmil olan isimleri vesîlesi ile o emirlerini tebliğ edecek ve her isminin bir dairedeki âzami tezahürü altında diğer isimlerine dahi tezâhürü olacaktır hakeza.
Elbette ki padişahın zatını temsil eden bir büyük dairesi ve memleketin her yerine tasarruf eden divanhanesi olacaktır. Bu emirlerini kendi en büyük dairesinden sonra sadârat dairesinden umûma tezahür ettirecektir. Sadârat dairesine ise âzami mertebede bazı bakanlıklar bağlıdır. O bakanlıklara ise binlerce genel müdürlükler ve dahâ alt birim müdürlükleri bağlıdır. Böylece o haşmetli padişah en büyük daireden diğer ünvanları haysiyeti ile ve onların büyün dairelerinin temsilciliği ile emirlerini ve sözlerini umum tebasına ulaştıracak ve her yerde kelâmının ve emirlerinin tezahürünün tecellilerine bizzat müşahede edecektir.
Bu beşerî idâre ne kadar noksan ve aciz biliniyor.
Ancak Allah’ın bütün hükümranlığı ve tecellisi sonsuz olduğu için temsil sadece akla bir kapı açmak için kullanılabilir.
* ”Kur’ân’ın Okunuşu ve Mâhiyeti:
1. Kur’ân’ın okunuşunda yüksek bir selâset(akıcılık) vardır ki, lisânlara ağır gelmez.
2. Büyük bir selâmet vardır ki, lâfzan ve mânen hatâdan sâlimdir.
3. Âyetler arasında büyük bir tesanüt vardır ki, kârgir binalar gibi, âyetleri birbirine dayanarak bünye-i Kur’âniyeyi sarsılmaktan vikâye ediyor.
4. Büyük bir tenâsüp(uygunluk), tecâvüp(Cevaplaşma), teâvün(yardımlaşma) vardır ki, âyetleri birbirine ecnebî olmadığı gibi, birbirinin vuzuhuna yardım, istîzâhına(îzâhat istemeye) cevap veriyor.
5. Parça parça, ayrı ayrı zamanlarda nâzil olduğu halde, şiddet-i tenâsüpten(uygunluğun şiddetinden) sanki bir defada nâzil olmuştur.
6. Esbab-ı nüzul ayrı ayrı ve mütebâyin(uyuşmaz, muhalif, zıt) olduğu halde, şiddet-i tesânütten(ittihad ve birlik şiddetinden), sanki sebep birdir.
7. Mükerrer, mütefavit(birbirinden farklı) suallere cevap olduğu halde şiddet-i imtizaç ve ittihaddan sanki sual birdir.
8. Müteaddit, mütegayir(birbirine zıd olan) hâdisâta beyan olduğu halde, kemâl-i intizamdan, sanki hâdise birdir ve bir hâdiseye cevaptır.
9. “Tenezzülât-ı İlâhiye” ile tâbir edilen, muhatapların fehimlerine yakın ve münasip üslûplar üzerine nâzil olmuştur.
10. Bütün zaman ve mekânlarda gelip geçen insanlara tevcih-i kelâm(sözle işarette bulunmak) ettiği halde, suhulet-i beyandan dolayı sanki muhatap birdir.
11. İrşâdın gâyelerine îsâl(ulaştırma) için tekrarları, tahkik ve takriri ifâde eder. Maahaza, tekrarları halel vermez. İadesi, zevki izale etmez. Tekerrür ettikçe misk gibi kokar.
12. Kur’ân kalblere kuvvet ve gıdadır, rûhlara şifâdır. Gıdanın tekrarı, kuvveti arttırır. Tekrar etmekle daha melûf ve menus olduğundan lezzeti artar.
13. İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve hergün gıdaya, her hafta ziyaya muhtaçtır. Bunların tekerrürü(tekrarı) haddizatında tekerrür olmayıp, ihtiyaçların tekerrürü içindir. Kezâlik, insan, hayat-ı ruhiyesi cihetiyle Kur’ân’da zikredilen bütün nevilere muhtaçtır. Bazı nevilere her anda muhtaçtır: Hüvallah gibi. Çünkü rûh bununla nefes alıyor. Bazı nevilere her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır. İşte, hayat-ı kalbiyenin ihtiyaçlarına binaen, Kur’ân tekrarlar yapıyor. Meselâ, Bismillâh, hava-i nesîmî(Sabahki hava, temiz hava) gibi kalbi ve rûhu tatmin ettiğinden, kesret-i ihtiyaca binaen Kur’ân’da çok tekrar edilmiştir.
14. Kıssa-i Mûsâ gibi bazı hâdisât-ı cüz’iyenin tekrarı, o hâdisenin büyük bir düsturu tazammun ettiğine işarettir.
Hülâsa: Kur’ân hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakîkattir, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, mü’minlere hüdâ ve rahmettir.
(Mesnevî-i Nuriye – Habbe )
Bâkî ÇİMİÇ