Kur’ân Değişmiştir, Beşer Kelâmıdır İddiası
Bu asır öncelikle ilim ve fennin hükmettiği, materyalist ve maddeperst bir asırdır. Kur’ân’a saldıran veya dînî mes’elelere karşı olanlar metod olarak ilim ve fen cihetinden gelen materyalist felsefeyi kullanmaktadır. Elbette ki “Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakâik-i îmâniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye istinâd eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.( Hutbe-i Şâmiye)” diyor ve Kur’ân’ın hükmüne sarılıyor ve Kur’ânî bir metod olan “Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak iknâ iledir, icbâr ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermekledir. İcbar ve husûmet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.(Hutbe-i Şâmiye)” yolu istimal ediyoruz. Öyleyse vahşi olmayan ve insânî değerlere saygılı olanları medenî kabûl ediyor ve onlarla müsbet hareket düsturuna uyarak müzâkere yapmayı tercih ediyoruz.
Yine materyalist bir tuzağa düşmüş bir zatla münâzaramız ve bir tartışma zemini! Muhatap ilim ve fen okuyarak muteriz durumda ve o i’tirâzıyla Kur’ân’ın değiştirildiğini, Kur’ân’ın beşer kelâmı olduğunu iddia ediyor…! Bundan başka inanç mes’elesi ve Allah’ın varlığı ile ilgili mülahâzaları da var! Bizler de ilgili zata verdiğimiz cevapları paylaşıyoruz:
Evet, aziz dost! Fikirlerinize karşı fikirle karşılık veriyor ve iddialarınıza okuduğum Kur’ân hakîkatlerinden cevaplar vermeye çalışacağım.
Öncelikle önemli gördüğüm inanç mes’elesi ile ilgili şu izâhatı yaparak başlamak istiyorum. On Dokuzuncu Mektup’tan istifâde ederek şöyle diyebilirim: ”Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek çeviriyor, tedbir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gâyeleri, faydaları dileyerek ve isteyerek tedbir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette şuur sahibi, akıl sahibi, fikir sahibi ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem fikir sahibiyle konuşacak; elbette o fikir sahipleri içersinden istidâdı cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev’iyle konuşacaktır. Madem insan nev’iyle konuşacak; elbette insanlar içinde konuşmaya müsait ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.
Madem en mükemmel ve kabiliyeti en yüksek ve ahlâkı en ulvî ve insanlara uyulmaya lâyık olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek kabiliyette ve en yüksek ahlâkta ve insanlığın üçte biri ona uymuş olan ve dünyanın yarısı onun mânevî hükmü altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ışığıyla bin dört yüz sene ışıklanmış ve insanların nurlu kısmı ve ehl-i îmânı devamlı günde beş defa onunla îmânını yeniyeyip ona rahmet duâsı okuyan ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair insan nevine rehber yapacak ve yapmıştır. Birileri inkâr etse de yapmıştır.
Onun için diyoruz ki elbette bu bir inanç meselesidir. Evet, biz Allah’a Kur’ân’a ve Peygamberimize(asm) inanıyoruz ve Kur’ân’ın tek bir harfinin dahi değiştirilmediğine de i’tikâdımız ve inancımız tamdır. Çünkü Allah Kur’ân’da kendisi bunu iddia ediyor! Hatta tâ asr-ı saadet zamanında sizin iddialarınız yapılmış ve bu iddialara Allah(cc) Kur’ân ile cevap vermiş. Eğer bu kitap ilâhi değil de beşer kelâmı ise-ki sizde öyle diyorsunuz değiştirildi iddianızla-o halde Kur’ân’a ümmî bir zattan bir nazîre ve benzer getiriniz. Hatta en küçük sûresine bir nazîre getiriniz. İşte bütün insanlar birleşmişler ve Kur’ân’ın en küçük bir sûresine nazîre ve benzer getirememişler. Hâlbuki bu yol o zamanlarda en mergub metâ halindeydi. Çünkü hem edîbler hem de şâirler Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemde zirvede bulunuyordu. Eğer benzer getirilebilseydi kesinlikle yapacaklardı ve tarîh de bunu bildirecekti. Böylece Kur’ân’ın beşer kelâmı olduğu anlaşılacak ve Kur’ân asırlardır devam edemeyecek o anda bitecekti.
Pekâlâ, bunu niye yapamamışlar da en zor olan savaşı ve maddî harpleri tercih etmişler? Çünkü çaresiz kalmışlar. Madem onlar çaresiz kaldılar buyurun siz getiriniz. Yani Kur’ân’a benzer bir kitap yazınız, bırakınız tamamını hem de en zeki ve edîb zatlarınızı ve felsefecilerinizi toplayacaksanız toplayınız en küçük bir sûresine benzer sûre getiriniz. Bakalım yapabilecek misiniz? Diyelim ki yaptınız-gerçi yapamayacaksınız ya-bunu insanlara nasıl kabul ettireceksiniz? Çünkü bu mes’ele getirdim demekle olmaz, o getirdiğiniz sûreye insanları da inandırmanız gerekir.
İşte Kur’ân bunu yapmıştır ve Efendimiz(asm) en zor şartlarda ve imkânlarda bunu başarmıştır. Hem merak etmeyiniz o bahsettiğiniz deliller mevcuttur. Gidiniz İslâm’a pâyitahtlık yapmış şehirlerin müzelerine bakınız tâ asr-ı saadetten Hz. Osman(ra)’ın yazdığı Kur’ân aynı orijinal hali ile saklanıyor. Yoksa haberiniz mi yok? O Kur’ân ile bugünkü Kur’ân arasında tek bir harf farkı olmaması size delil olmayacaksa ne diyelim artık! Gerisi size kalmış, biz akla kapı açar irâdeyi elden almayız. İnanıp inanmamak size kalmış. Hem asr-ı saadette Kur’ân neredeyse bütün sahabelerin hıfzındaydı. Tek bir harfi hatalı okunsa anında müdahale olurdu.
Bilirsiniz ki bir mes’elede ihtisas sahibi birinin ilmine yalancı ve hilebaz birisi yanlış bir söz sokmaya çalışsa o ihtisas sahibi kişi onun yalanını tekzîb edecek ve kizbini yüzüne tükürecek sen ne adi bir adamsın, benim ihtisas alanım ile ilgili yalan-yanlış söz söyleyip insanları kandırıyorsun diyerek yalanını yüzüne çarpacaktır. İşte tâ asr-ı saadetten beri belki de milyonlarca hafız ve mütefekkir Kur’ân’a birisi bir şey sokmaya çalışsa o yalanı ve hurafeyi sokmaya çalışanın yüzüne çarpacaktı. Çünkü o mütefekkir ve mütehassıs olan insanlar bu konuda ihtisas sahibiydi.
Bu arada mes’ele Allah’ın varlığına doğru gittiği için ister istemez bizler de bu konu ile alâkalı da yazmak zorunda kaldık.
Allah’ın var olduğunu sadece Kur’ân mı söylüyor? Hayır, başka deliller de var.
Meselâ;
1.Evet Kur’ân Allah’ın var olduğunu söylüyor. Yetmiyor bir olduğunu da söylüyor. Çünkü Allah birden çok olsaydı bütün kâinat fesada girecek hercümerç olacaktı. Öyleyse şu kitab-ı kâinatın intizam ve düzeni Allah’ın tek olduğunu ve O’nun vahdetini ispat ediyor!
2.Allah’ın var ve bir olduğunu Efendimiz(asm) de söylüyor, mi’rac mucîzesi ile de bunu hakkalyakîn görüyor, yaşıyor ve haber veriyor. Yetmez mi? Evet, belki birilerine yetmeyebilir. Ancak hayatı sıddıkiyette düşmanları tarafından da tasdik edilen ve muhammedül Emîn olarak vasıflandırılan Efendimiz(asm) mi’raç ile gittim ve gördüm diyor ise doğrudur. Zaten Hz. Ebu Bekr-i Sıdddık(ra)’da “O(asm) söylemişse doğrudur.” Diyor! Çünkü Hz. Ebu Bekr-i sıdık(ra)’ın en mümtaz vasfı Sıdık oluşudur!
3.Şu kâinat kitabı da Allah’ın varlığını ve birliğini anlatıyor ve ispat ediyor. Ancak güneşe karşı gözünü kapayanlar bu nihayetsiz delleri inkâr edebilir. Yoksa şu kâinat kitabı zerrelerden kürelere kadar bütün mizan, nizam, intizam ve hikmetleriyle Allah’ı anlatıyor, ta’rif ve ispat ediyor ediyor.
4.Fıtrat-ı zişuur olan insanın vicdanı da Allah’ı biliyor ve ta’rif ediyor. Kim ki çürümemiş ve bozulmamış fıtratının ve vicdanının sesini dinlese bu fıtrat ve vicdan delili Allah’ı bilecek ve kendisine ta’rif edecektir. Burada vicdanın ve fıtratın bozulmaması önemlidir.
Görüldüğü gibi Allah’ı bize sadece Kur’ân değil diğer burhanlarla birlikte dört tane delil anlatıyor.
Ayrıca Peygamberimiz Muhammed(asm)’in sözlerinin doğru olduğunu da sadece Kur’ân söylemiyor. O’na müşrikler, dost ve düşman herkes Muhammed’ül Emin demişler. Niçin acaba? Yalan konuşan bir kişiye bu sıfat verilir mi? Verilse bile yalanı ortaya çıktıktan sonra bu sıfatı ondan geri almazlar mı? Niçin müşrikler ve düşmanları O(asm)’nunla savaşmayı göze aldıkları halde bu sıfatı geri alamamışlar?
Dikkat ederseniz diyoruz ki; biz akla kapı açar, iradeyi elden almıyoruz. Tercih insanların, inanıp inanmamakta herkes zaten hürdür. Allah dahi irade-i cüziyyesini kullananlara îmânı nasip ediyor. Allah kendisine cebir ile îmân edilmesini istemiyor. Biz de okuduğumuz kadarı ile sorulara ve ithamlara cevaplar vermeye çalışıyoruz, bunun dışında kimseyi inanmaya zorlamıyoruz, hatta dikkat ederseniz özellikle şahsen kimseyi fikirlerinden dolayı da küçük düşürmüyorum ve hakâretvâri sözler kullanmıyorum. Seviyeli bir müzâkere olsun istiyorum ki hepimiz istifade edelim. Yoksa burada hepimize zararı olacak bir münâkaşa olacak ise biz zaten orada yokuz.
Şahsen uyguladığım metod şudur. Okumalarımda ve araştırmalarımda falan, filan şahıs ve âlim ne demiş diye muhatap olmuyorum. Elbette ki farklı kaynakları araştırıyor ve okuyorum. Ancak bu âlimler Kur’ân’ı bana nasıl anlatıyorlar ve Efendimiz(asm)’in sünnetini nasıl yaşıyorlar diye onlara muhatap oluyorum. Gâyem Kur’ân’ı ve daha da ilerisi Kur’ân’ın kudsiyetini arıyorum. Kaynağın kudsiyeti, Kur’ân’ın kudsiyeti ile bağlantılı olmalı diyorum. Kâinattaki bütün enerjileri güneşsiz anlayamayız. Öyleyse Kur’ân’sız bir ilim kör ve sağırdır. Öncelikle bunu önemsiyorum.
Sonrasında ise Kur’ân’ın en mükemmel uygulayıcısı ve müfessiri olan Efendimiz(asm)’i anlamaya ve O’nun yaşayışı gibi Kur’ân’ı anlama ve yaşamaya çalışıyorum. Bu arada şunu ifade edeyim. İslâmı yaşarken ki hatalar şahsen bize aittir. Bütün güzellikler de Kur’ân ve sünnete aittir. Güneşi inkâr eden ve güneşe karşı gündüz gözünü kapayan sadece ve sadece kendisine gece yapar. Öyleyse gündüz güneş gibi bir hakîkate bile bile gözünü kapayan ve bir de gündüzü gece diye iddia edenlere de fazla söylenecek bir şey yok diye düşünüyorum. Öyleleri ölüm sekerâtında gözünü açabilir ancak zaman çoook geçmiş olabilir. O zaman ölüm sekerâtı uyandırmadan evvel uyanmak gerekir.
Abdülbâkî ÇİMİÇ