Kör hissiyât, âkıbeti görmeyen nefsin bir şubesidir. Mecâzî nefs-i emmâre olarak da bilinen ‘şuursuz kör hissiyât’ aklın ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor. İnsanın nebâtî, hayvânî, insânî ve mü’min olmak üzere dört mertebesi bulunur. Bu nedenledir ki insan nebâtî cismâniyeti cihetiyle ve hayvânî maddeliği itibâriyle bu iki mertebenin de özelliklerini taşır. Kör hissiyât aynı zamanda insanın hayvaniyet mertebesinden bir şubedir. İnsanın hayvaniyet mertebesinde bulunan kör hissiyât, mâzi ve müstakbelden habersizdir. Çünkü insanın hayvaniyet mertebesinde akıl faal olmayıp kör hissiyâta bağlıdır. Kör hissiyât ise, manen kördür.
Bedîüzzamân, “Nefs-i emmârenin kendi desâisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyâde söz dinlemez ve ahlâk-ı seyyieyi idâme eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyât halîtasından çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazîfe-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâre”[1]den bahseder. Devamında “Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyât bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslâh olsun ve kusûrunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedâ’îliğe her hissini maksadına feda etsin.”[2] tespitlerinde bulunur. Bu ikinci nefs-i emmârede bulunan şuursuz kör hissiyâta kör denmesi, hayvanlarda olduğu gibi mâzi ve müstakbeli idrâk edemedikleri için olsa gerektir. İnsanda bu kör hissiyât hâkim olunca, akıl kör hissiyâtın emrine girer, akıbeti görmez. “Evet, gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez.”[3] cümlesi bu noktaya bakar.
İnsandaki bu dört mertebeden şuursuz kör hissiyâtı teşkil eden nebâtî ve hayvânî hayat mertebelerinin maddî ve fânî hayatı tercih etme gafleti Büyük Mesnevi-i Nuriye’de şöyle ifâde edilmiş: “Sonra insan, kendi vücûd ve hayatında bir devâir-i mütedâhile ve masnûat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü’min… İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan îmân mertebesinde vuku’ bulur. Sonra îmânın mertebe ve tabakasından tenâzül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedîd-ül mukâvemet olan nebâtiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku’ bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o merâtibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halk edilmiştir der. Bunun içindir ki insan, evvelâ insâniyeti, yalnız bir mide-i nebâtiye veya hayvâniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gâye-i hilkâtlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibâret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.”[4]
Yani, ekser insanlar her şeyi, nebâtî ihtiyaç ve hayvânî istekler cihetinden değerlendirmek ister. Bu cihetle nebâtî ve hayvânî isteklerine ters düşenlere kötü, münasip düşenlere de iyi insan olarak bakarlar. Bu durumda hak ve dinin hükmünü ve ölçüsünü hiç nazara almak istemezler. Hatta bu insanlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederek nasihatçi bir konumda görülürler. Bu tür insanların sözlerini dinlemek, fâsid nasihatlerine kulak vermek ve te’sirinde kalmak, onların içinde bulundukları fitne cereyânını dinlemek ve etkisinde kalmak demektir.
İnsanda daima kötülüğü emreden bir “nefs-i emmâre” vardır ve bu terbiye edilebilir. Yani nefs-i emmâre, levvâmeye veya mutmainneye inkılâp edebilir. Bu insanın imtihânının bir gereğidir. Şu da bir hakîkat ki bu durumda her şey bitmiş değildir. İnsanın imtihânı ve mânevî terakkîsinin ömür boyu devam etmesi için “mânevî bir nefs-i emmâre”den bahsedilir. Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle “Heves, damar, asab, tabiat ve hissiyât halîtasından çıkan bu mecâzi nefs-i emmâre, hakîkî nefs-i emmâreden daha şiddetli ve tehlikelidir. Buna binâen “Bu acîb asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga ile hem hakîkî, hem mecâzî iki nefs-i emmâre ittifak edip; öyle seyyiâta öyle günâhlara severek giriyor, kâinatı hiddete getiriyor.“[5]
Kör hissiyât-ı insâniye, fânî, hazır bir meyveyi, bâkî, uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmâre bu hâlet-i fıtrîyeden istifâde etmek ister. Ancak ey nefis! “Sen, ânî ve fânî zevklerin bekâsını arıyorsun. Onun için, onun zevâliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyâtınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.”[6] Ayrıca “Ey nefis! Ey zevke müptelâ bedbaht kör hissiyât! Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur; o zevk ayn-ı elem olur.”[7] Bunu bilmeli ve anlamalısın! Hem insan, “Âkıbeti görmeyen kör hissiyâtın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfî lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musîbetidir. O musîbet sırrıyla, hakîkî mü’minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar.”[8] Bununla beraber bu zamanda ehemmiyetli bir hâl de “Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insâniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın çâre-i yegânesi; aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlub etmektir.”[9] Evet ey insan! “Sen, nebâtî cismâniyetin cihetiyle ve hayvânî nefsin itibâriyle; sagîr bir cüz, hakîr bir cüz’î, fakîr bir mahlûk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcûdat-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun.”[10] Öyleyse şu hakîkate kulak vermelisin: “Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir; hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve rûhun derece-i hayâtına gir.”[11]
“Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, müşkilâtlı yola nasıl ekser insanlar gidiyorlar?
El-cevab: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar. Hem insandaki nebâtî ve hayvânî kuvveleri, âkıbeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o insandaki letâif-i insâniyeye galebe ettikleri için, çıkmak istemiyorlar ve hazır ve muvakkat bir lezzetle müteselli oluyorlar.”[12] Bununla berâber “Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke mübtelâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmini, telezzüzü, hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insânîyeyi insânîyetkârane ve âkıbet-endişâne olan vazîfelerinden vazgeçiriyorlar.”[13]
Ey nefis, ey kör hissiyâtın içine giren nefs-i emmâre! Ey zevke mübtelâ bedbaht kör hissiyât! “Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur, o zevk ayn-ı elem olur. Madem yüzde doksan mâzideki ahbâb âdeta güya beni berzaha çağırıyorlar. Bu hazır zamandaki on dosttan ben kaçmağa mecbur oluyorum. Elbette bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah hayat-ı mânevîyesi bin derece müreccahtır… diye bu iki hakîkatlâ hadsiz şükürler olsun o ikinci nefs-i emmâre tam susturuldu, kalb ve ruhtan gelen zevke razı oldu, şeytan dahi sustu. Hattâ damarlarımdaki maddî hastalık da gayet hafifleşti.”[14]
Elhasıl “Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Risâle-i Nur ve bilhassa İhlâs Risâleleri, o iki nefsin bütün desâisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi”[15] etti. İşte reçete, işte tiryak, işte tedâvî!
Abdülbâkî Çimiç
[1] Kastamonu Lahikası,(2013) s.334
[2] Age, s.334
[3] Şualar, s.756
[4] Mesnevi-i Nuriye, A.Badıllı,(2022),İttihad Yayınları, s.450
[5] Kastamonu Lahikası, s.335
[6] Emirdağ Lâhikası-I, s.341
[7] Emirdağ Lâhikası-I, s.345
[8] Kastamonu Lâhikası, s.279
[9] ESDE(Hutbe-i Şamiye), s.317
[10] Sözler, s.525
[11] Lemalar, s.331
[12] Age, s.223
[13] Age, s.227
[14] Emirdağ Lahikası-I, s.345
[15] Kastamonu Lahikası, s.335