Fenâ ve şer fiillerin durumu nedir? Bu fiiller zatında şer midir?
Yoksa şerler esâsında şer değil, kul irâde-i cüzîyesi ile seçerek sû-i istimâl ile kendisine mi şer yapıyor?
Şahsım adına Risâle-i Nûrlardan istifâde edebildiğim kadar şunları söyleyebilirim.
Cenâb-ı Hak hayırdan ve haseneden yanadır ve kullarının hayır işlemesini ister, şer işlemesini istemez. Öyleyse şerri nefs-i insâniye ister. Çünkü nefsin mâhiyetinde böyle bir özellik vardır. İnsan imtihâna tâbidir.
Hem şerler ademdir(yokluktur). Hayırlar ise vücûdîdir. Vucût için ise illet-i hakîkî, irâde ve kudret-i Rabbâniye gerekir. Onun için de irâdî fiillerde insanın dilemesi ve meyli sadece irâde-i külliyeye bir şart-ı âdî hükmündedir. Yoksa illet(hakîkî sebep) değildir. İnsan dilese dahi irâde-i Rabbâniye hikmeti iktizâ etmez ise dilemez ve vücût vermez.
Şöyle düşünelim: Namaz kılmak hayırdır ve vücudîdir. Biz diledik ve zâhiri şerîata uyarak namazımızı kılmak için irâdemizi sarf ettik ve Allah’ta namaz ibâdetini bize nasip etti ve hayır olarak o fiilimizi yarattı. Hem bu ibâdetin illeti emirdir. Neticesi ise rızâ-i haktır. Semerâtı ise uhrevîdir.
Namaz kılmayan kişi ise bir terk ile şer işlemiş durumdadır. Öyleyse bu fiil ademdir. Zaten namaz kılmayan kişi için namaz diye bir şeyden bahsedilmez. Çünkü ortada böyle bir ibâdet yoktur. Namaz ibâdetinin vücûdu için gerekli bütün şartlar olsa da o kişinin isteme ve dileme şartı olmadığı için o ibâdetin neticesi vücûd olarak yaratılamamış ve şer olmuştur. Yanî kişi kendi sû-i ihtiyârı ile kendisine şer yapmıştır. Bu şerrin neticesi ezelî kaderde tayin edilmiş ve Kur’ân ile de bildirilmiştir. Yüce Allah ise kullarının namaz kılmasını istemekte ve terk edilmesini istememektedir. Onun için hayırlar Allah’a aittir. İnsanın nefsi ise şerden yana olduğu için hayrı istememektedir. İnsan, hayırları nefsinin rağmına istemektedir. Çünkü kalbdeki imân fenâ meyelanları tard eder ve kul Rabbinin emri istikâmetinde îmânın te’sîri ve Allah’ın dilemesi ve istemesi ile hayırlara ulaşır.
Bir misal ile dahâ konuya yaklaşmaya çalışalım. Yüce Rabbimiz kaderde kemik erimesi hastalığına düşmenin ve düşmemenin şartlarını birlikte tayin etmiş ve ecel-i muallâk gibi Levh-i Ezelînin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta mukadder olarak yazılmıştır. İnsanlar kaderde tayin edilen kemik erimesi hastalığına düçâr olacak tercihleri yaparak neticesi kaderde tayin edilen hastalığa kendi irâdeleri ile düşmüşlerdir. Eğer sağlıklarına dikkat etmişler, dengeli ve yeterli beslenmişler, kalsiyum veya potasyum gibi mineralleri yeterli almışlar ise ve hakezâ bu sefer kaderde tayin edilen ve kemik erimesi hastalığına düşmeme şartlarına riâyet ettikleri için bu hastalığa düşmemişlerdir.
İşte kaderde bütün şartlar tahakkuk etmiş ve neticeleri de belirtilmiş, Kur’ân ve sünnet ile insanlara bildirilmiştir. Kul kendi sû-i istimâli ile kendisine sağlıklı olarak verilen vücûdu istikâmette kullanmamış ve bahsedilen hastalığın şartlarını seçerek o neticeyi kendisi istemiştir. Ancak kendi kesbi ile bu neticeyi istediği için de önceden kendisine bildirilen neticeye ulaşmış olup itirâza hakkı olamaz ve neticeden kendisi sorumludur. Çünkü emânete zarar vermiş ve yanlış tercihleri bilerek kesb etmiştir.
Bir talebe aynı şartlarda, aynı sınıfta ve aynı muallimden ders aldığı ve okulun da bir imtihân yeri olduğunu bildiği halde, çalışmamış ve tamâmen kendisinin menfâati ve faydası için yapılan imtihânı kaybetmiş ise; o imtihân sorularında hatalı şıklar vardı, ben o şıklardan dolayı kaybettim, burada suçlu yanlış şıklardır veya o şıkları oraya koyandır diyebilir mi?
Hâlbuki aynı imtihândan yüz de alan, seksen de alan, elli de alan ve sıfır da alan oldu. Eğer o yanlış şıklar öğrencilerin kabiliyetlerini inkişaf ettirmemek üzere ve zararlı olsaydı başarılı olan talebeleri ve yüksek neticeleri ne ile îzâh edecektik? Demek ki insan şer ve tahribi kendisi istiyor ve önceden kedisine bildirilen neticeye ulaşıyor.
Burada aşağıdaki soruları sormak gerekmiyor mu?
Şimdi bu neticedeki fiilin sorumlusu kimdir? O fiili yaratan kimdir? O fiilin şartlarını ve neticesini tayin eden kimdir? Neticeyi ortaya çıkarıp sonucu ilân eden kimdir? Yani neticede test sonucunu, testten önce şartları belirlenen imtihân sonuçlarını kararlaştıran ve notu veren kimdir?
Burada talebelerin konumu ve durumu veya sorumlulukları ve hataları nedir? O neticeye giden süreçte talebenin şer olan fillerinin sahibi kimdir?
Talebe daha önce neticesi ve şartları belirlenen imtihâna çalışmayarak kendisi şerri istemiş ve o neticeye ulaşmıştır. Ancak imtihânın şartlarında ve neticenin belirlenmesinde dahli yoktur. İmtihân, şartlar ve netice bütünü ile öğrencinin hayrına ve faydasınadır. Hiçbir öğretmen talebesinin kötü not almasını istemez. Devamlı onları çalışmaya ve başarılı olmaya teşvik eder ve yüksek not almaları için uyarır. Ancak imtihânın gereğidir ki doğru cevaplar yanında yanlış cevaplar da olmalıdır. Yoksa bir soru bir tane de doğru cevap olursa o zaten imtihân olmaz. Madem dünya bir imtihân yeridir, o halde ezdâd yanî hayırlar ve şerler birlikte bulunmalıdır.
Cenâb-ı Hak bu imtihân dünyasında emir ve nehiyleriyle teklifini sunmuş, Peygamberler ile de o teklifin bütün inceliklerini ümmetlerine bildirmiş ve tâlim ettirmiştir. Kimsenin i’tirâz hakkı olamaz.
Şerler ve kubuhlar, hayırlar ve haseneler iç içe berâber bulunacak ki kullar seçimlerini yapabilsin ve çalışanla çalışmayan tefrik edilebilsin. Ancak şu bilinmelidir ki şerler ve kubuhlar hayırlar ve hasenelerin ortaya çıkarılması içindir, vücûdî değildirler. Çünkü hatalı cevapları seçenler sıfır alır ve sıfır bir nevî yok hükmünde ve adem durumundadır.
Neticesi adem olan bir şerrin durumu için ne diyebiliriz? Biz sadece o neticeyi seçen kişinin sorumlu olduğunu ve o neticeyi çalışmayarak kendisinin kesb ettiğini ve kimseyi suçlamaya hakkı olmadığını söyleyebiliriz.
Abdülbâkî ÇİMİÇ