Hilkat ağacının neticesi ve semeresi insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini, meziyetlerini taşır ve içine alır. Hilkat-i âlemin hakîkî gâyesi hükmünde olan çekirdeği yine insandır.Hayy-ı Ezelî kâinatı hayat için halk etmiş ve kâinatın merkezine hayatı ve insanı koymuştur.
Bedîüzzaman Hazretleri “hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır.”der
Hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri olan ruha, çekirdek hükmünde bir latîfe-i rabbaniye olan kalb derc edilmiştir ki; o kalb kâinatı içine alabilecek bir kabiliyeti ve muhabbeti taşımaktadır. Onu içindir ki kalb insanın çekirdeği konumundadır. Kalbin imân-ı billâh, marifetullah ve muhabbetullah canibine sevk edilmesi için ubûdiyet ve ihlâs altında İslâmiyet suyu ile iskâ edilmesi gerekir. Bu iskâ ile kalb, îmân ile intibâha gelir ve insanın mânevîyatına hayat verir. Îmân ile intibâha gelen kalb, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirlere müheyya olur. Âlem-i emirden gelen emirler ise Allah’ın kullarına teklifidir. Nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirlerle nurânî bir ağaç olarak yeşillenen kalb, insanın cismânî hayatına da rûh ve hayat olur. Rûh âlem-i emirden gelen emirlerle hayat bulur ve devam eder.
Kalbin îmân ile marifetullah mi’racında arş-ı âlâya urûc etmesi yolunda eşyayı esmâ tezâhürâtı olarak müşâhede etmesi cismânî âleme rûh olması ve eşyânın abesiyetten çıkıp kudretin tasarrufunda zerrât-ı kâianatın bir nev’î hayattar bir mânâ kazanması da kalbin cismânî âleme rûh olmasıdır.
İnsan kalbin tasfiyesiyle ve îmân ve teslimiyetle hakîkate uruc edebilir.İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen emirleri dinler. Îmân ile hakîkî mânâda hayat bulur ve mânevî âlemi canlanır. Böylece Cenâb-ı Allah’ın nurânî, misâlî âlemi olan melekût âleminden gelen emirler ile kalb terbiye olur ve gıdasını alır. Böylece âlem-i emirden gelen emirler ile îmân ve i’tikâdı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete geçer. Rûhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, günâh meyelânına hücum gibi bir hâlet-i rûhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir.
“Evet, îmân, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen, nefisten çıktıkça ‘yasaktır’ der, tard eder, kaçırır. Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, rûhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Rûh ise, îmân nûru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.[1]”
Kalbde; âlemin mecmuu bir harita, bir fihriste, bir numune ve bir timsal gibi temessül edebilir bir kabiliyetvardır. O kalbin içindeki merkezi ise Vâhid-i Ehad’den başka hiç bir şeyi kabul edemez ve ebed ve sermedden gayri hiç bir şey ile razı olamaz. Öyleyse insan kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan vermemelidir. Çünkü, bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur.
“Hem beşerde, kalbinin selâmetine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüz’î matlapları ve ruhunun bekàsına ve saadetine medar öyle büyük ve muhit ve küllî maksatları var ki, onları öyle bir zât verebilir ki, kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayt kalmaz. Hem en gizli ve işitilmez gayet mahfî seslerini işitir, cevapsız bırakmaz.[2]”
Kalbin öyle bir kâbiliyeti vardır ki, bir harîta veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harîta-i mânevîyesi hükmündedir. İnsanın mâhiyetindeki kalbi, hadsiz hakâik-i kâinatın mazhârı, medârı, çekirdeği konumundadır. Aynı zamanda da kalb, makine-i insaniyenin merkezi ve zembereği hükmündedir. Öyleyse insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en münevver ve en câmi bir aynasıdır. Demek ki bu aynaya kâinattaki eşya imân ile nûrlanırsa esmâ tezâhürleri olarak yansıyor ve böylece o insanın cismânî âlemi de nûrlanmış oluyor.
Bir şahsın kalbinde bir ihtilâl, bir fenâlık hissi uyanırsa, yüksek hissiyâtı, kemâlâtı sukût etmeye başlar; kalbinde tahrîbata, fenâlığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs, bütün lezzetini, zevkini tahrîbatta, fenâlıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs, tam mânâsıyla arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilâli çıkarıp büyüten bir belâ, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir. İşte insanın cismânî âleminin sönmesi ve cismânî âlemi cihetiyle rûhunun ölmesi hâdisesi böyle olmalıdır.
Sanırım mes’elenin sırrı gelen paragrafta olmalıdır. “Nasıl ki ceset rûha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lâfız mânaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakîkata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismânî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının mânevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esmâ-i İlâhiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risâle-i Nur’da kat’î ispat edilmiştir.[3]”
Abdülbâkî Çimiç
Dipnotlar:
———————-
[1]Eski Said Eserleri(Hutbe-i Şâmiye),2009,s:367
[2]Şualar,2006,s:321.Makam: Tevhidin Üç Meyvesi >1.Makam: Tevhidin Üç Meyvesi>
[3]Şualar,2006,s:123