İnsan, aziz bir misafirdir
İnsan, Hâlık-ı Kâinatın kıymetli bir memuru ve şerefli bir misâfiridir. Hem de aziz bir misâfirdir. İnsanın azizliği, ona ikrâm edilen nimetlerden, en azından yediklerinden ve sofrasından bellidir. Koyun ot yiyor, sen; koyunun sütünü içiyorsun, etini yiyorsun. Tavuk, çöplükte eşiniyor ve öyle besleniyor. O mısır ve darı yiyor. Biz ise tavuğun etini ve yumurtasını yiyoruz. Gerçi bu dünya yemek-içmek için kurulmamıştır. İnsan elli-altmış sene yiyecek en sonunda mevt ile yenilecek.
Bize sunulan bu kadar mükemmel nimetler ve ikramlar bizim mükerrem bir mahlûk olduğumuzu gösteriyor. Bütün kâinatın, güneşlerin, yıldızların insana hizmet etmesi, insanın aziz bir misâfir olduğunu gösteriyor. İnsan, dünyaya Allah’ın aziz bir misâfiri olarak gönderilmiştir. İnsan kâinatın kayyumu, insanla kâinat bir mânâ kazanıyor. Kâinat insanla şenleniyor. İnsanla kâinatta tecelli eden esmâ-i hüsna kemâl buluyor. Bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, bizim dünyada mes’uliyetimiz ve imtihanımız çok ağırdır. İnsan cami istidalara sahiptir. Mahiyet itibarıyla istidatlarının neşv-ü neması için imtihana tabi tutulmuştur. İşte eğer bunlar, (İlahî teklif, bi’set-i enbiya ve getirdikleri şeriatlar) olmamış olsaydı; kat’iyyen şu insan, bir hayvan olarak kalacak ve bütün bu vicdânî kemâlat ve o ahlâkî mehâsin hiçliğe düşüp ademe gidecekti.
Bir yakınımıza diyoruz; “falan akrabamız öldü”, bu bir sestir. Bu ses yakınımızın kulağından giriyor, bir iki dakika sonra gözlerinden yaşlar akıyor. İşte insan teessür ve ızdırap makinesi gibi bir mahlûktur. Teessür ve ızdırap katreleşiyor. Gözlerinden damla damla yaşlar akıyor. İnsandaki şu nihayetsiz hissiyat ve istidadlar aslî olarak ancak ebed için verilmiştir. Böylece insanlar, “İnsana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhrevîyeye ve mânevîyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakîkate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.”[1]
Kur’ân’da kime hitab ediliyor? Muhatab kim? Elbette insan! İnsan, Âlemlerin Rabbine, Allah’a muhatab kılınmış. Demek ki insanın cevheri çok ulvîdir. Öyleyse ipi kıramazsın, Rabbin ile olan bağı çözemezsin, isyan edemezsin. Çünkü insanın ruh cevherinde Cenâb-ı Hak ayrı ayrı isim ve unvanlarla tecelli eylediği bütün âlemlerin numunelerini tevdi buyurmuştur.
Her isimde olduğu gibi, hassaten Hak isminin nokta-i mihrâkiyesi insandır. İnsanın hakîkati, kıymeti ve kemâli, kâinatın telifine sebep olmuştur. İnsan mâhiyetinin manen öyle bir kudsiyeti, kıymeti ve ehemmiyeti var ki, sen kıymet-i mânevîye itibariyle kâinattan daha kıymetlisin. Çünkü insan, esmâ-i İlâhiyeye en cami bir ayinedir. Câmiiyet-i tâmme ile bütün esmâ-i İlâhiyeyi anlar, zevk eder mahiyettesin. İşte İslâm târihi boyunca başta peygamberler ve onların varisleri olan âlimler olmak üzere, arifler, mürşitler, müceddidler, müfessirler hep birlikte bir noktaya tahşidat yapmışlar: İnsan unsurunu zayi etmemek. Onu arş-ı kemâlâta, evc-i âlâya ulaştırmak.
Çünkü bütün mahlûkat zerreden kürelere kadar kuvvetlerini insanın emrine vermişler, insana hizmet ediyorlar. İnsanın zaafında büyük bir kuvvet var. Zaten sen acizsin, zaifsin, fakirsin. Bunu bilerek Cenab-ı Hakka iltica etsen, nihayetsiz kuvvet elde edersin.
Abdülbâkî çimiç
[1] Mektubat, s.57