“Şüphesiz ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.[1]” “Secde et ve yaklaş” “Kulun Rabbine en yakın olduğu yer secde halidir.[2]” “Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah’ı tesbîh edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı O na mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah’ı tesbîh edip namaz kılın.[3]” “Namaz dinin direğidir.[4]” “Namazlara, özellikle orta namaza devam ediniz.[5]” Ya Rabbi, Ancak Sana ibâdet ve kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz.[6]” “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.[7]” Bu ayet ve hadîsler namaz ve ibâdetin ehemmiyetini açık olarak ortaya koymaktadır.
Yazının başında önemli bir noktaya işâret etmek gerekir. Esasında yapılan yorum ve açıklamalar mehazdaki kudsîyete dayanır ise hakîkaten o kudsî hakîkat te’sîr eder. Mehazdaki kudsîyet ise Kur’ân’ın kudsîyeti olmalıdır. En önemlisi yazılan yazılar, yorumlar, kitaplar ve tefsîrler şeffâf birer cam gibi olmalı ve Kur’ân’ın kudsîyetini göstermeli, Kur’ân’a ayna olmalı, gölge olmamalıdır. Onun için yapılan açıklamalarda hatta tefsîrlerde Kur’ân’ı anlamak ve hayata tatbîk etme niyet ve kastı olmalıdır. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.[8] Bu açıdan bakıldığında hükümlerin kaynağı ve me’zahı Kur’ân ve sünnettir. Onun için de yazının başına Kur’ân’dan ayetleri ve Efendimiz(sav)’in hadîslerini almak mecbûriyetini hissettik.
İbâdet, fıtratın, yaratılışın ve imânın zarûretidir. Hem ibâdet cennet kazanmak için değil, Allah rızası için yapılmalıdır. Yani ibâdet bize daha önce verilen nimetlerin olsa olsa şükrü nevinden olur, cennet ise fazl-ı ilâhîdir. Allah’ın razı olduğu kullarına ikrâmıdır. Onun için de ön şart ile ben yaptığım ibâdetle cennet kazanacağım demek sırr-ı ubûdiyete-kulluk sırrına- aykırı ve münâfidir. Öyleyse şöyle diyebiliriz. İbâdet, Allah emrettiği için yapılır, neticesi ise Allah’ın rızasıdır. Mükâfatı ise âhirette Allah’tan ümit edilir, yoksa illa da yapılan ibâdetle cennet kazanacağım şartı o ibâdete münâfî olur.
İnsanın, yaratılıştan gelen aslî vazîfesi, imândan sonra, duâdır. Duâ ise kulluğun rûhu, özü ve esâsıdır. İnsanın yaratılış vazîfesi Allah’ı tanımak, O’na imân ile inanmak ve kulluk yapmaktır. Bu nedenle de insan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla mükemmelleşmek ve meleklerden de üstün bir makâma çıkabilmek için gönderilmiştir. İnsanın mâhiyetine yüce Allah çok şümûllü ve yüksek kabiliyetler(isti’dâdlar) koymuştur. İnsan bu kabiliyetlerle kulluk yapmalı ve yüce makâmlara çıkmalı ve Allah’ın rızasına kavuşmalıdır.
Yüce Allah bizleri duâ etmek için nihayetsiz aciz ve fakir yaratmıştır ki hakîkî vazîfemiz olan duâ ve kulluğa yönelelim ve sadece O’ndan isteyelim, O’na yalvaralım. Ubûdiyet ve kulluk Allah emrettiği için yapılır. Neticesi ise Allah’ın rızâsıdır. Faydası ahirettedir. Dünyevî bir fayda için yapılan ibâdet semeresiz ve neticesizdir. Hatta dünyada bir maslahat ve fayda görmek niyetiyle yapılan ibâdetlerde ihlâs ve Allah rızâsı kalkar, o ibâdet de ibâdet rûhundan uzaklaşır. Onun için ibâdetler sırf Allah emrettiği için yapılır. İbâdetin rûhu niyettir. Niyet ise bir rûhtur, o rûhun rûhu da ihlâstır. İhlâs ise sadece Allah rızâsı için çalışmak ve ibâdet yapmaktır. Yanî karşılığında dünyevî hiç bir menfâat beklemeden yapmaktır. İnsan bu duruşu ve inanışı ile ibâdet yapar. Ancak Allah kul istemeden ve niyet etmeden dünyevî faydalar verirse o Allah’ın fazlından ve ikramındandır. İbâdetleri iptal etmez. Çünkü kul bizzat kastî olarak ne niyeten ne de fiilen o matlupları istememiştir.
Kulun niyet ve fiillerinden razı olan Allah, o kulana fazlından ve ikramından dünyevî faydalar verebilir. Bunlar kalbde rahatlık, geçim kolaylığı, bereketli rızık gibi faydalar olabilir. Bunlar Allah’ın ikrâmı ve ihsânıdır. Yapılan ibâdetlerin neticesi değildir.
İbâdetler ancak geçmişte bize verilen nimetlerin şükrü ve teşekkürü olabilir. Çünkü biz Allah’ın hem memlûku hem de mülkünde işleyen ve nimetlerinden istifade eden kullarıyız. Buna razı olmayan Allah’ın sayılamayacak kadar nimetlerini nasıl îzâh edecek ve inkâr edecek? Eğer faydalanıyorsa o zaman o nimetlerin karşılığı olarak Allah’a teşekkür nevinden şükür vazîfesini yapması gerekir. İşte yapılan ibâdetler bir nevi bize verilen nihâyetsin nimetlere şükür ve teşekkürdür. Eğer onu da yapmaz isek insan olmanın mâhiyeti ve fıtratın gereği nedir? Öyleyse insan olan insana ibâdet ve duâ gerektir. Çünkü duâ, kulluğun ve ibâdetin rûhu hükmündedir.
“Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde olanların hamd ve senâsı O na mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince de Allah’ı tesbih edip namaz kılın.[9]” Görüldüğü gibi namaz ibâdeti ve vakitleri muayyen olarak ayetlerle gösterilmiştir. Hem namaz dinin direği ve olmazsa olmazıdır.
Burada şunu sorabiliriz. Allah’ın bizim ibâdetimize ve namazımıza ne ihtiyacı vardır?
Cenâb-ı Hak bizim ibâdetimize, belki hiçbir şeye muhtaç değildir. Fakat biz ibâdete muhtacız; mânen hastayız. İbâdet ise, mânevî yaralarımiza ilaçlar hükmündedir. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir doktorun ona faydalı ilaçları içirmek husûsunda ettiği ısrâra karşılık, doktora dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrâr ediyorsun?” Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın. Öyleyse ibâdet bizim mânevî cephemizin gıdası ve tedâvisi için ilaçlar hükmündedir.
Namaz çok kıymettar ve mühim ve de az bir zahmet ile kazanılan bir büyük ibâdettir. Ayrıca namazda hem rûhun, hem kalbin ve hem de aklın büyük bir rahatı vardır. Namaz hakîkî bir ebedî hayatın saadetine medâr olacak hoş, rahat ve rahmet bir hizmettir. Külfeti pek az ve ücreti pek büyük hoş, güzel ve ulvî bir ubûdiyettir. Namaz insanın cisim hanesinde arkadaşları olan kalbinin gıdası, rûhunun hayat suyu ve rabbâni duygularının ter temiz havasıdır.
Namaz sonsuz üzüntüler ve teessürlere ve de elemlere ma’rûz ve düşkün olan; nihâyetsiz lezzetlere ve arzulara düşkün olan bir kalbin gıdasıdır. Namaz ile kul her şeye kudreti yeten bir Râhim-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalarak nihâyetsiz ihtiyaç ve arzularına kavuşacağını bilerek sadece O(cc)’ndan isteyeceğini bilir. Böylece namaz kul ile Rabbi arasında bir bağ olur. İnsan şu boğucu, ezici ve sıkıntılı olan dünya hayatı içersinde ancak namazın penceresi ile nefes alabilir ve rahatlayabilir.
Namaz kılanın hâli Kâiantın Yaratıcısına yönelmiş olarak yaptığı ibâdet ile kendi âlemini nûrlandırır. Adeta namaz o mü’min için elektrik lambası ve namaza niyet, onun düğmesine dokunma gibi o âlemin zulümâtının dağılması ve her yerin nurlanması hükmünde olur.
Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı zikretmek, hürmet göstermek ve şükretmektir. Yâ’ni Allah’ın celâline, sonsuz büyüklük, ululuk, yücelik ve haşmetine karşı söz ve fiili olarak Sübhânallah deyip Allah’ı bütün noksan sıfatlardan beri görmek; hem Allah’ın kemâline karşı söz ve amelle Allahu ekber söyleyip, Allah en büyüktür diyerek hürmet gösterecek surette güzel muamelede bulunmak; hem, Allah’ın cemaline ve sonsuz güzelliğine karşı kalb, dil ve beden ile elhamdülillâh deyip şükretmektir. Ne mutlu ki bu kula Rabbine yönelip O’nu razı edecek namaza niyet eder ve namazının kabûlünü Rabbinden bekler.
Namaz îmândan sonra en büyük hakîkat ve ibâdettir. İbâdetin mânâsı da şudur ki; kul Allah’ın dergâhında ve huzûrunda kendi kusûrunu ve acizliğini ve de fakirliğini görüp Allah’ın Rablığını ve terbiye ediciliğini bilir. Böylece insan Allah’ın sonsuz kudret ve ilâhi merhametinin ve şefkatinin önünde hayret, muhabbet ve sevgi ile secde eder ve yalvarır. Kul kendi kusûrunu görerek yalvarış ile istiğfâr eder ve Rabbini bütün noksanlıklardan pak ve beri görerek kâinatta bütün kusûrlardan mukaddes olduğunu bilerek Allah’ı zikreder ve bunu başta namaz gibi ibâdetle ilân eder. Rabbim, ibâdetlerimizi ve namazlarımızı bu rûha uygun devam etmeyi nasîb etsin inşâallah.
“Çok tembellerden ve namazı terk edenlerden işitiyoruz. Diyorlar ki: “Cenâb-ı Hakkın bizim ibâdetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ân’da çok şiddet ve ısrârla, ibâdeti terk edeni şiddetli cezaya çarptırıp Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor?”
Bu soruyu soranlar sanırım şu ayetleri dikkate alarak sormuş olmalılar. “Mucrimlere soracaklar ki, sizi cehenneme koyan şey nedir? “Namaz kılanlardan değil idik” diyecekler.[10]” “Namaz kılıp da namazlarından gafil olanlara azap vardır.[11]” “Onlardan sonra Öyle bir nesil geldi ki, namazı kılmadılar ve şehvetlerine uydular.”, “Onlar yakında gayya kuyusuna gireceklerdir.[12]”
İşte ayetlerle de görülüyor ki namaz kılmayanları Allah çok şiddetli bir şekilde ceza ve cehennemle tehdit ediyor. Namazın hikmetlerini ve bizim mânevî cephemize yaptığı tedâviyi ve vazîfeyi yukarıda açıklamaya çalıştık. Madem kâinatın en mükemmel yaratılmışı insan ve insan eşref-i mahlûkattır. Çünkü Allah “Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık.[13]” buyurur. Sonra insana bütün ihtiyaçlarını karşılayacağı nimetler sunulur, karşılığında ise bu nimetlere şükür olarak küllî bir ibâdeti temsil edilen namaz emredilir.
Namazın hikmetleri ise sadece şükür ile îzâh edilmez, bizim mânevî cihetimize bakan yönleri de vardır. Bütün Kâinat insana hizmet ederken aynı zamanda da Allah’ı zikreder. İlgili ayet: “Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin.[14]” Şimdi hakîkat-i hâl böyleyken bütün mahlûkat kendi lisânı ile Allah’ı tesbih edecek, zikir edecek ve bir nevi kendi kulluğunu ve ibâdetini yapacak ve en şerefli bir mahlûk olan insan bu iabâdeti yapmayacak! Bütün mevcûdat o zaman Allah’a şikâyette bulunmaz mı? “Bu koca kafalı beşer bizi kullandı, bizden istifâde etti, nimet olarak bizlerde tasarruf etti, Yâ Rabbi biz de senin emrin ile işledik ve vazîfe yaparak tespihimizi ve ibâdetimizi de yaptık” diyecektir. Bütün mahlûkat kıyamet gününde ve mahkeme-i kübrâda insandan dâvâ ederek “Ya Rabbi, biz ibâdetimizi ve vazîfemizi yaptık ancak insanlar niye ibâdet yapmadı? Biz hakkımızı istiyoruz, hem bizi bu insanlar aşağıladı, ibâdetimizi görmeyerek bize hakâret etti” diye hak aramaya çalışırsa ne yapacağız? Bu hak değil mi? Hem insan namaz ile bütün mahlûkatın tesbihini ve zikirlerini Allah’a takdim etmesi gerekiyor. Çünkü namaz mü’minin miracıdır. Büyün mi’raçta peygamber Efendimiz(sav) bütün mahlûkatın ibâdetlerini Allah’a takdim etti, Allah’ta bu ibâdetleri kabûl etti. Ettahiyyatünün mânâsı da budur zaten. Bu vazîfesini insan namazı terk ederek yapmıyor. Çünkü eşref-i mahlûk olarak insana böyle bir vazîfe verilmiş. Bu vazîfe de ancak namaz ile olabilir.
Şimdi hakîkat-i hâl böyle iken namazı terk eden kişi ne yapmaya çalışıyor? Sanırım şunu yapıyor. İnsan diyor ki; “Ben yokluk, karanlık ve zerreler âleminden varlık âlemine çıkarıldım. Sonra bana maddî ve mânevî duygular ve azalar verildi, yetmedi en şerefli olma makâmı verildi, o da yetmedi maddî ve mânevî nimetler verilerek bütün eşyada tasarruf etme kabiliyeti verildi ve hakeza…” Pekâlâ, insandan bunlar karşılığında ne beklendi? Elbette ki “Cinleri ve insanları ancak Bana îman ve ibâdet etsinler diye yarattım.[15]” sırrınca îmân ve ibâdet istendi. İnsan ne yaptı? Namaz kılmayarak ve ibateti terk ederek hâşâ Allah’a karşı “Ben senin emrini dinlemiyorum ve senin tehdidinden de korkmuyorum, cehenneminden de korkmuyor ve çekinmiyorum.” duruşu yaparak Allah’a ve emirlerine isyan bayrağını çekti. İşte insanın hali ve sonu… Artık bundan gerisini insan kendisi bilir. Çünkü “Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.[16]”
Bâkî ÇİMİÇ
————————
[1] Ankebût sûresi (29:45
[2] Müslim,salat,215
[3] Rum Sûresi,30:17-18
[4] Tirmizi, İmân:8
[5] Bakara sûresi (2), 238
[6] Fâtiha,1:5
[7] Zâriyât,51:56
[8] Sünûhat
[9] Rum Sûresi,30:17-18
[10] Muddesir, 43
[11] Mâûn, 4
[12] Meryem, 59
[13] Tîn Sûresi, 95:4
[14] İsrâ Sûresi, 17:44
[15] Zâriyat Sûresi, 51:56
[16] Ahzâb Sûresi, 33:72