Hz.İsâ Meselesi

Îsevî rûhânîler

Ahirzamanda vukua gelecek hadiseler hem hadis-i şeriflerle, hem de selef ulemasının nakilleriyle asrımıza kadar ulaşmıştır. Asrımızda ise Bediüzzaman Hazretleri bu mevzulara eserlerinde epey geniş yer vermiş olup, müstakil olarak bazı risaleler de telif etmiştir. Meseleyi doğru ve tekellüflü tevillerden beri şeklinde anlamak için muhakkak Bediüzzaman Hazretleri’nin eserlerine müracaat etmek elzemdir. Yoksa sırr-ı imtihan ve hikmet-i ibham sırrından dolayı çoğu müteşabih olan hadisleri doğru anlamak ve hadisat-ı âleme tatbik etmek neredeyse mümkün görünmüyor. Öyleyse bizler de öncelikle her konuda olduğu gibi Îsevî rûhânîler meselesinde de Risale-i Nur’a müracaat edelim ve yol haritamızı Bediüzzaman’ın göstermiş olduğu koordinat noktaları ile belirleyelim. Burada şu açıklamayı da yapalım. Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz (sav)’den sonra peygamberlik kapısı kapandığından Hz. İsa (as), yeni bir şeriat getirmeyecek, Kur’ân’a ve sünnete tabi olacak, onlarla insanlığı irşad edecek, Kur’ân ve imânın ulvî hakîkatlerinin ve eşsiz güzelliklerinin tüm dünyaya yayılmasına vesile olacaktır. Ancak bu mesele sırr-ı imtihan gereği perdeli ve mübhem olacak. Hatta “Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarrep ve havâssı, nur-i îmân ile onu tanır. Yoksa, bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.”[1] Meselenin bu ciheti nazar-ı dikkatten kaçırılmamalıdır. İşte bu ve benzeri sırlardan dolayı Mehdî ve Hz. İsa(as) gibi ahirzaman hadisatı Risale-i Nur olmadan anlaşılması çok müşküldür. Bizler de önemeli gördüğümüz ve üzerinde çok fazla mülahazaların olduğu, hatta itirazların bulunduğu bu meseleyi Risale-i Nur üzerinden incelemeye başlayalım. Gayret bizlerden, tevfik Allah’tan inşâallah.

Îsevî rûhânîlerle ittifâk edip Dîn-i İslâma nasıl hizmet edilecek?

“O zâtın üçüncü vazîfesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihâd-ı İslâma binâ ederek, Îsevî rûhânîlerle ittifâk edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir.”[2] Görüldüğü üzere Hazret-i Mehdi’nin şahs-ı mânevîsi üçüncü vazifeyi yaparken Îsevî rûhânîlerle ittifâk edip Dîn-i İslâma hizmet etmesi söz konusudur. Hadis-i şerifte vardır ki: ”İsa(as) ahirzamanda yeryüzüne gelip şerre menbalık eden deccali öldürürken müslümanlarla ittifaka girecektir.”[3] Bu hadis-i şerifin izahı Beşinci Şua’da şöyle yapılmaktadır.Şahs-ı İsa Aleyhisselâmın kılıncıyla maktul olan şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mânevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhânileridir ki, o ruhâniler din-i İsevînin hakîkatini hakîkat-i İslâmiye ile mezc ederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. Hattâ, “Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir, Hazret-i Mehdîye namazda iktida eder, tâbi olur” diye rivayeti, bu ittifaka ve hakîkat-i Kur’âniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.”[4] Meselenin bir başka ciheti ise Mektubat’ta şöyle ifade edilmiştir: “Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakîkatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemâati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.”[5] Bu noktayı Barla Lahikası’nda bulunan Dereli Hafız Ahmed Efendi’nin çok mânidar rüyalı bir fıkrasında gelen izahat açıklığa kavuşturuyor. Rüya anlatıldıktan sonra şu açıklama yapılıyor: “Üstadımızın Kur’ân-ı Hakîmden aldığı ve neşrettiği Risale-i Nur vasıtasıyla Nasârânın bir kısmı İslâmiyeti kabul edecek ve Nasârâ Müslümanları veya Hıristiyan mü’minleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsâ Aleyhisselâmın sözleri nev’inden hüsn-ü kabul edeceklerine işârettir. Evet, Risale-i Nur’da öyle bir kuvvet vardır ki, Avrupa’nın en müannid feylesoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikîsi olan hakikî îmân nurunu arayan Hıristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur’u görseler, (Hazret-i İsa Aleyhisselâmın vesâyâsı nev’inden) kabul edip sarılacaklardır.”[6]

Hazret-i İsâ Aleyhisselâm şeriat-ı Muhammediye ile amel edecek.

Ayrıca “Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (asm) ile amel edecek.”[7] meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüt edip İslâmiyet’e inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de, Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden deccali öldürür. Yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.”[8] Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Hz. İsa ile Hz. Mehdî ortak fikrî mücadeleleri ile Deccalı ortadan kaldıracaklar, îmân hakîkatlerini dünyaya yayacak ve tüm inananların huzur ve saadetlerine vesile olacaklardır. Bugün Avrupa’nın birçok yerinde Müslüman olanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Müslüman olanlar da genellikle ilim ve fikir adamlarıdır. Hatta birçok Papaz’ın da Müslüman oldukları bilinen bir hakîkattir.

İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edecek

“Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvâtta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.”[9] “Evet, hadis-i şerifin ifadesiyle Hazret-i İsa’nın semavî nüzûlü kat’î olmakla beraber; mânâ-yı işârîsiyle başka hakîkatleri ifade ettiği gibi, bu hakîkate de mu’cizâne işaret ediyor.”[10] İhlâs Risalesi’nde ise önemli bir haşiye ile Îsevî rûhânîlerle ittifâk meselesine şöyle bir izah getirilir: “Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakîkat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”[11]

İsevîlik dininin tasaffisi

Bediüzzaman’ın Avrupa tespiti farklıdır. Avrupa’yı müsbet ve menfî olarak ikiye ayırır ve öyle tarif eder. “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir.” Der. “Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya”[12] bakışı müspettir. Özellikle eserlerinde birinci Avrupa’nın İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle yapacağı müspet hizmetlere dikkat çeker. Çünkü ahirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulur. Bu cereyanlar beşeriyetin dünyevî ve uhrevî hayatını alt-üst eder. Bediüzzaman, bu dehşetli cereyanlara karşı “Müslümanlar, Hıristiyan rûhânîler ve Kur’ân hizmetkârları çok dikkat etmelidir.”[13]diye ikazda bulunur. Böylece âhirzamanda dinsizlik cereyanlarına karşı mukabele etmek, ancak İsevî’nin hakiki dini hakîkat-ı Kur’ân’la ittihad ederek; Kur’ân ise esas ve imam olup, İsevî dini ona tabi olacağına işareten bir rivayette var ki: “İsa gelir, namazda Mehdi’ye iktida eder.”[14] Şualar’da bu hadîse şöyle işaret edilir: Ahirzamanda zuhur eden dinsizlik cereyanının ”teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mânevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhânileridir ki, o ruhâniler din-i İsevînin hakîkatini hakîkat-i İslâmiye ile mezc ederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. Hattâ, “Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir, Hazret-i Mehdîye namazda iktida eder, tâbi olur” diye rivayeti, bu ittifaka ve hakîkat-i Kur’âniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.”[15]

Hadis-i şerifler ve ayet-i kerimelerin işaretiyle “Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek.”[16] Ahirzamanda “Şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i sadık(Peygamber Efendimiz(asm)), bir kadîr-i külli Şey’in vaadine istinat ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem kadîr-i külli Şey vaat etmiş;[17] elbette yapacaktır.”[18] Ayrıca “Nasraniyet ya intıfa(sönme, son bulma) veya ıstıfa edip (safileşip, arınıp) İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifa(son) bulup sönecek veya hakikî nasraniyetin esasını cami olan hakaik-ı İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki, “Hazret-i İsa nazil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”[19]

Bediüzzaman’ın Kur’ân-ı Hakîmden aldığı ve neşrettiği Risale-i Nur vasıtasıyla Nasârânın bir kısmı İslâmiyeti kabul edecek ve Nasârâ Müslümanları veya Hıristiyan mü’minleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsâ Aleyhisselâmın sözleri nev’inden hüsn-ü kabul edeceklerdir.[20] Bu hakikat dehşetli maddiyyunluk ve tabiatperestlik mesleği olan inkâr-ı uluhiyete karşı, “Îsevî rûhânîlerle ittifâk edip Dîn-i İslâma hizmet etmek şeklinde tezahür eder.[21]  “İşte, bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı, ancak ve ancak Hristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittihadı, yani İncil, Kur’ân ile ittihat ederek ve Kur’ân’a tâbi olması neticesi elde edilecek semâvî bir kuvvetle mağlûp edileceği iş’ar buyuruluyor ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın da vüruduna intizar etmek zamanının geldiğini mana-i işarî ile ihtar ediyor.”[22] İnşâallahürrahman Risale-i Nur’un nurlu fütuhatıyla din-i İsevîye tebşir buyurulduğu gibi, hurafattan tasfiye edilerek hakiki İsevîlik İslâmiyetle ittihad ve inkılab ederek dinsizliği tazammun eden ahirzaman cereyanlarını zîr ü zeber etmesini Cenab-ı Hak’tan diliyoruz.

Bir gayr-ı münteşir mektupta Bediüzzman Hazretleri Hz. Mehdî(ra)’nin siyaseti tam dindar İsevîlere bırakıp, İslâmiyet hakîkatlarını isbata, izhara, icraya çalıştığını şöyle ifade eder: “Gerçi hakîkat noktasında âhirzamandaki gelecek büyük Mehdi siyaseti tam dindar İsevîlere bırakıpyalnız İslâmiyet hakîkatlarını isbata, izhara, icraya çalışır.”[23] Buradan anlaşılan odur ki; Hz. Mehdî(ra) bizzat siyasete, siyasetle devleti idare etmeye ve siyaset yoluyla hizmet etmeye kesinlikle talip olmaz. Evet, Bediüzzaman nâdire-i hilkattir. Hem kendini, hem talebelerini siyasetten men’etmiştir; dünyevî işlerle meşgul değildir. Onun için Bediüzzaman “Kur’ân bizi şiddetle siyasetten men’etmiş”[24] der. Bu men edilişin hakiki sebebi ise şöyledir: “Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakîkat, hak, bizi siyasetten men’etmiş. Çünkü, masumlar belâya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.”[25] Öyleyse siyasi vazifenin ilmî ve fikrî cihetini Hz. Mehdi(ra) Kur’ân ve sünnetten ortaya koyar ve stratejisini belirler. Tatbikatında ise tam dindar İsevîlerin yardımı olur. İnsanlığın ortak değerleri olan insan hakları, demokratik haklar, hürriyetler ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler, mehasin-i medeniyet denilen terakkiyat-ı medeniyet harikaları İsevîlerin yardımı ile bütün dünyada makes bulur. Bu değerler Avrupa’nın, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları ihtiva eder. Böylece İsevîlik âleminde de İslâm’ın hayat-ı içtimâiye prensipleri hâkim olmaya başlar. Tevhid hakîkatinde İsevîlik tasaffi ederek teslisten tevhide dönerek İslâmiyete tabi olurken, içtimâî ve siyâsî noktadan Müslümanlara yardımcı olunmuş olur.

Hz. İsâ(as)’nın tabaka-i hayatı

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsâ Aleyhimesselâmın Allah katına yükseltildiği ve bir benzerinin, o zannedilerek öldürüldüğü bildirilir. Bu hakîkat bir ayette mealen şöyle ifade buyrulur:  “Ey İsâ! Şüphesiz, seni ben vefat ettireceğim. Seni kendime yükselteceğim.”[26] Başka bir ayet ise şöyledir: “Oysa O’nu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle gibi gösterildi. O’nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. O’nu kesin olarak öldürmediler.”[27] Bir diğer ayette de şöyle ifade edilir:

“İnkârcılar onu öldürmek için tuzak kurmuşlardır, ama Allah bu tuzağı bozmuştur.”[28] Bu ayetlerden de açıkça anlaşıldığı gibi Hz. İsâ Aleyhimesselâm hayattadır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle üçüncü tabaka-i hayatta cism-i dünyevîyesiyle bulunur. Allah, Hz. İsâ(as)’ı üçüncü hayat tabakasına almış ve O’nun cesedine faklı bir vaziyet vermiştir. Konuyu Birinci Mektup’tan takip edelim:

Üçüncü tabaka-i hayat: “Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nurânî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misâlî letâfetinde ve cesed-i necmî nurânîyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvâtta bulunurlar.”[29] Bir rivayette de, “Dört zat vardır ki, hâlâ hayattadır. Bunlardan Hızır ve İlyas yerde, Hz. İsa ve Hz. İdris de gökte hayat sürmektedirler.”[30] buyrulur.

Bilindiği üzere Risâle-i Nur Külliyatı’nda Mektubat adlı eserin Birinci Mektub’unda hayat tabakaları izah edilir. Üçüncü tabaka-i hayat, Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır. Bu hayat tabakasında bulunan Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın hayatlarının mâhiyetleri diğer hayat tabakalarında bulunanlardan farklıdır. Bu hayat tabakasında bulunan İsâ Aleyhimesselâmın hayatının özelliklerini şöyledir:

1.Beşeriyet levazımatından tecerrüd: Hz. İsâ Aleyhimesselâm, cism-i dünyevîsiyle semâvâtta üçüncü tabaka-i hayatta bulunur. Beşeriyet itibarıyla insanın yaşaması için elzem olan yemek, içmek, uyumak vb gibi levazımattan sıyrılmış vaziyettedir.

2. Melek hayatı gibi bir hayat: Bilindiği üzere melekler nurdan yaratılmış nurânî varlıklardır. Yemezler, içmezler, uyumazlar ve beşerî ihtiyaçlara ihtiyaç duymazlar. Onların gıdaları yaptıkları nurânî hizmetler ve tesbihlerdir. Demek Hz. İsâ(as) da üçüncü tabaka-i hayatta melek hayatı gibi bir hayata mazhardır.

3. Nurânî bir letâfet kesb eder: Hz. İsâ(as), üçüncü tabaka-i hayatta melek hayatı gibi bir hayat yaşarken cism-i dünyevîyesi meleklerin vücudu gibi nurânî bir letâfet ve tatlılık kazanmıştır. Allah o tabaka-i hayatın muktezası olan bir nurâniyeti ve letâfeti Hz. İsâ(as)’ın vücuduna nasip etmiştir.

4. Beden-i misâlî letâfeti: Hz.İsâ(as), üçüncü tabaka-i hayatta şeffaf, tatlı ve sırlı bir vücuda sahip kılınarak âdetâ temsili bir bedene kavuşturulmuştur. Bu vaziyet O’nun için maddî vücudun haricinde bir takım işlerin görülmesinde çok kolay ve makul vazifelerin yapılmasına zemin izhar etmiştir. Böyle bir bedene kavuşturulan Hz. İsâ(as), maddî engelleri kolayca aşarak anî ve def’î olarak kısa bir zamanda her yerde bulunabilecek bir vaziyete kavuşmuştur.

5. Cesed-i necmî nurâniyeti: Hz.İsâ(as), üçüncü tabaka-i hayatta cism-i dünyevîyesiyle bulunurken Allah o cismine çok farklı özellikler vermiştir. Bunlardan bir tanesi de yıldız misâl nurânî bir cesettir. Sanki o cesed-i necmî nurânîyetinde olan cism-i dünyevîsi âdeta ışık hızı süratinde bir vaziyete mazhar olmuştur.

Şimdi hakikat-i hâl böyle olunca Hz. İsâ Aleyhimesselâmın üçüncü tabaka-i hayatta cism-i dünyevîyesi ile o semâvî tabakadan yeryüzüne tekrar nüzul ederek inmesinin makuliyeti ne kadar muknî olduğu anlaşılır. Artık O’nun hayatına ve vücuduna bizim hayatımız gibi çok kayıtlarla mukayyet bir hayat olarak bakamayız. O’nun hayatı ve cesedi beşeriyet ihtiyaçlarından sıyrılmış, melek hayatı gibi bir hayata kavuşmuştur. Bu hayat tabakasının zarureti olan cism-i dünyevîyesi misâli bir bedene kavuşarak tatlı, nurlu, lâtif ve ışık hızına yakın bir hâl kesbetmiştir. Öyleyse Hz. İsâ Aleyhimesselâmın ahirzamanda tekrar yer yüzene inmesi ve son bir kudsî vazife yapması aklen, ilmen, hadsen ve tevatüren makul bir durumdur. Çünkü Hz. İsâ(as), bir anda ani ve def’î olarak üçüncü tabaka-i hayattan yeryüzüne iner ve tekrar aynı tabaka-i hayatında bulunabilir. Bu vaziyetin makuliyetine hiçbir engel yoktur. Bediüzzaman Hazretleri de bu makuliyete şöyle işaret eder: “Evet, her vakit semâvâttan melâikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’ eden (Hazret-i Cibril’in Dıhye suretine girmesi[31] gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misâliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.”[32]

Hz. Îsâ(as) tanınacak mı?

Ahirzamanda vukua gelecek hadiselerden birisi de Hz.Îsâ(as)’ın tekrar yeryüzünü nüzul edişidir. Hz. Îsâ(as)’ın tekrar yeryüzüne inişini Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), “Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Meryem oğlu Îsâ inecek, aranızda amel edecek, âdil bir hâkim olarak Salîb’i (hurâfelerle doldurulmuş Hıristiyanlığı) kıracak.” [33]  Ve “Meryem oğlu Îsâ (as) gökten sizin yanınıza indiği ve imamınıza uyduğu zaman bakalım nasıl olursunuz?”[34] şeklinde ifade buyurur.

Pekâlâ, Hz.Îsâ(as)’ın tekrar yeryüzüne inişi nasıl olacak ve O’nu herkes tanıyabilecek mi? Öncelikle On beşinci Mektup’taki ilgili bahsi iktibas edelim: “Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî Îsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarrep ve havâssı, nur-i imân ile onu tanır. Yoksa, bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.”[35]

Burada önemli birkaç noktayı hem iktibas edelim, hem de izah edelim.

Risale-i Nur’da ifade edildiği cihetle “Din bir imtihandır. Teklif-i ilâhî bir tecrübedir. Tâ ervah-ı âliye ile ervah-ı safile müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin. Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nazil olmuştur; elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur.”[36] Ayrıca “İman ve teklif, ihtiyâr dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tetkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî meseleleri elbette bedihî olmaz ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz.”[37] Hatta, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâmın nüzulü dahi ve kendisi Îsâ Aleyhisselâm olduğu, nur-i imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez.[38]

Görüldüğü üzere din bir imtihan ve tekliftir. Akla kapı açar, iradeyi elden almaz. Bu sırdan dolayıdır ki vukuat-ı istikbale dair hadîsât sırr-ı imtihana aykırı olmamak şartıyla ihbar edilmiştir. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı ahir zaman tanınabilir. “Yoksa, bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.”[39] Hz. Îsâ(as), fiilleriyle bilinir. O fiiller de “Nur-u imanın dikkatiyle” görülebilir. Buradan hareketle şunu ifade edebiliriz. Ahirzamanda tekrar nüzul edecek olan Hz. Îsâ(as)’ı herkes tanıyamayacak ve bilemeyecektir. Çünkü Hz. Îsâ(as)’ın ahirzamandaki nüzulü peygamber olarak değil, Peygamber Efendimiz(asm)’in şeriatına tabi olacak bir veli olarak gelecek. Peygamberlik makamı aşikâr olduğu halde, velilik makamı ihfayı gerektirir. Onun için Hz. Îsâ(as) tekrar nüzul ettiğinde aşikârâne bilinemeyeceği için herkes O’nun hakiki Îsâ olduğunu bilemeyecek. Bu sırdan dolayıdır ki “Onun mukarrep ve havâssı, nur-i iman ile onu tanır.”

Hz. Îsâ(as)’ın mukarrep ve havâssı kimlerdir?

Mukarrep; derecesi en yüksek olana denir. Havâs;  üst tabaka, seçkinlerdir. Îsâ Aleyhisselâmın havâssı ise, O’nun en yakınında bulunan mukarrepleridir. Yani Hz. Îsâ(as)’ın mukarrepleri olan havâssı, Îsevî dininin tasaffisinde vazifeli “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık[40] bir cemiyettir. Bu mukarrepler, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemâati namı altında bulunurlar. Bu mukarrep ve havâs, İsevî ruhanîlerdir. O ruhâniler, ahirzamanda din-i İsevînin hakîkatini hakikat-i İslâmiye ile mezc ederler. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtmaya çalışırlar. O İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.

Böylece İsevilik dini tasaffi ederek, teslis inancından kurtulup İslamiyete inkılap edecek. Bu vaziyet bir nevi İsevîlik dininin hurafelerden tasaffisi olmuş olacaktır. Bundan sonra Hıristiyan dünyasında İslâmiyeti kabul edenler çoğalacak ve Müslümanlarla İsevîler ittihat edip dinsizlik cereyanlarına karşı beraber mücadele edecekler. Ve böylece o dehşetli dinsizlik akımlarını öldürecekler. İşte bu çok güzel gelişmeleri Hz. İsâ (as) izn-i ilâhi ile görmüş ve bilmiş; bu nedenle İslâm ümmetinden olmak istemiş. Cenab-ı Hak da bu duâ ve isteğini kabul ederek ahirzamanda Hz. İsâ(as)’ı Hz. Muhammed(asm)’e ümmet yapmış.

Hz. Îsâ(as)’ın nüzûlü

Öncelikle bir hadis-i şerif ile meseleye bakalım: “Allah Meryem’in oğlu Mesih’i, gökten, iki boyalı elbise içinde Şam’ın doğusundaki Beyaz Minare’ye(Minare-i Beyzaya), elini iki meleğin kanatlarına koymuş bir halde indirecek. Başını eğdiği zaman su damlayacak, kaldırdığı zaman ondan inci dâneleri gibi düşecek…”[41]

Hz. Îsâ’nın (as)’ın nüzûli ile ilgili Matta’da geçen metinde de ilginç noktalar vardır. Şöyle ki:  “Îsâ tapınaktan çıkıp giderken, öğrencileri, tapınağın binalarını O’na göstermek için yanına geldiler. Îsâ onlara, “Bütün bunları görüyor musunuz?” dedi. “Size doğrusunu söyleyeyim, burada taş üstünde taş kalmayacak, hepsi yıkılacak!” Îsâ, Zeytin Dağı’nda otururken öğrencileri yalnız olarak yanına geldiler. “Söyle bize” dediler, “Bu dediklerin ne zaman olacak, senin gelişini ve çağın bitimini gösteren belirti ne olacak?” Îsâ onlara şu karşılığı verdi: “Sakın kimse sizi saptırmasın!  Birçokları, ‘Mesih benim’ diyerek benim adımla gelip birçok kişiyi aldatacaklar.  Savaş gürültüleri, savaş haberleri duyacaksınız. Sakın korkmayın! Bunların olması gerek, ama bu daha son demek değildir.  Ulus ulusa, devlet devlete savaş açacak; yer yer kıtlıklar, depremler olacak.  Bütün bunlar, doğum sancılarının başlangıcıdır. “O zaman sizi sıkıntıya sokacak, öldürecekler. Benim adımdan ötürü bütün uluslar sizden nefret edecek. O zaman birçok kişi imandan sapacak, birbirlerini ele verecek ve birbirlerinden nefret edecekler. Birçok sahte peygamber türeyecek ve bunlar birçok kişiyi saptıracak. Kötülüklerin çoğalmasından ötürü birçoklarının sevgisi soğuyacak. Ama sonuna kadar dayanan kurtulacaktır. Göksel egemenliğin bu Müjdesi bütün uluslara tanıklık olmak üzere dünyanın her yerinde duyurulacak. İşte o zaman son gelecektir… O zaman İnsanoğlu’nun belirtisi gökte görünecek. Yeryüzündeki bütün halklar ağlayıp dövünecek, İnsanoğlu’nun gökteki bulutlar üzerinde büyük güç ve görkemle geldiğini görecekler.[42]

Öncelikle baştaki hadis-i şerifte Hz. Îsâ(as)’nın, Şam bölgesine “iki meleğin kanatlarına elini koymuş olarak” ineceği beyan ediliyor. Buradaki “iki meleğin kanatlarına elini koymuş olarak” ifadesi elbette ki sembolik bir ifade olmalıdır. Bu hadisteki “iki meleğin kanatlarına elini koymuş olarak” ifadesinin yorumu sanki Kastamonu Lahikası’nda yapılmış gibidir. Şöyle ki: “Hattâ, şahs-ı Îsâ’nın (a.s.) semâvattan nüzûlü işaretiyle bir mânâ-yı işârîsi olarak Hazret-i İsâ’yı (a.s.) temsil ederek ve namına hareket eden bir taife dahi, şimdiye kadar işitilmemiş ve görülmemiş bir tarzda tayyarelerle, paraşütlerle semadan bir belâ-yı semâvî gibi nüzûl ettiriyor, düşmanların arkasına indiriyor. Hazret-i İsâ’nın nüzûlünün maddeten bir mîsâlini gösteriyor. Evet, hadîs-i şerifin ifadesiyle Hazret-i Îsâ’nın semâvî nüzûlü kat’î olmakla beraber; mânâ-yı işârîsiyle başka hakîkatleri ifade ettiği gibi, bu hakîkate de mu’cizâne işaret ediyor.”[43] Bu izahlara Matta’da yer alan “Göksel egemenliğin bu müjdesi bütün uluslara tanıklık olmak üzere dünyanın her yerinde duyurulacak. İşte o zaman son gelecektir… O zaman İnsanoğlu’nun belirtisi gökte görünecek. Yeryüzündeki bütün halklar ağlayıp dövünecek, İnsanoğlu’nun gökteki bulutlar üzerinde büyük güç ve görkemle geldiğini görecekler.”[44] kısmı mühim bir mütemmim olur kanaatindeyiz.

İşte bu ifadeler bizlere Hz. Îsâ(as)’nın nasıl ve ne zaman nüzul edeceği hakkında bazı kanaatleri verdiğini düşünebiliriz. Zira hadiste geçen “elini iki meleğin kanatlarına koymuş bir halde” inecek tabiri, Kastamonu Lahikası’nda “paraşütlerle semadan” iner, Matta’da ise “O zaman İnsanoğlu’nun belirtisi gökte görünecek. Yeryüzündeki bütün halklar ağlayıp dövünecek, İnsanoğlu’nun gökteki bulutlar üzerinde büyük güç ve görkemle geldiğini görecekler” şeklinde izah edilişi çok manidârdır. Demek ki, “Hazret-i Îsâ’nın nüzûlünün maddeten bir mîsâlini gösteriyor” sırrınca Hz. Îsâ’nın (as), paraşütle veya benzeri bir vasıta ile nüzûl edecek ve bu nüzûl de paraşütün keşfedildiği zamanlara denk gelecek diye anlamak mümkündür. O halde Hz. Îsâ(as)’nın İkinci Harb-i Umumi sonrası nüzul etmiş olacağını söylemek yukarıdaki ifadelere muvafık düşebilir. Çünkü Matta’da geçen “Savaş gürültüleri, savaş haberleri duyacaksınız. Sakın korkmayın! Bunların olması gerek, ama bu daha son demek değildir.  Ulus ulusa, devlet devlete savaş açacak; yer yer kıtlıklar, depremler olacak.  Bütün bunlar, doğum sancılarının başlangıcıdır.”[45] ifadeleri İkinci Harb-i Umumi’ye işaret ediyor gibidir.  Bu noktada Hz. Îsâ(as)’nın nüzûl tarihi hakkında bir çerçeve çizilebilir. Yani ilgili ifadelere göre, Hz. Îsâ’nın (as) İkinci Harb-i Umumi yılları olan “otuzlu, kırklı veya ellili yıllar içinde ruhaniyatının imdada gelmiş olabileceği” pekâlâ makul bir yaklaşımdır.

Hz. Mehdî’nin Îsâ(as)’a mülâki olması

Bu yazımızda “Maidet-ül Kur’ân, Hazinet-ül Burhan” eserinden iktibaslar yapacağız inşâallah. “Maidet-ül Kur’ân” namındaki eser, Ahmed Feyzi Kul ağabeyin cifir ilmine müstenid bir eseridir. Bediüzzaman Hazretleri bu eserin muhteva ve dâvâsını, şahsına ait kısmını Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsine çevirerek tasdik eder. Mâidet-ül Kur’ân isimli bu eseri, Bediüzzaman Hazretleri de görmüş, okumuş ve tasdik etmiştir. Hattâ Üstad tarafından bu risâle bazı ta’dil ve tashihlerden sonra, 1946-1948’lerde teksir makinesiyle ve İslâm harfleriyle neşredilen Tılsımlar Mecmuası adlı kitabın âhirine ilhak edilerek neşrettirilmiştir. Lâkin 1948’de vukua gelen Afyon Mahkemesinin savcı ve hâkimleri veya onun ehl-i vukufu Mâidet-ül Kur’ân eserini, rapor ve iddianamelerinde çok fazla mevzu ettikleri için, Hazret-i Üstad Afyon Hapsinden sonra onu Tılsımlar Mecmuası’nın arkasından ayrılmasını tavsiye etmiştir. Ahmed Feyzi Kul Ağabey Maidet-ül Kur’ân’ın İkinci Kısmı olan Hazinet-ül Burhan eserinde Hz. Îsâ(as)‘ın ruhâniyetinin imdada gelmesi ve asırlardır beklenen o Zat’ın, Îsâ (a.s.)’a mülâki olması ile ilgili Meryem Sûresi ile Duha Sûresi’nden ayetleri incelemiş ve cifir ilmine müstenid işaret ve beşaretler çıkarmıştır. Şimdi ilgili eserden konuya müstenid bahisleri inceleyelim inşâallah.

Maidet-ül Kur’ân’ın Hazinet-ül Burhan kısmında yer alan ilgili bahisler:

1.”Kâle innî abdullâhi, âtâniyel kitâbe ve cealenî nebiyyâ(nebiyyen)”. Meal-i şerifi: Îsâ (as) muhasımlarına dedi ki: Ben Allah’ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı.[46](1349-1350-1360-1361-1362-1410-1412-1462) (Hicri 1349 Tarihinin Miladi karşılığı 1930, Rumi 1349 Tarihinin Miladi karşılığı ise 1934’tür. Bu çevirmeye göre diğer tarihlerin Hicri’den Miladi’ye ve Rumi’den Miladi’ye çevrilmeleri şöyledir: H1350-M1931-R1350-M1935; H1360-M1941,R1360-M1945; H1361-M1942,R1361-M1946; H1362-M1943,R1362-M1947; H1410-M1990,R1410-M1994; H1412-M1992, R1412-M1996; H1462-M2041, R1462-M2046 tarihlerini yaklaşık olarak göstermektedir. (H=Hicrî, M=Miladî, R=Rumî olarak gösterilmiştir.)

2.”Ve emmâ bi ni’meti rabbike fe haddis.” Meal-i şerifi: Amma Rabbinin ihsanını sana verdiği nimeti yâd et.[47](1376-1380-1382-1378) (Hicri 1376 Tarihinin Miladi karşılığı 1956, Rumi 1376 Tarihinin Miladi karşılığı is 1960’tır. Bu çevirmeye göre H1380-M1960, R1380-M1964; H1382-M1962, R1382-M1966; H1378-M1958, R1378-M1962 tarihlerini yaklaşık olarak göstermektedir. (H=Hicrî, M=Miladî, R=Rumî olarak gösterilmiştir.)

Bu ayetler iki vecihle tabir edilebilir;

Birincisi: aynı tarihlerde (M1930, 1931, 1934, 1935, 1941, 1942, 1943, 1945, 1946, 1947…) hizmet-i imaniyenin başında bulunan Zat’a, Hz. Îsâ (as)’ın ruhâniyetinin imdada geldiği veyahut o Zat’ın, Îsâ (as)’a mülâki olacak Zat olup o Nebi-i Zîşanın mazhariyetinin tevarüs edeceği ve Îsâ (a.s.)’ın namazda kendisine iktida edeceği Zat olmasıdır.

İkinci veçhe ise: Hz. Îsâ (a.s.)’ın devr-i saadeti olup Hıristiyanlık âleminin ruhaniyeti Hz. Îsâ’yı telebbüs edeceği ve Hıristiyanlığın hakîkatına ulaşacağı ve İslâmiyete iktida edeceği ve İslâmiyet’in cihanda mutlak hâkim olacağı tarihleri(M1956, 1958, 1960, 1962, 1964, 1966,…1990, 1992, 1994, 1996, 2041, 2046) göstermektedir…

Bu âyet-i kerimenin ve veche-i hesâbiyesinin 1376-1380-1382(M1956,1960,1962) tarihlerini göstermesi bu tarihlerde Cenab-ı Hakk’ın ehl-i İslâm’a bahşedeceği en büyük atıfetlere işaret olsa gerektir. Fil-vakıa 1376(M1956) tarihi Risâle-i Nur Külliyatı’nın resmen tab’ı, neşir tarihi olduğu cihetle bu atıfetin ne kadar büyük bir ikram olduğunu müstakbel devirler idrak edecektir.

Elhasıl: Bu iki âyet-i kerime son asırların mücâhede-i imaniyesinde ehl-i İslâm’ı temsil eden Zatın Hz. Îsâ (a.s.)’ın cevabına mâsadak bir makbuliyet ve ehliyette olacağına ve o Nebi-i Zîşanla hassaten alâkadar bulunacağına ve kendisine “min kıbel-ir Rahman” vaki olan ikramatın hizmet cihetinden, enbiyaya yapılan nimet-i Samedaniyeye müşabih olacağına işaret etmektedir.[48]

Bir hadis-i şerifin işaretiyle Hz. Îsâ’nın (as) tesirat-ı ruhaniyesiyle Hristiyanlık âleminin intibaha gelmesi:

Sahih-i Müslim’den hadis-i şerif meali: “Nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Ecell-i Âla’ya kasem (yemin) ederim ki: Meryem’in oğlu Îsâ Aleyhisselam aranıza hakem-i adil olarak mutlaka nüzul edecek, salîbi kıracak[49], hınzırı öldürecek, cizyeyi vâz’ edecektir (kaldıracak). Ve servet o kadar çoğalacaktır ki, kimse bir âtiyye kabul etmeyecektir.” Hadis-i şerifin sarih mânâsı aşikâr olmakla beraber işârî mânâsı da Allahû âlem Hz. Îsâ’nın (as) tesirat-ı ruhaniyesiyle Hıristiyanlık âleminin intibaha geleceğini ve insanlığın saadeti hesabına icraata girişeceğini ve müslümanlar arasında da âdilane müessir bir hakemlik vazifesi ifa edeceğini ve Hristiyanlık âleminin süratle intibaha gelerek İslâmiyet’e ve insaniyete münâfî bütün seyyieleri terkedeceğini haber vermektedir.”[50]

Celcelutiye’den bir kerâmet-i afakiye

Celcelutiye’den: 1960 “Ve erbâun minincîli Îsâ teazzemet.” Hz. İmam-ı Ali’nin (ra) Celcelutiye’sinde münderic yukarıdaki beyitin “Îsâ teazzemet”cümlesi adeta bir damga gibi yukarıdaki Hz. Îsâ (as)’ya ait hadîs-i şerifin ifâde ettiği 1380 tarihinin tam karşılığı olan 1960 rakamına tekabül etmektedir. Evet, bu rakam tamı tamına 1380’in karşılığıdır. Şüphesiz ki kerâmet-i afakiyesi aşağıda işaret edileceği vecihle çok emsalsiz bir derece-i ulviyette bulunan Hz.Şah-ı Velayet’in âhirzamanın en büyük iman serdarlığını yapacak ve kelamullahı ve şan-ı İslâmiyet’i mertebe-i kusvaya yükseltecek olan İsâ’nın (as) ism-i şerifleri üzerine vâz ettiği bu damgaya benzer birçok bu kabil keramete kıyasen tesadüfi olamaz. Farz-ı muhal kendisi kasden bu hakîkati murad etmese bile ikrâmât-ı ilâhiye bu hakîkati kendisine ifâde ettirmiştir… Allahu âlem gerek hadîs-i şerifin beyan-ı mucizekaranesi olan 1380 ve gerek onun karşılığı bulunan 1960 tarihli Hıristiyanlık âleminin batıl akidelerden kurtularak din-i tevhid olan İslâmiyet’e yönelmeye ruh-u İsevîyet’in yani hakiki nübüvvet-i İsevîye’nin tesirini göstermeye ve yukarıdaki hadîs-i şerifde haber verilen hakikatlerin zuhura gelmeye başladığı tarih olsa gerek ki bu hal “Bize ulum-u evvelîn ve ahirîn şuhud derecesinde bildirildi. Sözümüzde şüphe edenler zelîl olur” diye tahdis-i nimet şeklinde şakirane beyan eden Hz.İmam-ül Evliyaya yakışır bir mazhariyettir.”[51]

Hz. Mehdî(ra) ile Hz. Îsâ(as) aynı kişiler mi?

Hz. Mehdî(ra) ile, Hz. Îsâ(as) meselesi ahirzamanda vukua gelecek hadîsâttan olup çokça iltibas edilen, ifrat ve tefrit fikriyatın serrişte edildiği bir konudur. Kimi şahıslar ifrat derecede bir fikre kapılıp her ikisi de aynı şahıstır derken, bazıları da tefride düşerek her iki şahsı da inkâr etmektedir. Öyleyse hadd-i vasadda kalıp işin aslını doğru kaynaklara ve fikirlere dayanarak ortaya koymak gerekiyor. Hz. Mehdî(ra) ile, Hz. Îsâ(as) ahirzamanda aynı zaman diliminde gelecek olan ve birbirine mülâki olacak iki ayrı şahsiyettir. Çünkü Peygamber Efendimiz(asm),her ikisi ile alâkalı ayrı ayrı teferruatlı haberler vermiş olup, meselenin iltibas edilmesini engellemiştir. Ancak ahirzamana ve vukuât-ı istikbâle âit haberler perdeli ve müteşâbih olduğu için, herkes her meseleyi tam olarak anlayamıyor. Özellikle Risâle-i Nur’da beyân edilen ahirzaman hadisâtı ile ilgili hadislerin tevili ve tefsiri tam anlaşılamadığı için, Hz. Mehdî(ra) ve Hz. Îsâ(as) ile ilgili mesele de mübhem kalıyor. Bundan dolayı da ifrat ve tefrit fikirler serd ediliyor olmalıdır.

Öyleyse öncelikle Hz. Mehdî(ra) ve Hz. Îsâ(as) ile ilgili bazı bilgileri paylaşalım ve meselenin anlaşılmasına giden yolu tarif etmeye çalışalım inşâallah. Mesih, Hz. Îsâ(as) için kullanılan bir unvandır. Mehdî ise ahirzamanda gelecek olan Muhammed Mehdî unvanına sahip ve dinsizliğin iki dehşetli cereyanına karşı mücadele edecek Peygamber Efendimizin(asm) soyundan geleceği muntazır olan ve asırlardır beklenilen müceddid-i ahirzaman olarak bilinen zattır. Asırlardır ümmetin, hatta ilk başlarda da selef uleması gibi Bediüzzaman’ın “Sonra gelecek o zat, bir asır sonra gelecek o zat…” ifadeleri ile müjdelenen Büyük Mehdî(Mehdî-i Âzâm) unvanına sahip olan zattır. Mehdî, âhirzamanda geleceği müjdelenen, kendisine Allah tarafından özellikle doğru yol gösterilen, hakka yöneltilen, dinî noktalarda ilm-i vehbiye mazhar olan, insanları, bilhassa Müslümanları irşad eden, doğru yola sevk eden, zulüm ve haksızlıkların kol gezdiği bir dünyada adaleti tesis eden, âhirzamanda geleceği müjdelenen Âl-i Beytten büyük bir zâttır. Mehdî yazdığı eserlerle, inançsızlık içerisinde bulunanları, îmanı şüphe ve tereddütte olanları kurtaracak, mü’minlerin îmanlarını takviye edecek büyük bir âlimdir.

Mehdî’nin Ehl-i Beyt’ten, Peygamber neslinden olacağı ve Îsâ (as) indikten sonra Mehdî’nin arkasında namaz kılacağına dair o kadar çok hadis-i şerif ve İslâm âlimlerinin bu konuda o kadar çok beyanları vardır ki, bu haberler Mehdî’nin Îsâ (as) olmasını imkânsız kılmaktadır. Pekâlâ, bu konudaki karışıklığın sebebi nedir? Bunun sebebi, kaynağı İbn-i Mace’de geçen şu rivayettir: “Meryem oğlu Îsâ’dan başka Mehdî yoktur.”[52] Bu tek rivayet, Hz. Mehdî(ra) ve Hz. Îsâ(as) ile ilgili diğer rivayetlerle çeliştiği için reddedilmiştir. İbn-i Macede yer alan; “İsa’dan başka Mehdî yoktur.” hadis-i şerifine muhaddisler şöyle mana vermişlerdir: “Buradaki Mehdî kelimesi şahıs değil sıfattır. Yani Peygamber Efendimiz(sav)’den sonra hidayet sıfatına kemaliyle sahip olan zat Hz. Îsâ’dır. Çünkü birçok insanın hidayetine o vesile olmuştur.”[53]

Öyleyse Mehdî(ra)’ın Hz. Peygamber(asm)’ın evlatlarından olacağına dair rivayetlerden bir kaçını buraya alarak devam edelim: “Resululah(asm) buyurdular ki: “Mehdî benim zürriyetimden, kızım Fatıma’nın evladlarındandır.”[54] “Allah (cc) benim Ehl-i Beyt’imden (soyumdan) bir zatı (Hz. Mehdî’yi) gönderecek.”[55] “Mehdî, kızım Fatıma’nın neslindendir.”[56] “Mehdî ile müjdelenin. O Kureyş’ten ve Ehl-i Beyt’imden bir kişidir.”[57]

Îsâ(as)’ın Mehdî’nin arkasında namaz kılacağına dair rivayetler:

“Mehdî, bu ümmete imam olacak, Meryem oğlu Îsâ(as) da onun arkasında namaz kılacaktır.”[58] “İmamınız kendinizden (Mehdî) olduğu halde Meryem oğlu (Îsâ) içinize indiği zaman acaba nasıl olursunuz?”[59] Mehdî ve Îsâ (as) ile alakalı mühim rivayetlerden biri de birlikte Deccal’i (ahirzamanda kuvvet bulacak olan inkâr-ı ulûhiyet ve dinsizlik cereyanlarını) öldürmeleridir. Rivayet şöyledir: “Mehdî benim Ehl-i Beytimden ve benim neslimdendir. O yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Muhakkak ki o, Îsâ (as) İle birlikte yola çıkarak Filistin arazisindeki Bab-ı Lût denilen mevkide Deccal’i öldürmesi için Îsâ’ya yardım edecektir.”[60]

Hakikat-i hâl böyle olduğuna göre Îsâ(as) ölümünden önce, Allah’ın göğe yükselttiği(Üçüncü tabaka-i hayata) bir peygamberidir. Ahirzamanda peygamber olarak değil, Peygamber Efendimize(asm) ümmet olarak geri gelerek ahirzamandaki dehşetli dinsizlik cereyanlarının öldürülmesinde ve dağıtılmasında vazife yapacaktır. Mehdî ise, ahirzamanda peygamberimizin neslinden bir ferd olarak dünyaya gelecek onun âl-i beytinden biridir. Îsâ (as) geldiğinde Mehdî’nin arkasında namaz kılacak ve onunla ittifak ederek çalışacaktır. Bu ittifaka Risâle-i Nur’da şöyle işaret edilmiştir. “Şahs-ı Îsâ Aleyhisselâmın kılıncıyla maktul olan şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mânevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhânileridir ki, o ruhâniler din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezc ederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. Hattâ, “Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm gelir, Hazret-i Mehdîye namazda iktida eder, tâbi olur” diye rivayeti, bu ittifaka ve hakikat-i Kur’âniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.”[61]

Bu izahat ve açıklamalardan sonra Hz. Îsâ ile Mehdî’nin ayrı ayrı zatlar olduğu anlaşılmış olur. Hz. Mehdî, Hz. Peygamber’in (asm) neslinden gelecek, İslâm âlemi içinde bulunacak, iman hakikatlerinin ve sünneti seniyyenin ihyasına çalışacaktır. Yapacağı vazifeler ise ahirzamanda kuvvet bulacak iki dinsizlik cereyanına karşı şeâir-i İslâmiyeyi ihya, şeriat-ı İslâmiyeyi tamirdir. Yani ahirzamanda gelecek olan Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde olan o zât-ı nuranî, o dinsizliğin şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. Daha doğrusu Hz. Mehdî, âhirzamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (asm) ihya ile, ilân ile, icra ile kemâl‑i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gösterecektir. “Gerçi hakîkat noktasında âhirzamandaki gelecek büyük Mehdî siyaseti tam dindâr İsevîlere bırakıpyalnız İslâmiyet hakîkatlarını isbata, izhara, icraya çalışır.”[62] tespiti de bir hakikati ifade etmektedir.

“Lâ Mehdî, illâ Îsâ” meselesi

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, On Dördüncü Şuâ’daki “Hatâ-Savab Cedveli”nin 75. maddesinde geçen “Lâ Mehdî, illâ Îsâ”, yani “Îsâ’dan başka Mehdî yoktur” mealindeki görüşün, “Az bir kısım Hanefî uleması”na ait olduğunu belirtiyor. Bu tarz görüşleri serdeden El-Berzenci gibi azınlığın da azınlığı derecesindeki grubun infirâdî yorumuna mukâbil, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “sevâd-ı âzam”ın içtihadına itibar edip rivâyetleri de öyle yorumlamış. On Dördüncü Şua’da mesele şu şekilde geçmektedir:

Hata 75: Ehl-i Sünnete göre, İmam-ı Mahfî ve İmam-ı Muntazır akîdesi bâtıldır.

Sual: Mehdî hakkında Şiîlerin “On iki imamdan birisi hayatta iken gizlenmiş, âhirzamanda çıkacak” demelerine mukabil, Ehl-i Sünnetin bir kısmı “İmam-ı Muntazır akîdesi bâtıldır” demişler. Az bir kısım Hanefî uleması da “Lâ Mehdî, illâ Îsâ”[63] demişler. Bunda hem Denizli’deki ehl-i vukufun bir kısmı, hem makam-ı iddia yanlış mânâ vermişler. Her asırda mehdî mânâsına ümmetin fıtrî bir ihtiyacına binâen beklemişler. Ve birkaç vecihte, rivayetlerin delâletiyle birkaç Mehdî, belki her asırda bir nevi mehdî sâdât-ı Ehl-i Beytten geleceği ümmetçe kabul edilmiş. Buna hatâ diyen bir kaç cihette yanlış eder.[64]

Bu konuda şöyle bir hadis rivayet edilir: “Hz. Enes İbnu Malik(ra) anlatıyor: Resullullah(sav) buyurdular ki: (İslâm’ı yaşama)İşi gittikçe zorlaşacak. Dünya da(gerçek müslümanlara) gittikçe sırt çevirecek. İnsanların da cimriliği artacak. Kıyamet ancak şerirlerin tepesine kopacak. Mehdî, Hz. Îsâ’dan başkası değildir.”[65] Zehebî, Hakim’in rivayetinde yer alan bir râvînin zayıf olduğunu söyleyerek, hadisin zayıf olduğuna işaret etmiştir.[66] Bundan daha sahih olan rivayetlerde, hadisin diğer ifadeleri aynı olmakla beraber, Meryem oğlu İsa’dan başka mehdi yoktur.” ifadesi yer almamıştır. Taberanî’nin rivayet ettiği hadisin meali şöyledir: “İşler gittikçe şiddetlenecek/sıkıntıya düşecektir, dünya gittikçe sırt çevirecektir, insanlarda hırs gittikçe artacaktır, kıyamet ancak insanlardan en kötü olanlarının başına kopacaktır.” Heysemî, bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.[67] Şayet hadis sahih kabul edilse bile, bunun gerçekten Al-i Beyt’ten gelen bir Mehdî’nin (Muhammed Mehdî’nin) gelemeyeceği anlamında anlamamak gerekir. Çünkü, tevatür derecesinde Peygamber Efendimiz(asm)’in kızı Hz. Fatıma(ra)’nın neslinden gelen, Hz Îsâ (as)’ın kendisinin arkasında namaz kılacağı bir Mehdî’nin geleceğine dair çok sayıda sahih hadisler vardır.[68]

Bu konu ile ilgili Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Denizli Mahkemesi Müdafaaları’nda [31 Mayıs 1944 Denizli cezaevinde mevkuf]  Ankara Bilirkişi Raporuna itirazında detaylı bir izah vardır. Bilirkişi raporuna yapılan itirazın onuncu sehiv ile ilgili kısmı şöyledir:

Onuncu sehiv: Hem aynı sahifede: “İki türlü Deccal ve Süfyan diye, zaruriyat-ı diniyeden olmayan bunlarda ‘icma var’ diyor. İnanmayanlara ‘zındık, dinsiz, mülhid’ hükmünü veriyor. Halbuki Mehdi, deccal, süfyan gibi şeyler Kur’ân’da yoktur, icma da yoktur. Yalnız Taftazanî, ‘Bunlar gayr-ı mümkün şeyler olmadığından bu babda rivayet edilen hadisleri kabul ederiz’ demiş. Hem imam-ı mahfî ve Mehdi-i Muntazar, bâtıl olduğuna Ehl-i Sünnet’in ittifakı var.”

Elcevap: Acelelik sebebiyle gayet sathî bir surette yüzer risâleden ziyade kitaplar tedkik edilmeden, bir mahrem risâlenin bir ibaresinden böyle bir hüküm isnad etmelerini o müdakkik zatlara yakıştıramıyoruz.

Evvelâ: Taftazanî ahirzaman hâdisâtı hakkında değil, belki hadisât-ı uhreviyeden bir acib kısım hakkında o sözleri Şerhu’l-Makasıd’da yazmış.

Saniyen: Risâle-i Nur’dan mahrem bir cüz’ü: “İki deccala inanmayan dinsizdir” demiyor. Hem deccalın hurucu bütün akide-i İslâmiye kitaplarında mezkûrdur, icmaa mazhardır. Mehdî ve süfyan mefkûresi ise, ümmet içinde gayet esaslı bir tarzda ve ehemmiyetli bir hikmete binâen cereyan edip, gelmiş. Âdeta ümmetçe telâkki-i bilkabul nev’inden bir medâr-ı teselli olarak her asırda âl-i beyt-i nebevî’den bir hidayetkâr imdada yetişmesi tesellisi ile devlet-i süfyaniyede ve Emeviyede eski zamanda Yezid ve Velid gibi süfyan mânâsını veren hâkimlere karşı dayanmak için her asrın ihtiyacı bu mefkûreyi idame etmiş. Ve bu hakîkatı cüz’î-küllî her asır gösterdiği gibi bu asır da bir derece göstermiş diye, Risâle-i Nur’un beyanatı hiçbir cihetle hakaik-i İslâmiyeye münâfâtı yoktur. Fakat Hanefî ulemasından bir kısmı “Lâ Mehdî, illâ Îsâ” demelerine binâen, ulema-yı Hanefiye sair mezhebler gibi, mehdî ve süfyan hadislerine akide noktasında bakmıyorlar. Risâle-i Nur’un üstadlarından bir üstadı İmam-ı Gazalî ve birisi de Abdulkadir-i Geylânî’dir (Fakat tarikat cihetinde değil, hakîkat cihetinde). Ve birisi de en başta İmam-ı Ali (ra) olmasından, onların ittifak ettikleri meseleler elbette maden-i risâletten alınmıştır, diye Risâle-i Nur kabul etmiş. Ve İmam-ı Ali (r.a) kasidesinde süfyana “İslâm Deccalı” namını vermesi, bize bir hüccet hükmüne geçmiş. Yalnız Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadisten başka pek çok imamlar ve büyüklerden gaybî ihbarlar vardır. Ve vaki-i hâl, vukuatıyla tam tasdik ediyor.

Hem Ehl-i Sünnetçe batıl olan Mehdî-i Muntazar budur ki: “Şiîlerin bir kısmı; on iki imamdan birisi ölmemiş, bin senedir gizlidir, sonra meydana çıkacak, dünyayı ıslâh edecek. Mehdî-i Muntazar budur.” Ehl-i Sünnet bu fikre ‘bâtıldır’ der. Yoksa Ehl-i Sünnetin, ekseriyetçe kabulü olan ve intizar edilen Muhammed Mehdî hakkında hadisler var. Ve “Lâ Mehdî, illâ Îsâ” diyen ulemaların fikirlerini kabul etmediklerinin hikmeti şudur: Âhirzamanda dinsizlik cereyanına karşı mukabele etmek, ancak İsevî’nin hakiki dini hakîkat-ı Kur’ân’la ittihad ederek; Kur’ân ise esas ve imam olup, İsevî dini ona tabi olacağına işareten bir rivayette var ki: “Îsâ gelir, namazda Mehdî’ye iktida eder.” Eğer o kısım ulemaların fikri gibi olsa, o halde İsevîlik esas ve imam olması lâzım geliyor… (31 Mayıs 1944 Denizli cezaevinde mevkuf Said Nursî )[69]

Niçin istikbâle dâir farklı rivayetler var?

Peygamber Efendimiz(sav) istikbale âit hadisât ile ilgili teferruatlı haberler vermiştir. Özellikle mesâil-i İslâmiyeye taalluk eden hadiseler ile ilgili ihbâr-ı gaybî cihetinden haberler vardır. Bu haberlerin en önemlileri istikbale âit ahirzaman ile ilgili verilen ihbârlardır. Ancak bu ihbârlar muhtelif muhtelif olduğu için, hem çok iltibas, hem de hilâf-ı vaki vaziyetler olmuş. Elbette bunun çok hikmetleri ve sebepleri var. Meselâ ahirzaman ile ilgili hadisâta dair ihbârlar eğer tamâmen bedâhet derecesinde bir vukuat görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. “Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur. İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyât dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.”[70] Bundan başka şu gelen esaslar da ihtilâfı daha da ziyadeleştirmiş ve bazen işin içinden çıkılmaz vaziyetler ortaya çıkmış. Ancak asrın ve asırların adamı müceddid-i ahirzaman evsafına haiz olan Bediüzzaman Hazretleri her meselede olduğu gibi ahirzamana dâir eşhas-ı mühimmeler ve vukuat-ı istikbale âit hadisâta dair muhtelif rivâyâtı tasnif ederek ümmeti ifrat ve tefritten uzak tutmuştur. Numune kabilinden bir kaçını özetle buraya alalım:

1.İslâmî meselelerin tabakaları vardır. Bir kısmı kesin delil istese de, diğer bir kısmı galip bir zan ile yetinir, başka birisi de teslimiyetle kabul eder, aklı ve idraki anlamasa da reddetmez. Öyle ise imânın esâslarından olmayan fer’î meseleler veya ileriki zamanlarda vuku bulacak olan hadisatın her birinde yakîn bir iz’an ve anlayış ile kesin bir delil istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemek yeterlidir.

2.Hâdis-i şerif râvilerinin bazı sözleri veyahut hadis metninden kendi çıkardıkları mânâlar, hadisin kendi sahih metninden telâkki edilmiş. Halbuki, insan hatadan hâli olmadığı için, vukuata aykırı bazı çıkarımlar veya sözleri hadis zannedilerek zaafına hükmedilmiş. Bundan dolayı da muhtelif ihtilaf vuku bulmuş.

3.Peygamber Efendimiz(sav )“Ümmetimin içinde muhaddesûn vardır.”[71] Buyurur. Yani “Kendilerine ilhâm olunan kimseler” sırrınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesun ilhâmlarıyla gelen bazı maânî(maânâlar), hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilhâm-ı evliya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakîkat çıkabilir.”[72]

4.Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i iphamdan ileri geliyor. Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mânevîyenin takviyesine medâr olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşâd-ı umûmî zayi olurdu.

5.Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: Ehâdisi tefsir edenler, metn-i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına(kendi çıkarımlarına) tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdîye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemâate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harîka çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler.[73]

6. “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz’î birer hâdise değil, belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz’î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür.”[74]

Böylece ahirzaman meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyât dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş. Şimdi hakîkat-i hal böyle olduğundan elbette ki asırlardır hem hâdis-i şerif râvilerinin, hem de ehâdisi tefsir edenlerin metn-i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmelerinden dolayı rivâyetler muhtelif olmuş, hilâf-ı vaki vaziyet zuhur etmiş. Bundan dolayı da rivâyât dahi çok muhtelif; birbirine zıt hükümler olmuş. Ancak Bediüzzaman Hazretleri müceddid-i ahirzaman olarak bu hadisleri tasnif etmiş olup, tefsir ve tevillerini yaparak vasat yolu göstermiştir. Numune olarak Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetlere nasıl izah getirdiğine bakalım.

Bediüzzaman Hazretleri Mektubat’ta konuya şöyle bir izah getirmiştir: “Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mânevîye-i ehl-i imânı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nurâniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imânı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdînin çok evsâfına câmi bir mehdî bulmuş. İşte, büyük Mehdîden evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdînin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş.”[75]

Hz. İsa (as) meselesini bitirirken

Son makalelerimizde, Risale-i Nur’da bahsedilen Hz. İsa’nın (as) ahirzamanda nüzulü hakkında değerlendirmelerde bulunmuştuk.

Elbette bu mevzuların başlı başına anlaşılma ve anlatma zorluğu var. Okuyanlar zaviyesinde de farklı düşünceler olduğu için netâmeli yönleri mevcut. Bizler de özellikle Risale-i Nur’da yer alan cihetiyle meseleyi gündemimize aldık. Çünkü bu nev’i konular hem çok cazip, hem de gizemli bir ciheti olduğu için ilgi çekiyor. Ancak hayatın bütünüyle imtihan olması sırrı ile de zorluğu var. Çünkü mesele perdeli ve sebepler dünyasında anlaşılması zor hikmetleri ihtiva ediyor. Bununla beraber çok net ve şeffaf olmadığı halde, hiç de bilinmez ya da konuşulmaz değildir. Bu konuda önemli olan, muvazeneyi iyi tutturmak, ifrat ve tefritten uzak durmaktır. Çünkü maksadı aşan düşünce ve ifadeler olursa yanlış anlamalara sebebiyet verir.

Konu hakkında malumatlar kâfi derecede Risale-i Nur’da mevcuttur. Eğer Risale-i Nur’da verilen bilgiler ile güncel yaşanan hadiseler arasında ilgi kurularak bütünlük sağlansa, perdeli olan resim biraz daha netleşebilir.

İşlediğimiz bu konular hakkında yapılan yorum ve görüşmeler vesilesiyle paylaşılan bilgilerin gerçekten çok faydası olmuştur, teşekkür ediyoruz.  Bizler de konuyu bitirirken birkaç madde ile meseleyi toparlamak istiyoruz.

Evvela: Şunu açıkça ifade edelim ki ahirzamanda vukua gelecek hadiselerde elbette ilk halka şahıslar olacaktır. Ancak asrımızın özellikleri dikkate alındığında, zamanın şahıs asrı olmadığı, şahs-ı mânevî asrı olduğu cihetiyle bizler de konuyu şahıs merkezinde değil, şahs-ı mânevî merkezinde işlemeye çalıştık. Bu cümleden olmak üzere özellikle isimlere girmeyerek meseleyi kısır çekişmelerden ve tartışmalardan uzak tutmak istedik. Bu demek değildir ki ahirzamanda gelecek olan Hz. Mehdi (ra) ve Hz. İsa (as)  şahıs olarak gelmeyecek olsun. Bununla beraber Hz. Mehdi ve Hz. İsa (as) şahısları ile bedenen gelmeyecek, şeklindeki anlamayı da doğru bulmuyoruz.

Evet, öncelikle bu iki zat da zıtları gibi şahıs olarak gelip vazifelerinin başında bizzat bulunurlar. Ancak adetullah ve sebebler dünyasında imtihan olma sırrı gereği kıyamete kadar devam edecek olan bu şahısların vazifelerini bizzat kendileri deruhte etmeye  onların ömürleri ve zamanları yetmez. Öyleyse onların kıyamete kadar devam edecek olan vazifelerini  cemaatleri ve şahs-ı mânevîleri devam ettirirler, diye anlamak gerekir.

   Saniyen: Hz. Mehdi (ra) ve Hz. İsa (as) birbirlerine mülâki olup (görüşüp), Hz. İsa(as)’ın ruhaniyatının yardımı Hz. Mehdi’ye gelir. İçtimâî ve siyâsî hadisâtın satırları altında bunların numuneleri mevcuttur.

Bu mülâki oluşa Muhyiddin-i Arabi şöyle bir rivayetle işaret eder: “Mehdi, İsa(as)’dan 30 yıl önce gelir, 40 yıl kalır. İsa(as) ise 45 yıl kalarak hükmedecektir.”[76]

İbn-i Arabî’nin işareti gösteriyor ki bu iki zat birbirine mülâki olurlar. Bu rivayetin tatbikatı noktasında farklı mülahazalar olabilir. Bizim buradan anladığımız Hz. Mehdi (ra) ve Hz. İsa (as) sırr-ı imtihan gereği perde altında birbirine mülâki olurlar. 

Hz. Mehdi’nin Hz. İsa (as)’dan önce geleceğine dair şöyle bir rivayet daha vardır: “Ebu Naim, İbni Abbas’dan tahric etti, dedi ki: Resullullah (s.a.v.) buyurdu: Nasıl helak olur bir ümmet ki, evvelinde Ben, sonunda Meryem oğlu İsa (as) ve ortasında da Ehl-i Beytimden Mehdi vardır.[77]

İbni Mace’den gelen ve Meryem oğlu İsa’dan başka mehdi yoktur.”[78] şeklindeki hadis, “İsa b. Meryem’den başka kâmil, masum bir Mehdi yoktur.” anlamında yorumlanmalıdır. Ayrıca, sabit olan hadislerden, Hz. Mehdi’nin, kesin olarak Hz. Fatıma’nın soyundan geleceği anlaşıldığından, bu rivayetlerin “İsa b. Meryem’den başka hiçbir Mehdi yoktur” nakline tercihi gerekmektedir.[79] O halde, hadisi “Hidayetin en mükemmel zirvesinde olan Hz. İsa’dır.”[80] şeklinde anlamak mümkündür.

  Salisen: Bu iki şahıs ayrı ayrı oldukları halde bazen aynı şahıs olarak da addedilebilir. Bu bir kanâattir.

Mesela “Lâ Mehdi illâ İsa” hadisi nedeniyle bu kanaat kuvvet de bulmuştur. Ancak sevâd-ı âzamın(ekseriyetin) görüşü vasattadır.

Bediüzzaman Hazretleri de “Ben kendi kanâatimi yazdım; kanâate itiraz edilmez”[81]der.

Öyleyse umûma teşmil edilmemek ve inhisar altına alınmamak şartıyla şahsî kanâate itiraz edilmez. Çünkü “Her müstaid(kabiliyetli kimse), nefsi için içtihad edebilir, teşri edemez(kanunlaştıramaz). Bir fikre davet, cumhur-i ulemanın(âlimlerin çoğunluğunun) kabulüne vabestedir(bağlıdır). Yoksa davet bid’at’tır, reddedilir.”[82]  diyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri de “sevâd-ı âzam”ın(âlimlerin çoğunluğunun) içtihadına itibar edip bu rivâyeti öyle yorumlamıştır. “Lâ Mehdi illâ İsa” meselesini bir mektubda[83] teferruatıyla izah etmiştir. Onun için bu konuda itidalli hareket etmek daha evlâdır.

  Rabian: Bazen fail, fiilin içinde müstetirdir (gizlidir). Bizler Risale-i Nur’da izahatları yapılan noktaları bir araya getirebilirsek o fiillerin failleri noktasındaki kanaatlerimizi kuvvetlendirebiliriz. Ancak bunu sloganlaştırmadan, devam eden o fiilleri yaşanan hadiselerle uygun düşürüp birleştirebilirsek daha isabetli bir kanaate ulaşabiliriz.

Yoksa her şey açık ve net olsa  “Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.”[84]  Ayrıca “Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz.” Bizler de bu prensibe bağlı kalarak akla kapı açamaya, iradeyi elden almamaya çalıştık. Yani konunun çok net olmaması ve şahıs isimlerine girilmemesi hikmet-i iphamdan ileri geliyor. “Öyle ise, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat’î istenilmez.”[85]

Hamisen: Özellikle Risale-i Nur ve Maidetü-l Kur’ân’da yer alan riyazî hesap ve tarihlerin tahlilinin yapılıp o tarihlerde vukua gelen hadiselerin önce doğru tespiti, sonra da doğru yorumlanması icab ediyor. Ondan sonra, o târihler ile yaşanan tarihi hadiselerin sonuçları üzerinde net ifadeler serd edilebilir. Bunun için özel ihtisas sahası olan bir heyetin çalışması zarûrî görünüyor. Ancak, ondan sonra verilen riyazî hesap ve tarihler ile olaylar arasındaki gerçekler izah edilebilir.

  Sadisen: Bu meselenin bir diğer boyutu şahıslar ve şahs-ı mânevîler mevzusudur. Çünkü bu iki mesele birbirine karıştırılıyor. Hâlbuki önce şahıslar gelir, ondan sonra şahs-ı mânevîler teşekkül eder. Vazifeleri şahs-ı mânevîler devam ettirir. Bu vazifeler ise kıyamete kadar bâkîdir.

Şu da bir hakîkattir ki direk şahıslar serrişte edilse ve çokça ismen öne çıkarılsa “ehl-i siyâset evhâma ve bir kısım hocalar i’tirâza başlarlar.” [86] Bu vaziyet ise “Hem hiçbir şey’e âlet olmayan Nur’daki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü’minînin nazarında hakîkatlerin kuvveti bir derece noksânlaşır, yakîniyet-ı bürhâniye(kesin deliller) dahi kazâyâ-yı makbûledeki(kabule mazhar olmuş hüküm ve iddialardaki) zann-ı galibe(galip kanaate) inkılâb eder, daha muannid ehl-i dalâlete ve mütemerrid ehl-i zındıka’ya tâm galebesi, mütehayyir(hayrete düşen) ehl-i îmânda görünmemeye başlar.” [87] İşte böyle bir hataya düşmemek ve düşürmemek için şahıs isimlerini istimal etmemeye çalıştık. Ancak ârif olan anlar kabilinden yapılan izahların tatbikatını müdakkik okuyucuya bıraktık.

  Sabian: Bu yazı serimizde şahsi kanaatlere cevap vermek ve ya o kanaatleri çürütmek gibi bir yolu istimal etmedik.  Konu bütünlüğü içerisinde birbirini tekmil eden yazılar hazırladık.

Elbette ki bizim iktibaslarımızdan ve kanaatlerimizden faklı düşünceler de çıkacaktır. Bunları fikir hürriyeti çerçevesi içerisinde, müdâvele-i efkâr(karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak) olarak kabul ettik. Barika-i hakikat(hakikat şimşeği, parlaklığı), müsademe-i efkârdan(fikirlerin çarpışmasından) çıkar mefhumunca, belki de hakkıyla, tamamıyla, lâyıkıyla meseleyi tekemmül ettiremedik. Bunun için farklı fikirlere her daim ihtiyaç olduğunu, meşru zeminlerde bu farklı fikirlerin müdâvele-i efkâr ile tebarüz etmesini bekliyoruz. Çünkü “Hem tesâdüm-ü efkârdan(fikirlerin çarpışmasından) ve tehâlüf-ü ukulden(akılların ihtilâfı, düşüncelerin farklı oluşundan) hakîkat tamamıyla tezahür eder.”[88]

  Saminen: “Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrât-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’âniye gibi kapalı ve te’villi oluyor… Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez.” [89] Bu sır gereğince meselenin hikmet-i ibham perdesinde kalmasına dikkat etmeye çalıştık.

Tasian: Yine Beşinci Şua’da verilen bir ihtara dikkat etmeye çalıştık. Şöyle ki: “İhtar: Hakaik-i imaniyeye girmeyen cüz’î hâdisât-ı istikbaliye nazar-ı Nübüvvette ehemmiyetsizdir… Bu kısımda, Peygamberimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm) belâğatiyle, temsiller suretinde, sırr-ı teklif hikmetine muvafık tafsil ve tasvir eder.“ [90]

Bu tafsil ve tasvirlere Risale-i Nur’da yer verilen teviller ile yaklaşmaya çalıştık. Hadden aşmamaya ve taşmamaya gayret ettik.

  Âşiren: Bu nevi çalışmaların muhakkak mütehassıs mütesânid heyetlerce yapılmasının zaruretini bizzat müşahede ettik.

Anladık ki bu çeşit konularda farklı mülahazalar ve fikirler var. Çünkü mesele sırr-ı imtihanı gerektirdiği için herkes kendi ilmi ve malumatı kadar meseleye yaklaşıyor hatta bazen de meseleye kendi rengini katabiliyor.

Daha müstakim ve açık izahlar için şahs-ı mânevî nevinden çalışmalara ihtiyaç vardır. İnşaallah şahs-ı mânevîden bu konularda aklı ikna, kalbi itminan edecek çalışmalar bekliyoruz.

 Abdülbâkî Çimiç

  [email protected]


[1] Mektubat, s.96

[2] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.19

[3] Müslim:1:131,Müsned:3:107,201,268

[4] Şualar, s.927

[5] Mektubat, s.748

[6] Barla Lahikası, s.257

[7] Buharî, Mezalim: 31, Büyu: 102; Müslim, İman: 242, 343; İbniMâce, Fiten: 33.

[8] Mektubat, s.16

[9] Mektubat, s.95

[10] Kastamonu Lahikası, s.102

[11] Lem’alar, s.345

[12] Lem’alar, s.291

[13] Emirdağ Lahikası-I, s.275

[14] Müdafaalar > Isparta ve Denizli Mahkemesi [1944] >Müdafaalar, Isparta ve Denizli Mahkemesi [1944]

[15] Şualar, s.927

[16] Buharî, Mezalim: 31, Büyu: 102; Müslim, İman: 242, 343; İbniMâce, Fiten: 33.

[17] Bu husustaki İlâhî vaat, Nisâ Suresinin 156-159. ayetlerinde ifade buyurulur.

[18] Mektubat, s.95

[19] Buharî, Enbiya: 49; Müslim, İman: 242-247; Tirmizî, Fiten: 62; Müsned, 4:226.(Mektubat, s.797)

[20] Barla Lahikası, s.257

[21] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.19

[22] Emirdağ Lahikası-I, s.128

[23] Muhtelif Lahikalar, Emirdağ-1 Mektupları [Üstad]

[24] Şualar, s.474

[25] Şualar, s.474

[26]Âl-i İmran Suresi, 3/55.

[27]Nisa Suresi, 4/156-157.

[28]Âl-i İmran Suresi, 3/54.

[29] Mektubat, s.16

[30] Bilmen, Ömer Nasuhi, Tefsir, 4/2034.

[31] Buharî, Menakıb: 25; Müslim, Fezailü’s-Sahabe: 100; Heysemî, Mecmeu’z-Zevaid, 9:276.

[32] Mektubat, s.95

[33] Buhârî, 6/1018; Tirmizî, Fitne, 44

[34] Buhârî, 9/1406

[35] Mektubat, s.96

[36] Sözler, s.422

[37] Şualar, s.913

[38] Şualar, s.914

[39] Mektubat, s.96

[40] Mektubat, s.

[41] Kütüb-ü Sitte, Hadis No: 4968 ve 4969

[42] Matta: 24

[43] Kastamonu Lahikası, s.105

[44] Matta: 24

[45] Matta:24

[46] Meryem Suresi, Ayet:30

[47] Duha Suresi, Ayet:11

[48] Mâidet-ül Kur’ân, İttihad Yayınları,2006, s.98

[49] Hurâfelerle doldurulmuş Hıristiyanlığı kaldıracak. Bu konu ile alâkâlı Barla Lahikası’nda görülen bir rüyayı nakleden Dereli Mutâf Hafız Ahmed Efendi bir bölümde, rüyada görülen Hz. Îsâ’nın vekilinin saliplerle ilgili yaptıklarını şöyle anlatır: “Yanındaki iki kişiye emretti: “Şurada kilitli salipler, haçlar var. Cümlesini çıkarınız.” Çıkardılar. Nasâralara karşı hepsini kırdı ve Kelime-i Tevhid getirip Peygamberimizi tasdik edince, biz de Nasârâlara, “Bakınız, işte İsâ Aleyhisselâmın vekili geldi” deyince, cümlesi tasdik ettiler. Allahu a’lem, bu rüyanın bir tabiri şudur ki: Üstadımızın Kur’ân-ı Hakîm’den aldığı ve neşrettiği Risâle-i Nur vasıtasıyla Nasârânın bir kısmı İslâmiyeti kabul edecek ve Nasârâ Müslümanları veya Hıristiyan mü’minleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsâ Aleyhisselâmın sözleri nev’inden hüsn-ü kabul edeceklerine işârettir. Evet, Risâle-i Nur’da öyle bir kuvvet vardır ki, Avrupa’nın en müannid feylesoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikîsi olan hakikî iman nurunu arayan Hıristiyan muvahhidler, elbette Risâle-i Nur’u görseler, (Hazret-i Îsâ Aleyhisselâmın vesâyâsı(vasiyetleri) nev’inden) kabul edip sarılacaklardır. ”Şeklinde nakleder.(Barla Lahikası, s.256)

[50] Mâidet-ül Kur’ân, İttihad Yayınları,2006, s.147

[51] Mâidet-ül Kur’ân, İttihad Yayınları,2006, s.147

[52] İbn Mace, Fiten, 24; Hâkim, 4/441

[53] http://www.mehmedkirkinci.com/index.php?s=article&aid=1329

[54] Ebu Davud, Mehdi 1, (4284),Hadis: 4994

[55] Ebu Davud, 5/92

[56] Sünen-i İbn Mace,10/348

[57] Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman,13

[58] Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir zaman Alametleri, İmam Şaranî, s. 438

[59] Sahih-i Müslim, Cilt-1, s.208

[60] Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir zaman Alametleri, İmam Şaranî, s. 438

[61] Şualar, s.927

[62] Muhtelif Lahikalar, Emirdağ-1 Mektupları [Üstad]

[63] “İsa’dan (a.s.) başka mehdi yoktur.” el-Berzenci, el-İşâa’ fi Eşrâti’s-Sâa’: s.112.

[64] Şualar, s.668

[65] İbn Mace, Fiten, 24; Hakim, 4/441

[66] Zehebî, Telhiz-Hakim’le birlikte, a.g.e

[67] Mecmau’z-Zevaid, 8/14

[68] https://sorularlaislamiyet.com/la-mehdi-illa-isa-sozu-hadis-midir-bundan-maksat-nedir-nasil-anlamak-gerekir-0

[69] Denizli Mahkemesi Müdafaaları [31 Mayıs 1944 Denizli cezaevinde mevkuf]  Ankara Bilirkişi Raporuna itiraz dilekçesi.

[70] Sözler, s.546

[71] Buhari, Fadâilü’s-Sahâbe: 6, Enbiyâ: 54

[72] Sözler, s.547

[73] Sözler, s.551

[74] Mektubat, s.165

[75] Mektubat, s.165

[76] Fütuhat-ı Mekkiye, Muhyiddin-i Arabi, Bab:66

[77] kutubisittedemehdiveisa

[78] İbn Mace, Fiten, 24; Hakim, 4/441

[79] kutubisittedemehdiveisa

[80] https://sorularlaislamiyet.com/la-mehdi-illa-isa-sozu-hadis-midir-bundan-maksat-nedir-nasil-anlamak-gerekir-0

[81] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.138

[82] Mektubat, s.797

[83] http://www.yeniasya.com.tr/abdulbaki-cimic/la-mehdi-illa-isa-meselesi_471973

[84] Sözler, s.546

[85] Sözler, s.547

[86] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.20

[87] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.20

[88] Mektubat, s.452

[89] Şualar, s.914

[90] Şular, s.914

“Hz.İsâ Meselesi” için 1 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir