Hâlbuki bize lâzım “Haydar”dır!
Bilindiği üzere “Haydar Ağa”, “Haydo” ve “Haydar” tesbitleri Bedîüzzamânî Said Nursî’ye aittir.
Mevzu Eski Said Dönemi Eserleri’nden Münâzarât ve Nutuk’ta geçer. Münâzarât’taki bahis devrin hükümetine karşı aşırı muhabbet veya lakaytlığa karşı gösterilen tepkilere söylenmiş sözlerdir. Saîd Nursî “Maatteessüf, sû-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki (Türkleri) tadlil ediyorlardı (sapmış gösteriyorlardı). Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi.” der. Bu tahlillerden sonra ehl-i ifrat ile tefrite; işin hakîkatini, onların gösterdikleri delillerin sathiliğini ve geçersizliğini isbat eder. Daha pek çok önemli ve gerekli açıklamalarda bulunur. Mevzunun sonunu ise şöyle bitirir: “Elhasıl: Hükûmete hücum edenlerin, bazıları “Haydo, Haydo” derlerdi. (Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu(1876’da ilan edilen I.Meşrutiyet Anayasa’sını) tekfir ederdi). Bazıları “Haydar Ağa, Haydar Ağa” derlerdi (Hiç kusur görmeden aşırı muhabbet gösterisi yaparak, yaranmak ve dalkavukluk yapmak için çalışırlardı.); ben “Haydar” derdim. Şimdi de “Haydar” diyorum, (Ben her şart ve vaziyet altında hak sahibinin hakkını vererek doğrularına doğru, yanlışlarına yanlış diyorum) vesselâm…”[1]
Bedîüzzamân’ın bu duruşu bir hakperestlik örneği idi. Bir Müslümanın yapması gereken en temel prensiplerden biriydi. Ancak bu durum, yaşadığımız ahirzaman asrında çokça ihmal edilen bir vaziyetti. Bedîüzzamân, konumu ve vazifesi gereği hep İslâmî davrandı ve ümmete numûne-i imtisâl oldu. Çünkü insanlığa yol gösterici konumu, böyle olmayı zarûri kılıyordu. O da öyle yaptı. İfrat ve tefritten azade olan meslek ve meşrebinin en önemli prensiplerinden biri olan hadd-i vasatta (orta yolda) kalarak herkesin savrulduğu yerde o, hep hakta sebat etti. Bedel ödeme pahasına da olsa asla haktan taviz vermedi. “Haydar Ağa”, “Haydo” ve “Haydar” meselesindeki hakkaniyetli duruşu ve tespitleri de bunlardan sadece biriydi.
Ayrıca Saîd Nursî, Nutuk isimli eserinde gazetecilere verdiği bir nasihatinde ise “Haydar Ağa”,”Haydo” ve “Haydar” tesbitlerini tekrar yapar ve şöyle der: “Evvel “Haydar Ağa”lık vardı. Şimdi siz de “Haydo” yaptınız. Hâlbuki bize lâzım “Haydar”dır.”[2]
Burada elbetteki bir benzetme sanatı kullanılmıştır. Esasında verilmek istenen ve tarif edilen fiillerin ifrat, tefrit ve vasat mertebesinin nasıl olması gerektiğidir. Hak edilmeyen bir aşırılıkta birilerine gösterilen muhabbet “Haydar Ağalık” ise, aşırı derecede zemmetmek de “Haydo”luktur. Bu iki fiil ifrat ve tefrittir, netice itibarıyla zulümdür. Vasat olan ise ifrat ve tefritten beri ve azade olarak hak sahibine hakkını vermekle ifrat ile tefritten kaçınmaktır.
Zaten bir müminin yapması gereken de budur. Hele hele Risâle-i Nur Külliyatı’nda bulunan bu tesbitler var olduğu sürece Nur Talebelerinin uyması gereken de bu ölçüler olmalıdır. Yoksa zulmedilmiş olunur ve netice itibarıyla Risâle-i Nur’da yerini alan Kur’ân’ın adl ve adalet prensiplerine aykırı davranılmış olunur.
Bedîüzzamân’ın “Haydar” duruşunu içinde bulunduğumuz şahs-ı mânevînin her daim muhafaza etmeye çalıştığını biliyoruz. İçtimâî ve siyâsî hayatta ifrat ve tefritte sınır tanınmadığı bu ahirzaman asrında biz meselelere hep Risâle-i Nur ölçülerini önceleyen meşveret ve şuraya dayalı şahs-ı mânevî ile bakmaya ve o prensiplerle amel etmeye çalıştık. İçtimâî ve siyâsî hayata Risâle-i Nur ölçüleriyle bakan ve yaklaşan şahs-ı mânevî; heyecanlı vaziyetlere, içtimâî-siyâsî çalkantılara ve siyâsetli cemâatlere hep bir mesafe ve isim koydu. Bu isim “Haydar”dı. (Bu mesafe yüz metre olsun.)
Şahs-ı mânevî bu mesafeyi hep muhafaza etmeye çalıştı ve hem ikaz, hem de yol gösterici olmaya çalıştı. Ancak şahs-ı mânevînin bu mesafeli duruşuna ekseriyet katılmadığı gibi, o ekserden şahs-ı mânevîye çokça da eleştiri ve saldırılar geldi. Bu eleştiren ekseriyet ise “Haydar Ağa”cılardı. Bu “Haydar Ağa”cılar, ifrat derecede eski günlerin şaşaasına ve sûrî cazibesine kapılanlardı. Bunlar birçok sebebin de saikiyle aşırı muhibbanlar korusuna dahil olanlardı.
Köprülerin altından sular-seller aktı ve gele gele sona doğru gelindi. İş değişmiş ve başkalaşmıştı ki bu sefer “Haydar Ağa”cılar o heyecanlı vaziyetin etrafından yüz metre değil, bin metre uzağa kaçtı ve konumu gereği “Haydo!” demeye başladı. Meşveret ve şuraya dayanan şahs-ı mânevî ise, içtimâî ve siyâsî hayata her zaman baştan tesbit ve teşhis etiği konumunu ve duruşunu hiç değiştirmedi ve o yüz metre mesafeden “Haydar” demeye devam etti. Çünkü “Bize ‘Haydar’ demek lâzım”dır.”
İşin tuhaf tarafı ise “Haydar Ağa”cıların şahs-ı mânevîye “Siz de niçin bizim gibi “ Haydo!” demiyorsunuz?” salvolarıydı. Ancak bu vaziyet sadece bu zamana münhasır değildi. Tâ Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin Eski Saîd devresinde yaşanan hadiselerde de bu vaziyetler yaşanmıştı. Meşveret ve şûraya dayanan şahs-ı mânevî de bu zamanda ifrat ve tefritten azade olarak Üstad’ları gibi “Haydar” dedi ve “Haydar” demeye devam ediyor.
Zaman, Bedîüzzamân’ın hükmünü yenileyerek tasdik etmeye devam ediyor, vesselam.
Bir temsil ile ‘Haydar’ meselesi
İnsan bazen meramını kıssa, hikâye ve temsillerle anlatır. Çünkü temsil, teshile vesiledir. Hakîkate ulaşmakta te’sirli bir yoldur. Temsil dürbünü, uzakta görülen ve anlaşılması güç olan meseleleri yakınlaştırır ve anlaşılmasını sağlar. Bir nevi temsil, hakîkate bizi çıkaran merdiven basamakları gibidir. Bedîüzzaamân’ın çokça istimâl ettiği bir metoddur. Bazı uzak ve yüksek hakîkatlere temsil dürbünüyle bakılabilir. Birçok Risâlede de Beddîüzzamân temsil yolunu ihtiyar etmiştir. Meselâ “Sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakîkatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.”[3]ifadeleriyle temsilin hakîkate ulaşmaktaki ehemmiyetine temas eder. Şimdi biz de, şu hikmet-i âliyeyi bir temsil dürbünüyle tarassut edelim.
“Haydar Ağa, Haydo ve Haydar” meselesini şöyle fehme takrip edelim: Maharetli ve kitab-ı kâinatı tefsir ve tarif eden ehemmiyetli bir kitaba tabi olan bir çiftçi, meyvelerle dolu büyük bir bahçenin köşesinde bulunan bir ağaca yüz metreden teşhis koyuyor ve çiftçilik mesleğindeki ihtisasına istinaden bu ağacın ‘dağ meyvesi’ olduğuna karar veriyor. Bu karar veriş, birçok delil ve burhan ile mukayyettir. Bilirsiniz ki Bedîüzzamân’ın ifadesi ile “Dağ meyvesi acı olur. Amma hazmı sakildir(sıkıntılıdır).”
İşte bizim tecrübeli ve mütehassıs çiftçimiz bahçedeki enva-i çeşit meyveler arasında boy geliştiren ve kendisini normal meyveler arasında gösteren dağ meyvesini teşhis etmiş ve kararını tâ başından beri vermiştir. Bedîüzzamân’ın tabirince dağ meyvesine “Haydar” demiştir.
Ancak bahçeye yabancı olan ve çiftçilik mesleğinde de ihtisas sahibi olmayan ekserî bir topluluk, dağ meyvesinin etrafını sararlar ve hakîkî semeresi, uzun süre görülmeyen o ağacın sûrî cazibesine; dal, yaprak ve çiçeklerine aldanarak bu ağaca mecazî cihetten muhabbet ederek, ifrat derecede mübalağa edip ağacın etrafını sararlar. Hatta dal, yaprak, çiçek ve meyvelerinden yararlanmak isterler. Zahiren acı olan bu yaprak, çiçek ve meyvelerden herkesin de istifade etmesini isterler. Yedikleri yaprak, çiçek ve meyvelerin hazmından sonra kendilerinden geçerler. Bu ağacın yaprak, çiçek ve meyvelerinin benzerinin olmadığını bütün dünyaya ilan ederler. Bu topluluk, ağacın dağ meyvesi olmadığına kanâat getirerek, ağacın dünyada eşi ve benzeri olmayan tûba ağacının bir numunesi olduğuna inanmaya başlarlar. Hatta çiftçiye de tavır koyarak o ağacı seveceksen tûba ağacının numunesi sıfatıyla sevilmesi gerektiği yönünde telkinlerde, hatta aşırı ısrarlarda bulunurlar. Ağaca dağ meyvesi demekten de vaz geçmesini telkin ederler. Bu ısrar ve tazyikattan dolayı çevre köylerle birlikte neredeyse bütün ahali ağacın tûba ağacının numunesi olduğuna inanmaya başlarlar. Ağaç ile aralarındaki mesafe ise neredeyse sıfıra iner. Bunlar, Bedîüzzmân’ın tarifine göre “Haydar Ağa’cılar” konumundadırlar.
Aradan zaman geçer kar, boran ve fırtına derken ağacın üzerinde ne yaprak, ne çiçek, ne de meyve kalır. Sonunda köyün âkîl adamları (!) kararını verirler. Ağaç ne dağ meyvesi, ne de tuba ağacıdır! “Bu ağaç, çok zararlı ve numunesi cehennemde bulunan zakkum ağacının bir numunesidir.” derler. Bu ağacın derhal bahçeden çıkarılması ve yok edilmesi gerektiğine karar verirler. Tûba ağacı sevicilerin (Haydar Ağacı’lar) ekserisi ise bu sefer bahçenin de dışına çıkarak “zakkum ağacı”nın yok edilmesi, yakılması ve çok zararlı olduğuna inanmaya başlarlar. Bedîüzzamân’ın tabirince “Haydo” derler. Halbuki ihtisas sahibi, işin ehli olan çiftçi ve o keyfiyette olanlar ise, aynı mesafede ve aynı kanâattedir. Bu ağaç “dağ meyvesidir.” Çünkü o keyfiyetli olanlar, kitab-ı kâinatı okuyan ve okutturan istisna bir kitaba sahiptirler. O kitapta küre-i arz bahçesindeki bütün bahçelerin faydalı ve zararlı meyvelerinin tarifi vardır. Onlar, o tarifi tâ başından beri okuyup tefekkür ettikleri için “dağ meyvesi” konusunda da yanılmadılar!
Abdülbâkî Çimiç
[1] Eski Said Dönemi Eserleri, s.289
[2] Eski Said Dönemi Eserleri, s.188
[3] Mekktubat, s.640