Hayat kâinatta en kıymettar bir hakîkattir

Hayat, kâinatta en kıymettâr bir hakîkat ve perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Allah’ın kudreti ve husûsî tecellisidir. Bu nedenle de hayat her şeyi yaratan, sevk ve idare eden Allah’ın kudret mucîzelerinin en parlağı, en nûrânîsi ve en güzelidir.

Ayrıca hayat Allah’ın birlik tecellilerinin en kuvvetli delili ve en parlak burhanıdır. Allah’ın her şeyin kendisine muhtaç olduğu halde, kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren tecelli ayinelerinin en şümûllü ve geniş, berrak ve net yansımalarıdır.

Hayat tek başıyla, her canlıya hayat veren ve onları ayakta tutan Allah’ı bütün isimleri ile ve Allah’ın yüce zatının gereği olan, zatından ayrılmayan işleri ve fiilleri ile bilinir. Çünkü hayat pek çok sıfatın memzuç, birbirine mezc olmuş bir macunu hükmünde olup; güneşten gelen bir ışık gibi, bir terkîb halinde bir tiryak ve ilaç gibidir.

Güneşin yedi rengi güneş ışığında, çeşitli ve farklı maddeler tiryakta nasıl birleşiyor ve bir terkîb olmuşsa; aynen öyle de hayat dahi Allah’ın pek çok sıfatından terkîb edilmiş ve yapılmış bir hakîkattir. Yani hayat esmâ-yı hüsnânın memzucudur. Demek Yüce Allah bütün isimleri ile hayatta temerküz etmiştir. O halde hayat en geniş ayine-i esmâ-i ilâhiyedir. Allah’ın vahdetine en mükemmel ve en kuvvetli burhanları ihtivâ eder. Yüce Rabbimiz kendisini bizlere tanıttırmak ve sevdirmek istiyor. Hayat ile en mükemmel şekilde kendisini tanıtma delillerini toplamış ve ehl-i şuûr olarak özellikle biz kullarına izhâr etmiştir.

Hayatın pek çok sıfatlardan yapılmış bir hakîkat olduğunu düşündüğümüzde, o hakîkatteki sıfatlardan bir kısmı duygular suretiyle inbisat ederek, yani yayılıp genişleyerek inkişaf ederler. Burada Bediüzzaman Hazretleri hayatın hem maddî, hem de mânevî cihetimizde tecellileri olduğunu, mânevî cephemizdeki duyguların vicdana derc edildiğini ve hayatın tecellisi ile o hayatta temerküz eden bir kısmının hissiyat olarak insanda ma’kes bulup geliştiğini ve açıldığını belirtiyor. Yanî hayatın hakîkatlerinden bazı sıfatların insanın duygularında temerküz ettiğini ve bir gül goncası gibi o duyguların îmân ve İslâmiyet suyu ve ışığı ile inbisât ettiğini, neşv-ü nema bulduğunu anlıyoruz. Bu duyguların büyük çoğunluğunun ise, hissiyât sûretinde kendilerini gösterdiğini ve hayattan kaynama ve buharlaşma sûretinde kendilerini bildirdiklerini anlıyoruz.

Allah insanları en mükemmel şekilde yaratmış ve maddî, mânevî cihazatlarla donatmış ve bu fabrika-i kudretin işlemesi ve mükemmele ulaşmasının bir veçhesini biz kulların irâdesine bırakmıştır. Allah irâde, zihin, his ve latîfe-i rabbaniye olarak çeşitli duyguları rûhumuza ve vicdanımıza dercetmiştir. İrâde ibâdetullahta, zihin marifetullahta, his muhabbetullahta ve latîfe müşahetullahta istimâl edilip gayat’ul gayata sevk edilmesi gerekir.

Dört şey vardır ki vasıtasız ve sebepsiz olarak direk Rabbimizin tasarrufundadır. Bunlar; hayat, nûr, rahmet, vücuttur. Bu noktaya şöyle işaret edilmiş: “Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet nur, vücut, hayat, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhirî esbab kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicap oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor.”[1]

Öyleyse hayat ruhun ziyasıdır. Ruh hayat ile kâimdir ve direk  doğrudan doğruya, perdesiz olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun “ihyâ edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmiştir. Sanki güneşten aya direk tecelli etmiş olan ziya gibidir ve vasıtasızdır. Böylece ruh hayat ile hem hayatlanır, hem canlanır, hem de hakîki kıvamını ve mahiyetini bulur ve tam mânâ kazanır. Ruh hayat ile ziyalandıktan sonra ruhtaki hayat ışığı diğer aza ve duyguları özellikle dimağ ve aklı, yani şuuru nûrlandırır. Demek ki hayatın içinde bulunan ziyadan in’ikas eden nûr şuurdur ve aklı nûrlandırır. Sanki aydan bize süzülen nûr gibi. Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir burhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en lâtif bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san’atıdır.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]



[1] Lemalar, s.281

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir