Allah (cc) Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyurdu ki: “Fakat Allah, size îmânı sevdirdi. Onu kalblerinizde süsledi. Küfrü (îmânsızlığı), fâsıklığı (günâhkârlığı), isyânı size çirkin gösterdi.”1 Cebrâil Aleyhisselâm, Peygamber Efendimize (asm) insan sûretinde gelerek; “Îmânın ne olduğunu bana bildir” dedi. Peygamber Efendimiz de; “Allahü Teâlâ’ya inanmak, meleklerine inanmak, indirdiği kitaplara inanmak, peygamberlere inanmak, âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) inanmak, kadere, hayrın ve şerrin Allah’dan olduğuna inanmaktır” buyurarak, îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi.2Îmân, bir intisâbdır. İnsanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. Böylece insan değer kazanıyor ve nûr-u îmân ile âlâ-yı illiyyîne çıkarak, Cennete lâyık bir kıymet alıyor. “Îmân hem nûrdur, hem kuvvettir. Evet, hakîkî îmânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyîkâtından kurtulabilir.”3 Hatta “Cesaretin dahi menbâı îmândır” der Bedîüzzamân. “Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz”4 hakîkati de îmânın ne kadar mükemmel bir nûr ve bir kuvvet olduğunu gösteriyor.
Ayrıca İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde ise şöyle bir îmân târîfi vardır: “Îmân; Cenâb-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilkâ’ ettiği bir nûrdur” denilmiştir. Öyleyse, îmân, Şems-i Ezelî’den vicdan-ı beşere ihsân edilen bir nûr ve bir şuâ’dır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır.5
Fazîlet ise; değer, meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derecedir. İnsanı bu yüksek dereceye çıkaran en tesirli muharrik ise îmân ve İslâmiyettir. Fazîlet, güzel ve iyi huy, kişiyi iyilik yapmaya yönelten duygu ve erdem olarak da ta’rîf edilir.
Îmân ve İslâmiyet insanı en yüce mertebeye müsâbaka ve teklif ile çıkarır ve de insan bu müsâbaka ile îmânlı fâzîlete kavuşur.
Teklif, saadet içindir. Teklifin mâhiyeti ise şöyledir: “Cenâb-ı Hak, verdiği cüz-i ihtiyarî ile ef’âl-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, rûh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenâhî tohumları sulamak ve neşvünemâlandırmak için de beşeri teklifle mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, rûhlardaki o tohumlar neşvünemâ bulamazdı. Evet, nev-î beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa görülür ki, rûhun mânen terakkîsini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişâf ve terakkîsini telkih eden, ya’nî aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilhâm eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı.”6
İnsanda teklif, sonsuz ve nihayetsiz olan rûh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenâhî tohumları büyütüp geliştirmektedir. Teklif olmasaydı rûhlardaki elmas kabiliyetler ve isti’dâdlar büyüyüp gelişemezdi.
“İşte, nev-î insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsâbaka ile hakîkî îmânlı fazîlettir. Fazîleti kaldırmak, mâhiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, rûhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet, îmânlı fazîlet, medâr-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdâd da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek fazîletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i fazîletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevâzu ile hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.”7
Evet, imânlı fazîlet ya’nî îmân ile fazîletlenen mü’min; ne tahakküm eder, ne de tahakküme boyun eğer. Ne zulmeder ne de zulme razı olur. Ne ezer ve ne de ezilir. Çünkü o mü’min îmânından aldığı yüksek şecâat ile vakârını gösterir ve haksızlıklara karşı duruşunu net olarak ortaya koyar. Böylece fazîletli mü’min, îmânın ona verdiği şecâat ile “Hukûk-u dînîye ve dünyevîyesi için canını fedâ eder, meşrû olmayan şeylere karışmaz.” 8
Fazîletli mü’min, tahakküm ve tagallüb etmenin fazîletsizlik olduğunu bilir ve öyle alçak silâhlara asla tevessül etmez.
Fazîletli mü’min, fazîletli îmânının gereği ile şöyle davranır ve Bedîüzzamân gibi der ki:
“Râbıta-i îmân ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdâdı altına girmeye o adamın izzet ve şehâmet-i îmâniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukûkuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i îmâniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek îmân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet.”9
Bedîüzzamân tekebbür edenlere ve fazîletli îmândan mahrum olanlara karşı da nasıl davranmamız gerektiğini şöyle ifâde ediyor:
“Suâl: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların fazîletlerinin esiriyiz.
“Cevab: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevâzu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”10
Şefkatle cihazlanmış şehâmet-i îmâniyenin tezâhürü ise şu ifâdelerle ne kadar mükemmel îzâh edilmiştir.
“Yanî tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlûmları da zelil etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.” 11 Fazîletli mü’min bu fazîletini îmândan alır. Îmân, o mü’minin hayatına hayat verir ve tesir eder. Böylece fazîletli îmân ile insan kâinatın sultanı ve Allah’ın sevgili bir kulu olur. Çünkü “Îman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazîfe-i asliyesi, îmân ve duâdır.” 12
Dipnotlar:
1- Hucurât Sûresi: 7.
2- Hadîs-i Cibrîl-Müslim.
3- Sözler,2004, s: 500.
4- Sözler,2004, s: 37.
5- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 74.
6- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 355.
7- Lem’alar, 2006, s: 288.
8- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 46.
9- Münâzarât. 2007, s: 145.
10- Münâzarât, 2007, s: 146.
11- Hutbe-i Şâmiye, 1996, s: 40, 41.
12- Sözler, 2004, s: 502.
Bâkî ÇİMİÇ-02.08.2010
E-Posta: [email protected]
http://www.yeniasya.com.tr/2010/08/02/yazarlar/bcimic.htm