Hakîkat; bir şeyin özü, aslı, gerçeğidir. Hakk kökünden türetilmiştir.
Hakîkat kelimesi bazı hadis ve kaynaklarda yer alan “Allah’ı bilmenin hakîkati, takvânın hakîkati”1 gibi ifadelerle “en doğru, en mükemmel olan” anlamında kullanılmıştır.
Tasavvufta ise dört makamdan (Şeriat, Tarîkat, Hakîkat, Mârifet) üçüncüsüdür ve zâhirin ardındaki örtülü ve gizli mâna, dinî hayatın en yüksek seviyede yaşanarak İlâhî sırlara âşina olunması gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Hakîkatsiz şeriat makbul değil, şeriatsız hakîkat ise bâtıldır. İkisi arasında tam bir uyum olmalıdır.
Hakîkat, doğrudan doğruya Kur’ân’dan nebeân eden nurdur. Direkt güneşe menfez açarak mülâki olmaktır. Hakîkat, eşyada temerküz ve tecelli eden esmâ-i hüsnânın hakâik-ı âliyesidir. Belki eşyanın mâhiyet-i hakîkiyesidir. Hakîkat, kışır değil lübdür. Kabuk değil, özdür. Belki hakâik-ı katıa ile kat’î bir ilim ve marifetullahtır. “Bütün hakâik-ı kâinat, o mâhiyetin esmâ-i hüsnâsından olan Hak isminin şuâlarıdır.”2 Çünkü “esmâ-i İlâhiyeden bir hücreye veya bir mikroba tecellî eden bir isim, kâinatı ihata eden isimle müttehiddir. Çünkü müsemmâları birdir.”3 Böylece hakîkat, Vacibu’l-Vücûdun gayet parlak bir tarzda ispatının burhan-ı kat’îsidir. Zaten “Hakîkî hakâik-i eşya, esmâ-i ilâhiyedir.”4 Böylece “Hakâik-i eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakîkî hakâik o esmânın cilvelerini”5 göstermesidir. “Hem Kur’ân, bütün hakâik-i âliye-i İlâhiyenin muvazenesini muhafaza etmiş”6tir. Öyleyse Kur’ân baştan başa menbâ-i hakâiktir.
Bediüzzaman Hazretleri hakîkati çok defa tekrar eder ve “Hakîkat de ziya gibi usandırmaz”7 der. Çünkü “Hakîkat tahavvül etmez, hakîkat haktır.”8 Ayrıca “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz”9 sözleriyle hak ve hakîkatin hakkının ve hukukunun çok yüksek olduğunu ifade eder. Böylece “Hak yücedir ve hiçbir şey ondan daha yüce değildir.”10
Bediüzzaman Hazretleri hakîkat mesleğindeki samimiyetini de şöyle ifâde ediyor: “Benim gibi bir asabî ve sinirli ve hakîkati hiçbir şeye feda etmeyen, gayet insafsızlığa karşı sözlerindeki şiddet ve ifratıyla muaheze ederseniz, insafsızlığa bir insafsızlık daha ilâve edersiniz.”11
Hakîkat, evham ve şüpheden beridir. Güneş gibi berrak ve şeffaftır. “Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir; hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın.”12
Hem de “tebeddül-i esma ile hakâik tebeddül etmez.”13 Bediüzzaman Hazretlerine de “Hakkın hatırını kırmayacağım, hakîkati söyleyeceğim. Zira, hakkın hatırı âlîdir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun”14 sözlerini söyleten, hak ve hakîkat mesleğine olan sadâkatidir. Bediüzzaman Hazretlerinin hakîkate olan inancı ona “Hakîkat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. Feverân eden efkâr-ı umûmîye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır ve hakîkat meydana çıkacaktır, inşâallah”15 dedirtmiştir.
Risâle-i Nur mesleği “Tasavvuf değil, hakîkattir.”16 Tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakîkate yol açmaktır.17 Öyle de “Sözler güzeldirler, hakîkattirler.”18 Böylece Risâle-i Nur şakirtleri de “ehl-i hak ve hakîkattirler.”19
MANADAN HAKÎKATE GEÇMEK
Mânâyı anlamak başka, hakîkati anlamak dahâ başkadır.
Meselâ: “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek”20 bir hakîkat cümlesidir. Bu cümledeki mânayı anlamayan var mı? Hayır yok! Çünkü o kadar açık ve net ki! Demek ki Kur’ân hizmetinde bulunan kardeşlerimizi tenkid etmeyecekmişiz. Bizler de okuduk ve böyle anladık. Burası mes’elenin mânâsını anlamaktır. Pekâlâ, hakîkatini anlamak nasıl oluyor? Ne zaman ki bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerimizi tenkit edilmesi gereken yerde tenkit etmiyorsak mânâsını anladığımız cümlenin hakîkatini anlamış oluruz.
Pekâlâ, farklı fikirlerimizi ve fiiliyatlarımızı ne yapacağız? Hizmet-i îmâniye ve Kur’âniyeye zarar veren hareketleri nasıl düzelteceğiz? Elbette ki meşveret edeceğiz. Üstad bize bu yolu gösteriyor. Meselâ “Yirmibirinci Lem’a-yı İhlâs’ta isbat ve tafsil edildiği gibi; Nur şakirdleri birbirlerini tenkit etmemek ve itiraz etmemek, kusuru varsa da lütufkâr bir tarzda hatıra getirmek ve mümkün olduğu kadar birbirine tam tesânüd ve ittifak ve kusura bakmamak.. değil evhamla, şübhelerle ittiham etmek, belki gözü ile de kabahatını görse ve kendine karşı da adavetini bulsa, yine onun aleyhine itiraz etmemek, yalnız bir nev’ meşveretle birbirini kusurdan muhafazaya çalışmak gerektir.”21
Demek ki bir kusurumuz var ise, bir nev’î meşveretle birbirimizi kusurdan muhafazaya çalışmak gerekiyormuş. Çünkü “Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslâhına çalışır.”22 İşte mes’elenin hakîkati böylece tahakkuk etmiş oluyor. Öyleyse hakîkat mesleği olan Risâle-i Nur ile önce zahirden mânâya, mânâdan da hakîkate geçilmelidir.
Ne mutlu hakîkat mesleğinde sadâkat ve sebatla satırdan mânâya, mânâdan hakîkate geçebilenlere.
Dipnotlar:
1- Buhârî, İmân, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16.
2- Mektubat, 2013, s. 423.
3- Mesnevî-i Nuriye, 2013, s. 302.
4- Sözler, 2013, s. 1020.
5- Sözler, 2013, s. 1028.
6- Sözler, 2013, s. 712.
7- Eski Said Eserleri, 2010, s. 85.
8- Eski Said Eserleri, 2010, s. 145.
9- Eski Said Eserleri, 2010, s. 75.
10- Keşfü’l-Hafâ,1:127, Hadis No: 362.
11- Eski Said Eserleri, 2010, s. 193.
12- Sözler, On Dokuzuncu Söz, s. 216.
13- Eski Said Eserleri, 2010, s. 137.
14- Eski Said Eserleri, 2010, s. 139.
15- Eski Said Eserleri, 2010, s. 145.
16- Mektubat, 2013, s. 640.
17- Mektubat, 2013, s. 40.
18- Mektubat, 2013, s. 627.
19- Mektubat, 2013, s. 134.
20- Lem’alar, 2013, s. 391.
21- Gayr-i Münteşir, Muhtelif Lâhikalar, Emirdağ Lâhikası–2 Mektupları (Üstad).
22- Mektubat, 2013, s. 444.