Hakaik-i nisbiye kelime anlamı olarak nisbî, göreceli hakîkatlerdir. Yani kendisi sabit bir hakîkat olmayıp bir başkasına kıyasla ortaya çıkan ve hakîkat olarak kabul edilen hususlardır. Nisbî hakîkatler gerçek hakîkatlerin anlaşılmasına vasıta ve vesile olurlar. Bir nevi kıyasî bir durum vazifesi görürler.
Mesela, şu adam cesurdur, elbetteki birilerine göre cesurdur. Sonra bu adam daha cesur birisiyle karşılaşınca, bu defa buna göre o adam cesurdur… Ve hakeza, cesaret gibi güzellik, ilim, sanat ve sairede de bu hâl ile yürütülebilir. İşte cesur birkaç adamın vaziyeti mükellefin bilgisine göre ayrı ayrı hüküm alması hakaik-i nisbiyelerinin vaziyeti itibarıyladır. Bu durum hayatın her safhasında takarrür eden bir hâldir. Öyleyse “Hakaik-i nisbiyye” denilen şeyler, kâinat arasında bağlar ve rabıtalardır. Hem kâinatın nizamı, bunların iplerinden dokunmuş ve örülmüştür. Ve enva’-i kâinat’ın ayrı ayrı nev’ler halinde birer birlik ve ayrı birer teşahhus kesbetmesinin vücûdu da, onlardan in’ikâs etmiş şualardır. Ayrıca, hakaik-i nisbiyeler, hakaik-i hakikiyeden binler defa daha fazladırlar. Evet, bir Zat’ın hakikî sıfatları şayet yedi tane olsa; nisbî hakîkatleri yediyüz olabilir. Öyle ise, hayr-ı kesir’in hatırı için, şerr-i kalil bağışlanır, belki de hayr-ı kesire vasıta olduğu için, beğenilerek alınır. Zira ki, içerisinde az bir şerr vardır diye, hayr-ı kesiri terketmek, şerr-i kesir olur. Hem “hikmet”in ve kâinat ve beşeriyetin maslahatı nokta-i nazarında; az olan bir şerr, çok olan bir şerr ile mukabeleye gelmesi takdirinde; o az olan şer, bil-gayr ile hasen olur diye ilm-i usul-u Şeriatta, zekât ve cihad gibi meselelerinde takarrür etmiş kaidelerindendir.
Âlemdeki ihtilafatın hikmeti; hakaik-ı hakikiyeden çok hem pek çok ziyade hakaik-ı nisbiyeyi izhar etmektedir. Yani bu ihtilaftan; hakaik-ı nisbiyeden olan küçüklük, büyüklük, güzellik, çirkinlik, âlimlik, cahillik gibi hakaik-ı nisbiye doğar. Ve bu hakaikten hırs ve rekabet hisleri meydana gelir. Hırs ve rekabet hisleri de, maddî ve manevî beşer terakkiyatına menşe’dir. Ve daha bunlara benzer ihtilafın çok büyük, azîm vak’alara sahib olmasındandır ki; ona olan riayet, bazı cüz’î ve dağınık şerlerin vücuduna fetva vermiş. Çünkü o az olan kubh olmasaydı, pek çok mehasinin güzellikleri zuhur etmeyecekti.
Kâinatta kemal, hayır ve hüsün maksud-u bizzattırlar. Hem bunlar kâinatın külliyatı ve erkânıdırlar. Şerr, kubuh ve noksan ise, o büyük rükünlere nisbeten cüz’iyât ve küçük şeyler olup; hilkatte azınlık, teba’î ve dağınıktırlar. Bu cüz’î şer ve noksanlıkların Halıkı; bunları hüsün, güzellik ve kemal arasında dağınık bir tarzda halkeylemiş olması; bunların zatiyetleri i’tibarıyla değil, belki hayır, hüsün ve kemal’in hakaik-i nisbiyelerinin zuhurlarına, belki de vücûda gelmelerine bir mukaddime ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar diye yaratılmışlardır. Evet, “Herşey zıtlarıyla bilinir.” meşhur sözünden maksat, birşeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücut veya zuhuruna sebeptir. Meselâ çirkinlik olmasaydı ve güzelliklerin arasına girmeseydi, güzelliğin sınırsız olan mertebeleri tezahür etmezdi ve bilinemezdi. Onun için hakaik-i nisbiyenin sübutunu izhar etmek, hikmet-i ezeliyenin iktizasındandır. “Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedâniye suretine çevirmesine sebeptir.”[1]
Eşyaya mülâki iki şahsın vaziyeti
Bir adam siyah camlı bir gözlükle eşyaya baktığında, nasıl herşeyi kara ve çirkin görür. Öyle de: Basireti nifâkla perdelenen ve kalbi küfür ile fesada uğrayan bir kimse dahi, her şeyi kabih ve çirkin görüyor. Mükellefin âlemine düşen itikadî bilgi ve onun halet-i ruhiyesi eşyada farklı terennümlere vesile olabiliyor. “Evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemâl-i neş’esinden gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakîkaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür.”[2]
Netice olarak “Cenâb-ı Hak, âlem-i kevn ve fesad denilen şu âlemde hüsün, kubuh, nef’, zarar gibi zıtları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için vesait ve esbâbı vaz etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtlar biribirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar. Ortadaki perde ve hicap kalktıktan sonra, herkes Sâniini görür ve hakikî Mâlikini bilir.”[3]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Sözler, s.867
[2] Lem’alar, s.445
[3] İşârâtü’l İ’câz, s.381