Bu çalışmamızda “Niçin vazîfe aşikâr olduğu halde mâhiyet mestur kalmıştır?” sualinin cevabını paylaşacağız inşâallah.
Mehdî’lik makamı nübüvvet makamı gibi izhâr edilmesi(açıklanması) gerekli bir makam değildir. Peygamberlik makamı izhâr edilmeyi gerektirdiği halde, mehdîlik makamı velayet-i kübrayı ihtiva ettiğinden ihfası(gizli kalması) daha makbul bir makamdır. Elbette bu vaziyetin çok hikmetleri vardır. Mehdî’nin mâhiyetinin açıklanması öncelikle sırr-ı ihlâsa aykırıdır. Her asırda büyük Mehdînin vazifesini görecek Mehdî-misal zatlar geldiği gibi âhirzamanda da Mehdî-i Âzam(Büyük Mehdî) gelecek ve en büyük bir tecdit ve ihya hareketini yapacaktır. Peygamber Efendimiz’in (sav) birçok hadisle haber verdiği ahirzamanda fitnelerin en dehşetli zamanında gelecek ve Âl-i Beyt’ten olan Mehdî-i Âzam(Büyük Mehdî), mânevî hizmetleriyle tâ kıyamete kadar gelecek insanların irşadına, imânlarının kurtarılmasına vesile olup dâvâsında muvaffak olacaktır. Ancak sırr-ı imtihan gereği bu meseleler perdeli olarak devam edeceğinden herkes net olarak Mehdî-i Âzam olan Büyük Mehdî’yi tanıyamayacaktır. O’nun aşikâr olarak tanınmamasının hikmetlerini Bediüzzaman Hazretleri’nin tashihatından geçmiş olup önceleri Tılsımlar Mecmuası’nın Zeyli olarak neşrettirdiği Mâidet-ül Kur’ân ve Hazinet-ül Bürhan eserinde Ahmed Feyzi Kul’un tespitlerinden takip edelim. Çünkü bu eserde mesele gayet net olarak ifade edilmiş ve sır perdesi aralanmıştır. Bediüzzaman tarafından Nur’un mânevî avukatı iltifatına mazhar olmuş olan Ahmed Feyzi Kul’un tespitlerini okuyalım inşâallah.
“Niçin vazife aşikâr olduğu halde mahiyet mestur kalmıştır. Yani son vazifedâr-ı İslâmiyet niçin şahsını ve vazifedarlığını ortaya atarak ortaya çıkmamıştır. Bu şekilde meydana çıkmak Sünnet-i Seniyyeye daha uygun düşmez miydi?
Elcevap: Birkaç sebepten dolayı şahsiyetini ortaya atmaya hacet kalmamıştır. Vazifesi ve hizmeti mahiyetini i’lan ve ifşa etmiştir.
Sebepler:
1- Mahşer-i ağraz halinde fesadların hüküm sürdüğü fitne-i ahirzaman içinde kör ve şuursuz birçok âmil ve mânilerin hizmete engel olmaması için.
2- Tarihte bu hususta birçok yalancı müddeîler gelmiş geçmiştir. Bunlar şahıslarını ortaya atarak işe başlamışlar neticede fani ve dünyevi bir hedefi elde etmek istemişlerdir. Hakiki hizmetkârın ise mesleği bu yalancıların kâzib mesleği ile iltibas edilmesin ve birçok siyasi ağrazı üzerine celbetmesin diye şahsiyet ortaya çıkmamış ve fakat hizmet kemâliyle yapılmıştır.
3- Son hizmetkârın vazifesinde daha evvelkiler gibi insanlığın râh-ı saadete yönelmesi için yeniden ve ayrı bir yolu açmak olduğu ve Fahr-i Âlem’in bütün beşeriyet için açtığı cadde-i kübradan yürümek ve insan cemaatlerini o yolda yürütmek olduğu için zaten açılmış olan o yola davette ve o yolun tahribata uğramış kısımlarını tamirde sadece Fahr-i Kâinat’a ittiba mesleğini ihtiyar ve hakâik-ı İlâhiye ve ferman-ı Rabbani ortada iken ayrıca şahsını da ortaya atmanın faideden ziyâde mazarratları melhuz(beklenen) olduğu hikmetine binâen ve lüzum da olmadığı için şahsiyet ortaya atılmamıştır.
4- Son vazifedâr-ı İslâmiyet hakkında Seyyid-i Kâinat’in birçok ehâdis ve tebşirâtı vardır. Bu sebeple kulaklar dolgun olduğundan ümmet bütün onun gelmesine muntazırdır. Evliyaullahtan birçoklarının da bu hususta ayrıca medih ve senaları vardır. Şayet bu zât şahsiyetini ortaya atsa göstereceği kerâmet-i zahire ile kısa bir zamanda kabul-ü ammeye de mazhar olsa ve ümmet-i Muhammed baştan sona kadar arkasına düşse bu tarz vicdanların tam bir ihtiyar ile halis hidayeti seçmesi değil o zâta ittiba ve şahsiyetine i’timad suretiyle kuru kalabalığa uyması ve nim-mecburi bir şekilde tarik-ı hakkı ihtiyar etmesi olur ki hakîkat nokta-i nazarında bu hal asla makbul bir netice değildir. Matlub olan halis hidayet ise İslâmiyet’in güzelliğinden, ma’kuliyetinden, hakkaniyetinden vakıa mutabakatından ve mahz-ı hak ve hikmet olmasından dolayı ittibadır. Fikirlerin hakîkati kavrayabilecek derecede olgunlaştığı ve kemâle ulaştığı son medeniyet ve ilim ve irfan devirlerinde hâlis hidayet her türlü nim-mecburi tesirlerin haricinde berrak bir ihtiyarın mahsulü olmalıdır.
Âhirzamanın mütefekkir insanlığına mebus olan Sultan-ül Enbiyanın en büyük ve umumî mu’cizesi akıl ve idrake hitab eden Hazret-i Kur’ân’dır. Diğer mevzi’ mu’cizeler hüsn-ü ihtiyâriyle İslâmiyet’i kabul edenlerin gönüllerinde itmi’nan ve temkin hâsıl etmek üzere şeref-varid olmuştur. Bu i’tibarla son me’mur-u İlâhi’nin keramatına ve harikuladeliklerine ittiba mevzuu bahs değildir.
İslâmiyet’in harikulade füsun(tılsım) ve ulviyetine ittiba mevzuu bahistir. Son memur-u hidâyet de bunu yapmak İslâmiyet’in bütün cemâl ve şaşaasını bütün kemâl ve hakkaniyetini bir meşher-i bedi’i halinde enzâr-ı İslâmiyet’e arz ve teşhir etmiştir.
İşte Risale-i Nur budur. Yoksa birçoklarının bekledikleri gibi harikulade bir Zât çıkıp birçok harikulade icraatla âlemi emrine râm etse ve bu suretle umûmî bir hidayet ve İslâmiyet’e mutabaat hasıl olsa bu netice hakîkat noktasından asla kıymeti haiz değildir. Zira din bir imtihandır. Hidayet-i kasdı bir ihtiyara müstenid olduğu ve tefekküre ve iz’ana dayandığı takdirde makbuldür. Cebrî bir hidayet ve mecburî bir imânın nazar-ı Şâri’de kıymeti yoktur. Tekellüf ve emr-i ubudiyet ihtiyar üzerine müessestir. Nitekim erkân-ı imâniyenin kâffesi hüccet-i katiyeye dayanmaktadır. Delâlet-i galibeye istinad etmekte.. Ve imân gaibedir. Eğer mesâil-i imâniye hüccet-i kat’iyye ile sabit olsa, onun imânlığı kalmaz bedahet tasdik şekline iner. Ve bedihi delâil bütün akıl ve iz’anı celbedecek ve insânî tefekküre yol bırakmayacak şekilde meydana çıksa ihtiyara yer kalmaz. Ve cebrî bir inanış tevlid eder. Cebrî bir kanaat ve inanış ise insanlık hassesine, tefekkür melekesine ve insanın mürid ve muhtar olmak mümtaziyesine münafidir. Vazı-ı dinin de murad-ı Sübhanisine muhaliftir. “Zira dinde cebir ve ikrah yoktur.”, düstur-u Kur’ân’ın desatir-i esasiyesindendir. Eğer ahirzamanda gelecek Zât hüccet-i katıa ile herkes tarafından yakînen bilinse yukarıda arzedildiği vecihle herkes dinin hakîkatine ahkâmının ulviyetine binaen değil, onun şahsiyetine i’timaden kalabalığa uyma şeklinde daire-i hidâyete dahil olurdu. Bunun da zaruri bir sürüklenişten farkı olmazdı. Bu takdirde dinin imtihanlığına ve ihtiyara yer kalmamış ve bir mecburi ve kıymetsiz hidayet tekevvün etmiş olurdu. Hidâyetin makbuliyeti tefekküre ve ihtiyara yer kalması ve mecburi olmaması şartına vabestedir. Binaenaleyh bu hikmete binaen şahsiyet mestur bırakılmış ve fakat hakîkat olanca azamet ve ihtişamıyla şerh ve izah edilmiştir.”[1]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Tılsımlar Mecmuası’nın Zeyli Mâidet-ül Kur’ân ve Hazinet-ül Bürhan (Ahmed Feyzi Kul), İttihad Yayınları, 2006 Basım, s.168,169,170,171