“Hayat-ı insâniyenin vezâifinden biri de, kendi cüz’î sıfatlarını, şuûnatını, Hâlıkın küllî sıfatlarını, şuûnatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır.[1]” “Öyle ise, nefsindeki ene’yi yırt, Hüve’yi göster.[2]”
Ene ve enâniyet birbirine yakın iki kavram. Ene ben, enâniyet ise benlik, kendini beğenme, bencillik, egoistlik olarak lügatlerde îzâh ediliyor. Belki de eneden enâniyet tebârüz ediyor. Halbûki “ene”den “hüve”nin tebârüz etmesi gerekiyor. Bedîüzzamân Hazretleri ene’yi, “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim ve çok câhildir.[3]” âyetinin tefsîri mâhiyetinde ele alır ve îzâh eder.Ene; gök, zemin ve dağın tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin çok yönlerinden bir ferdi ve veçhidir. Ene aynı zamanda “künûz-u mahfîye olan esmâ-i İlâhîyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır.[4]”Ene, emanet cihetiyle öyle sırlı bir anahtardır ki âlemin bütün kapılarını açar. Hem insan öyle tılsımlı bir enâniyete sahiptir ki Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder.
“Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rubûbiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakîkatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümûneleri câmi bir ene vermiştir-tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rubûbiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcûd-u hakîkî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkûkla hakîkî vücûdu lâzım değildir.[5]”
Ene, Allah’ın gizli hazînelerinin ve kâinatta tecelli eden isimlerinin bir anahtarı hükmündedir. Kâinatın anlaşılması zor kapalı kapılarını, sırlarını ve hazînelerini onunla açabiliriz. Düşünelim ki çok mühîm ve kapalı bir hazîne var. Bu hazînede emsâli olmayan mücevherler bulunuyor. Hazîne sahibinin isimleri ve mühürleri hazînede saklıdır. O hazîne sahibinin muradı ise, hazînenin açılıp kendi isim ve mühürlerinin görülmesidir. O mücevherlerin hakîkî sahibi kendisi olduğunu bilmemizi istemesidir. İşte o hazîneyi açacak anahtar, bizim öz benlik ve öz varlığımız olan nefsimize takılmıştır. O hazîneler sahibi, nefsimize takılı olan anahtar ile hazîneleri açmamızı ve hazînelerdeki mücevherleri takdîr edip överek sahibine perestiş etmemizi istemektedir.
Ene, hatt-ı zatında kendisi de muğlâk bir mâhiyettedir. Açılması zor bir tılsım ve muammâ-yı müşkülküşâdır. Zaten ene kendisi bilinse kâinatın sırları da bilinecek ve çözülecektir. Düşünün ki hazîneler var ancak onları açacak anahtar bilinmiyor. O hazîneleri açmak mümkün değil ve hazînelerdeki cevherlerin mâhiyeti, önemi ve kime ait olduğu bilinemiyor. O cevherlerin üzerlerindeki isimler okunamıyor. Hazîneyi açmak için gönderilen ve o hazînelerin açılması ile kendisini tanıtmak isteyen hazîne sahibinin tanınmasını netice verecek olan ene anahtarı o insanın nefsine takıldığı halde, insan gaflet ederek ene anahtarını kullanamıyor. Demek ki hazînelerden önce hazînelerin anahtarı bilinecek ve mâhiyeti öğrenilecek ki ondan sonra hazîneler açılsın ve “Hallak-ı Kâinat’ın künûz-u mahfîyesi onun ile keşfedilsin” ve böylece” âlemin bütün kapıları onunla açılsın.”
Demek ki enenin hakîkî mâhiyeti bilinirse “kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır.” Çünkü öncelikle ene bilinmelidir ki doğru istimâl edilerek eşyadaki esmâ şifreleri çözülebilsin.
İnsanın nefsine takılan ene anahtarı hayır cihetinde kullanılınca kâinatın gizli hazîneleri açılacak ve kul Rabbini bilecektir. Böylece yaratılış gàyemiz olan kulluğun gereği Nübüvvet ciheti ile kemâlâta doğru çıkabilecektir.
Bedîüzzamân Hazretleri enenin mâhiyeti için çok enteresan îzâhlar yapmaktadır. Meselâ Mesnevî-i Nûriye’de şöyle der: “Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyân ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar.[6]”
Ene bir vahîd-i kıyasîdir. “Mutlak ve muhit birşeyin hudûdu ve nihâyeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir sûret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mâhiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakîkî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhît, hudûdsuz, şerîksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyleyse, hakîkî nihâyet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyet-i mevhûme, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhît sıfatlara bir hadd-i mevhûm vaz’ eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksîmât yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mâhiyetini yavaş yavaş anlar.
Meselâ, daire-i mülkünde mevhûm rubûbiyetiyle, daire-i mümkînatta Hâlıkının rubûbiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakîkî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î ilmiyle O’nun ilmini fehmeder. Ve kisbî san’atçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-i san’atını anlar. Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrârlı ahval ve sıfât ve hissiyât, enede münderiçtir.[7]” Bizler şahâdet âleminde birçok bilgiye bu vahîd-i kıyasî ile ulaşıyoruz. Meselâ; Gündüzün varlığını gece ile, sıcaklığı soğuk ile, açlığı tokluk ile, muhabbeti adavet ile, hakezâ…. Aynen öyle de, sonsuz uzunluğu metre ile, sıcaklığı termometre ile, havanın basıncını barometre ile ölçüyoruz ve biliyoruz.
Metre olmazsa hakîkî uzunluğu tam ve net ölçmemiz çok zordur. Çünkü kâinat sınırsız bir uzunluktadır. Bizler bu sonsuz uzunluğa vehmî bir hattı metre ile çizerek metreyi kıyas aleti olarak kullanıyoruz ve o vehmî ölçtüğümüz uzunluğu sahipleniyoruz. İşte bu sahiplenme duygusunu ve vahîd-i kıyasîyi bizler ene ile yapıyoruz.
Nasıl ki hadsîz uzunluğu metre ile sınırlayarak bir hat altına alıp burası benim diyorsak kâinatın hakîkî sahibini de tanımak için önce sahiplenme duygusu ile ya’nî enâniyet ile sonsuz mülkün bir cüz’üne sahip çıkıyoruz. Ancak bu sahiplenmekte hakîkî mânâyı kaçırmadan Allah’ın bizlere verdiği kalb, akıl cihazâtları ile sahip olamadığımız mülkün hakîkî sahibini aramaya çalışacağız. Bizlere Mâlik-i Mülkün hakîkî sahibini tanıtan ve bildiren Nübüvvet cihetine hamlederek bütün kâinatı hakîkî mülkün sahibine vererek önceki sahiplendiğimiz mülkün de Allah’ın olduğunu anlayarak ene ile Allah’ı bulmalıyız.
Ene olmasaydı sahiplenme duygusu olmazdı ve insan mülkün bir parçasını sahiplenmeden sonsuz mülkün sahibine kıyas da yapamazdı.
Ene’den Nahnü’ye tebârüz etmek, enenin hakîkî mâhiyetine bakmak ve eneyi nübüvvet cihetinde kullanmak insanın hakîkî vazîfesidir.
Demek ki ene miftahıyla künûz-u mahfîye olan ilâhi hazîneler açılabilir. “Ene’den, Sâni-i Zülcelâle râci olan Hüve” ye kavuşulabilir ve kavuşulmalıdır.
“Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.[8]” Evet, küçük âlemin zerresi ene ve büyük insanın enesi zerre. Bu bahsi birde bu bakış açısı ile mütalâa edebilir miyiz?
Sanırım insanın ve kâinatın sırlarının açılması bu iki sırrın anlaşılması ve doğru kullanılmasına bağlı olsa gerek. İşte o zaman insanda ve kâinatta tezâhür eden şuûnât-ı ilâhî tecellileri anlaşılacak ve o tezâhürlerin anlaşılması için ise yukarıya aldığımız tefekkürî yolları kullanmamız gerekir.
Cenab-ı Hak eneyi nefse bir anahtar olarak takmış ki kâinatın hazîneleri onunla açılsın. Buhar halinde bulunan ene anahtarını kullanan nefistir. Nefis ya kendi istekleri istikametinde eneyi kullanacak ve bu kullanış enenin şer cephesine kapı açacaktır. Kul kendini mülkün sahibi kabul edecek ve nefsin hazcılık dediğimiz huzûzât-ı nefsâniye istekleri ile ene buhar halinden mâyi’, sonra da katılaşarak sahibini yutacaktır. İşte böyle bir hâl alan kişi enâniyet cihetinde firavunlaşacak ve dahâ ileri giderek kendini ilâh gibi görmeye kalkacaktır.
Allah’ın nefse taktığı ene anahtarını kalbdeki îmân ile rûhtan gelen ihtizâzat ve ihtiyâcât ile Nübüvvet cephesine yönelecek ve eneyi buhar halinde kullanacak, eneyi bir vâhid-i kıyasî olarak istimâl edecek ve sonunda benlik ile önce kendi mülküne sahip olup sonra buraya kadar benim, buradan sonrası kimindir? Sorusunu sorarak eneyi hakîkî mânâsında istimâl edecek ve bütün mülkü Mâlik-i Mülke vererek hakîkî kul olmak yolunda mânevî terakkiye ve arş-ı kemalata urûc edecektir.
İşte suret-i fâniyeden ve kendinden ya’nî enenin şer ve mülke sahibiyet veçhesinden vaz geçmek, böylece fenâdan bekaya namzet olmak ve namzet olduğunu anlamak kulluğun ve imtihânın gereği olacaktır. Ne mutlu enenin bu veçhesini istikamette kullananlara.
Rabbim bizleri enenin birinci veçhini anlayıp kullanabilenlerden eylesin. Nefsimize takılan ene miftahını doğru olarak kullanmayı nasîb etsin. Âmîn!
Bâkî ÇİMİÇ
Dipnotlar:
Ben değil, ‘O’ deyiniz!