“Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (ra) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum.
O merhum kardeşim, evliya-i azimeden olan Hazret-i Ziyaeddin’nin (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki:
“Hazreti Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılâı var.” Beni onunla raptetmek için çok harika makamlarını beyan etti.Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin. Yani o ünvanla bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtten birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdirle bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayâlî bir Ziyaeddin’i seversin.” (Kas.Lah.s:60))
Böylece duygusallıkta orta yolun bu olabileceği kanaatine ulaşıyoruz. Başka hizmet tarzlarında ise tam ters bir yaklaşımla karşılaşıyor olabiliyoruz. Burada önce zata muhabbet ve hâyalî bir takım vasıflar kişilere verilebiliyor. Böylece muhâtap olunan kişinin mevcût birtakım kusurları söylendiğinde hemen savunma mekanizmaları harekete geçiyor oluşun altında bu duygusallıkta yaşanan ifrat yatıyor olabiliyor. O kişinin her yönüyle ma’sûm olduğu fikri müntesiplerinin hâyalî bir takım savunmalarından anlaşılıyor.
Hâlbuki Üstad Hazretleri benim üç şahsiyetim var diyor ve Kur’ân’a dellallık cihetinde biz istihdam ediliyoruz diyerek, bu cihetten gelen tüm vasıfların Kur’ân’a ait olduğunu ve kendisinin sahip çıkamayacağını söylerken, ikinci ve üçüncü şahsiyetlerinin kusurlu olabileceğini söylüyor. Bu zaman şahıs zamanı değildir diyerek şahıslara bağlanmaktan ziyâde esere bağlanmanın önemini vurguluyor. Böylece bu asrın hizmet anlayışına yeni bir yaklaşım ve orijinal bir metot sunuyor. Bu anlayışta elbette ki duygusallıkta da vasat mertebe olacaktır. Çünkü Üstad Hazretleri Münâzarât’ta “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zirâ’ çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.(Münazarat:48-49)”diyerek bizlere ve tüm muhataplara Risâle-i Nûr’larda duygusallığın vasat(orta) mertebesini gösteriyor.
Böylece Nur Talebeleri kişileri ve duygusallığı aşarak veya orta yolu tutarak ifrat ve tefrite düşmeyerek Cenâb- Hakkın Fatiha suresindeki “ihtinas sıratel müstakim”den murad ettiği ma’nâya uygun hareket etmiş oluyorlar inşâallah. Bu ve dahâ bir çok hallerde orta yolda olmak için Kur’ân hakîkatlerine ne kadar ihtiyacımız olduğu ortaya çıkıyor değil mi? O halde Risâle-i Nûr’ları hem ferdî,heh cemaatî hem de müzâkereli okumak çok dahâ istifâde ve feyizlere sebep olabilir;yeni yeni hakîkatlere ulaşmaya vesîle olabilir dileklerimizi tekrarlıyoruz.
Bâkî ÇİMİÇ