Kur’ân’ı anlamak ve hayata tatbîk edebilmekti bütün gayret. Kur’ân’la nefes alabilmek ve hâllenebilmekti bütün hasret. Tâ asr-ı saadette başladı bu hayrât. Gönüllerde tesîr-i azimini gösterdi o Hazret. Çünkü rûhların ihtiyacı, kalblerin mürebbisi, akılların muallimiydi o yüce Hitab. Îmân ile fark ediliyordu o kudsî sedâ. Telaşlanmıştı bütün müşrikler. Çünkü küffâra nûr, nar gibi görünmeye başlamıştı. Bundandı endişeler ve bütün telaş. O Nûr bütün kâiantı ziyalandırmıştı çoktan. Yutmuştu sabık kütüb-i semâvîyeyi derhal. Gönüllere taaşşuk dolmuş ve heyecana gelmişti Ashâb. Dolmuştu yeryüzü beklenen o hasret ve bereketle âcilen. Kâiantın Efendisi (sav) ile zirvelere çıktı asr-ı saadet. Susamış rûhlar içmeye başlamıştı kana kana o Deryadan. Muhtaç gönüller, ihtiyacını şiddetle hissedenler coşmuş ve koşmuştu o dâvâya derhal. Aydınlanmıştı bütün beşeriyet Kur’ân’ın Nûruyla. Kâinatın Sebeb-i Vücûdu Peygamber Efendimiz (sav) çalkalamıştı o asrı ve gelecek asırları. Elinde mucîznûma bir kitapla başlamıştı tebliğe. Pervane olmuştu O(sav)’na, nûra meyleden fıtratlar. Derya gibi coşmuştu ashâb-ı kiram. İşte böyle bir heyecanla başladı Dârü’l-Erkâm’da sohbetler. İksîr-i nûrâni olan sohbet-i nebeviden sıbgalanmıştı Dârü’l-Erkâm ashabı.
İşte böyle başlamıştı bu hizmet tâ asr-ı saadette: Milâdî 615 yılında müşriklerin müslümanlar üzerindeki baskıları gün geçtikçe artıyordu. Hz. Muhammed (sav) emin bir yer aradı ve tespit etti. Saf’a Tepesi’nin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkâm bin Ebi’l-Erkâm bin Esed’in eviydi bu emîn yer. Bu ev giriş çıkışlar için elverişliydi mü’ninler için. Etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği güvenli bir yerdi. Artık, Hz. Muhammed (sav) burada muallim, ilk müslümanlar da talebe idiler. Mekke döneminin ilk yıllarında Dârü’l-Erkâm bir tâlim merkezi olarak kullanılmıştı. Burada Kur’ân ayetleri okunuyor, yazılıyor, dini bilgiler öğretilip bunların pratikleri yapılıyordu. Böylelikle Dârü’l-Erkâmı, Hz. Muhammed (sav)’in hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslâm üniversitesi saymak mümkündü.
Hazret-i Ömer’in, İslâmla şereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem(sav), İslâmı öğretme ve anlatma vazîfesini burada yürüttü. Başta Hazret-i Ömer olmak üzere birçok kimse bu evde Müslüman olma şerefine erdiler.
Dârü’l-Erkâmı, Erkâm bin Ebî’l-Erkâm Hazretleri, hiç satılmamak ve tevârüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.
İslâm tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kâbe karşısında, “Dârü’l-Hayzûran” adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında Asr-ı Saadette Müslümanların sığınağı, tâlim yeri, Kur’ânı okuma, anlama, tefekkür etme ve ilim meclisi olarak kullanılan Erkam’ın evinden bu gün alacağımız dersler olmalıdır. Çünkü Efendimiz(sav) “Bu ümmetin sonu, başının kurtulduğu gibi kurtulur.[1]” buyurmuştur. Bu cihetten de baktığımızda Dârü’l-Erkâm dahâ bir önem arz etmektedir.
Günümüzün Dârü’l-Erkâm’ı nereleri olur? diye düşünürken elbette ki Bedîüzzamân Hazretleri’nin “Risâle-i Nûr mesleği, sahabe mesleğinin bir cilvesidir.[2]” îzâhları çerçevesinde Risâle-i Nûr medreseleri(dershaneleri) aklıma geliyor. Çünkü Risâle-i Nûr medreselerinde bu asrın Kur’ân dersleri olan îmân hakîkatleri tâlim ve tefekkür ediliyor. Aynen Dârü’l-Erkâm’ın evinde yapıldığı gibi. Çünkü zaman, âhirzamân olarak asr-ı saadetten izdüşümler taşıyor. Âhirzamânda Kur’ân ve sünnet-i Rasullullah unutturulmaya çalışılırken sanki tekrâr Dârü’l-Erkâm ihya ediliyor. Kur’ân hakîkatleri tekrâr tefekkür ve tezekkür ediliyor. Oradan buraya bir duygu seli akıyor, esiyor ve serinletiyor sanki yanan gönülleri. Akıllar tefekkür, kalbler teberrur, rûhlar tezekkür ediyor hakîkat-i Kur’âniye ile. Evler dolup taşıyor, Kur’ân’ı şiddetli ihtiyaç hisseden gönüllerle. Kimi zaman Medrese-i Nûriye, kimi zaman Dersane-i Nûriye dedik o Nûrlu mekânlara. Nefes alıp şifa bulduk Kur’ân’ın mânevî dersleriyle o nûrlu mekânlarda. Kardeşlerle hâllendik ve dertleştik o nûrlu evlerde. Âhirzamânın dehşetli günâhlarından ve savletli bid’alarından sığındık o güzîde hanelere. Fitne ve fesâd dehşetlendikçe âhirzamânın insanları olarak sığındık o emîn evlere. Rûhumuz serinledi, kalbimiz gıdalandı ve aklımız nûrlandı Kur’ân’ın mânevî dersleriyle.
Asrın Sahibi Üstad Bedîüzzamân Hazretleri de “Şimdi resmen din tedrisatı için husûsî dershaneler açılmasına izin verilmesine binâen Nûr şakirtleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nûriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifâde eder; fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. İmân hakîkatlerinin îzâhı olduğu için, hem ilim, hem mârifetullah, hem huzur, hem ibâdettir. Eski medreselerde beş on seneye mukâbil, inşâallah Nûr medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.[3]” diye dershane-i Nûriyeler açılmasını tavsiye buyurmuştur.
Yine gelen bir mektubunda da “Her bir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nûriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nûriye ittihâz etsin.[4]” buyurmaktadır. Üstâdımıza sadakte diyoruz ve o mekânlara koşmaya devam ediyoruz inşâallah!
Abdülbâkî Çimiç
http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=4101
Dipnotlar:
————————-
[1]Kadı İyaz,Şifâ-i Şerif,c:2,s:88
[2] Emirdağ Lâhikası(1),2006,s:130
[3] Emirdağ Lâhikası(2),2006,s:853
[4] Emirdağ Lâhikası(2),2006,s:657