Bismillâh Her Hayrın Başıdır

Bismillâh bir intisaptır, bir bağlanmadır. Düşünelim ki çölde seyahat eden iki adam biri padişahın ve reisin adını alsa, diğeri almasa. Padişahın adını almayan gururlu adam uzun seyahatinde ne tür sıkıntılar çekeceği, ne tür meşakkatlere gireceği herkesin malumudur. Ancak bir padişahın ve reisin adını alan bahtiyar kişi her yerde O padişahın unvanı ve ismi ile gezdiğinden tüm ihtiyaçları karşılanır ve bütün korkulardan kurtulmuş olur. Artık herkes O haşmetli padişahı tanıdığından onun adı ile hareket eden adamın emrine ve ihtiyaçlarına cevap vereceklerdir.

Şimdi bizlerde şu dünya çölünde seyahat eden insanlarız. Nasıl ki padişahın adını alan adam rahatla gezdi ise bizlerde bu Kâinatın sultanı olan Allah’ın adını almalı ve o unvan ile hareket etmeliyiz. Çünkü aciz ve zayıf olduğumuzdan bu sonsuz kuvvete muhtacız.

Biz de yazımıza “ Bismillâh” ile başladık. Bismillâh’a kısaca Besmele de diyoruz. Besmele çekmek ise ”Bismillahirrahmanirrahim”olarak tamamlanır. Besmelenin kelime anlamı: “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla.” dır. Ayrıca ”Allah namına, Allah için, Allah’ın adı ve izni ile “de anlamında kullanırız besmeleyi.

Besmele ne mübarek bir kelimedir ki; bizi doğrudan doğruya kâinatın yaratıcısı olan Rabbimize bağlar. Allah’ın adıyla bir işe başlamak ve bütün sebeplerden sıyrılarak sadece ve sadece O’na yönelmek ve O’ndan güç almak. Bir asker askere kaydolduğu zaman devlet namına hareket ettiği ve kendi zayıf kuvvetine devletin gücünü kattığı için kendi gücünden ve kuvvetinden binlerce kat daha bir güce sahip olmuştur. Bu kuvvet ve güçle çok işleri kolaylıkla yapabilir. Hatta bir köyün insanlarını bu kuvvetiyle devlet namına bir yere toplayabilir. Sizler de bilirsiniz ki bu asker bu işleri kendi kuvveti ile yapmamıştır. Devletin adını alarak ve devletin kuvvetine dayanarak bu işleri başarmıştır. Kâinatta çok zayıf şeyler vardır ki, kendi güçlerinden çok fazla işleri yaparlar. Tohumların ağaçları başlarında taşımaları, hayvanların süt, yumurta yapmaları da bu sırra işaret olmalıdır. Onlarda Bir’isinin adını alarak kendi zayıf güç ve kuvvetlerinden daha fazla işleri yapmaktadırlar. Demek hayvanlar ve bitkilerde “Bismillah” demektedir. Bitkilerin o nazik ve yumuşak kökleri sert kayaları delip geçiyorsa bunu kendi güç ve kuvvetleriyle yaptığını söylemek cehaletle eşdeğer olmaz mı? Yazın o yakıcı sıcaklarında yemyeşil kalan yaprakları ne ile izah edeceğiz. Kâinattaki her şey kendi lisanı ve diliyle elbette ki “Bismillah” diyorlar ve felsefecilerin bütün iddialarını tekzip ediyorlar.

Eğer kâinatta her şey “Bismillah” diyorsa bizler bu mübarek kelimeyi nasıl ihmal ederiz? Nasıl bizi büyük bir hazineye sahip edecek ve Rabbimize bizi bağlayacak, bütün sıkıntı ve zorlukları aşacağımız güç ve kuvvetten kendimizi mahrum bırakırız? Bizlerin acizliği ve zayıflığı sonsuz olduğu halde, bir mikroba mağlup olduğumuz durumda, her şeye muhtaç olduğumuz anda nasıl kendimizi güçlü ve kuvvetli sayabiliriz? O zaman gelin her hayırlı işin başında hep birlikte “Bismillahirrahmanirrahim” diyelim. Hiç bir şey kaybetmez, ancak çok büyük kazançlar elde ederiz.

Öyleyse Allah namına almalıyız ve Allah namına vermeliyiz.

“Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında, birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var.”

Bismillah, bir nur gibi bütün kâinatı kuşatan ve her yerde Allah’ın rububiyet mühürlerini gösteren bir iksir gibidir. Rububiyet Allah’ın terbiye edici vasfıdır. Kâinat heyet-i mecmuası ile insanda temerküz etmiş bir fihriste durumundadır. Yani insan kâinatın özetini taşıyan çekirdek hükmündedir. Yüce Allah eşyayı esmasına mir’at yapmıştır. Onun için eşya mir’ât-ı marifettir.

Öyleyse bütün kâinatta tecelli eden esma cilveleri yüce Rabbimizi bize tanıtmakta ve bildirmektedir. Hem kâinat heyet-i mecmuası ile hem de insan maddî ve menevî cihetleri ile Allah’a ayinadarlık yapmaktadır. Kâinat simasına bakıldığında taklid edilmez bir şekilde rububiyet sikkeleri görülmektedir.Her bir mahlûk üzerinde yüce Allah’ın terbiye edici vasfı olan rububiyet tecellileri ve mühürleri net olarak görülmektedir.İnsan simasında da öyledir.Her insanın özellikle maddî azalarına dikkatlice bakılırsa rububiyet tecellileri daha net görülür.

İnsanın simasındaki alamet-i farika, kaşları, burnu, kulakları ve diğer azaları belirli bir mizan ve miktar ile Rabbimiz tarafından çok hassas ve ince olarak terbiye edilmiştir. İşte hem kâinat hem de insan simlarına Besmele ile vurulan sikke-i rububiyet tecellileri saymakla bitmek bilmez vaziyettedir. Hem kâinattaki mahlûkat hem de insandaki cihazatlar mükemmel olarak şekillendirilmiş ve terbiye edilmiştir. Arıları, yılanları ve haşarat-ı muzırları eğer Rabbimiz terbiye etmeyim dizginlerini çekmeseydi bizim bu dünyada yaşamamız mümkün değildi. Denizler dağlarla, akarsular vadi yatakları ile terbiye edilmiştir. Aynen öyle de insanın vücudundaki su ve ab-ı hayat olan dem de kalb ve damarlarla koruma altına alınmış ve terbiye edilmiştir.

Akciğerlerimiz yakıcı olan bir gaza göre terbiye edilmiştir. Nasıl ki yanıcı ve yakıcı olan iki madde sikke-i rububiyet ile bir araya getirilerek terbiye edilmiş ve hayatımızın en önemli maddesi olarak yaratılmış ise hayatımızın bütünü de böylece sikkei rububiyet ile terbiye edilmiştir. Misalleri çoğaltmak mümkündür.

Abdülbâkî ÇİMİÇ

[email protected]

“Bismillâh Her Hayrın Başıdır” için 5 yorum

  1. “BİSMİLLÂH her hayrın başıdır.”

    Demek ki her hayırlı işimizin başı bismillah ile başlamalıdır.O halde sosyal hayata bu cümlenin yansıması şöyle olmalıdır.

    Bismillah her hayrın ve hayırlı işimizin başında söylenmelidir.Zıddı ise hayırlı olmayan işlerde bismillah yoktur ve o işte bereket ve hayırda yoktur.

    Öyleyse hayır ve hayırlı işlerin öncesi bismillah elzem;bismillahsız işler ise hayırsız ve Allah’ın rızasının olmadığı işler.

    Sosyal hayatımızda sünnet-i seniyye dairesinde işleyeceğimiz bütün işler hayır olduğuna göre o işlerimize bismillah ile başlamamız gerekiyor.

    Allah hayır işleyen,hayır söyleyen,hayır isteyen ve o hayırlardan önce bismillah ile başlayan ve bismillaha başlayan kullarından eylesin inşallah.

  2. İhlâs ile besmele ilişkisi için şöyle düşünüyorum.

    Hakîkaten besmelenin ihlâsla söylenmesi ve yine ihlâsla fıtrî tezâhürü olan vücûdumuzdaki besmelenin lisân-ı hal ile tefekkür edilmesi gerekirki o büyük kuvvete ve bitmez bilmeyen hazinelere kavuşulsun.

    “Niyet bir ruhtur.O ruhun ruhuda ihlastır.(Mesnevi-i Nuriye)” Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.
    Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın.
    Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer.

    Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. (Yirminci Lem’a )

    Sanırım ihlâs ile besmele arasındaki sır yukarıda alıntıladığım yerlerle de alâkalı olduğu anlaşılıyor kanâatindeyim.

  3. Bismillahirrahmanirrahim
    Besmele : İman : İntisab : İhlas.. İle ahir.. Rabbe,KALBe, insana(NEFSe), ihtiyara(AKLA) baksa baktırsa.Seyahat (sülûk) edenin,Bir kabile reisinin ismini alması temsil-i hakikat, Askere kayd olması hakiki temsil olmuş. Asker emrini kumandanı azama (makam ve perdelerle terettür eden bir bağ ile) bağlı olan önündeki kumandanından (onbaşısından) alır ve ona itaat eder. Arada Tecelliler ve perdeler ve mertebeler var. Her birininde kendi has şartları ve halleri var. Hal böyle olursa, bir ağacın yumuşak kökü taşı delebilir, o kök ise bir ağaca rabt edilmiştir, Aynen o asker gibi..Bu meseleyi ve 24.söz/1.dala havale ediyoruz.
    ..Misafir olan bir kimse seferinde çok yerlere, menzillere uğrar, Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur.
    Kezalik Allah’ın yolunda SÜLÛK EDEN zât çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki, bunların da her birisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır. (zeyl-ül Habbe/mesnevi)
    …Meselâ: Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve Kamer’e âşık hayatlı bir katre ve Güneşe bakan safvetli bir reşhayı farzediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemali var. Ve o kemale bir iştiyakı bulunuyor. Şu üç şeyde çok hakikatlara işaret etmekle beraber, NEFİS ve AKIL ve KALBin SÜLÛKlerine işaret eder. Ve üç tabaka EHL-İ HAKİKATe misaldir.(24.söz/2.dal).
    Hakikat mesleğinde her üç tabakada dahi sülûk olur, fark SÜLÛK eden(letaif) ile ittibasında olan letaiflere göre olduğundan,3 değil belki 9, belki 27, belki 130 olur ve 130 abdurrahmanı gösterir, diyebiliriz.

  4. “Şu dünya ise bir çöldür.” Bağ değil, bahçe değil; sahil değil, kumsal değil. Çöl! Ne kadar yakıcı bir gerçek, değil mi?

    Dünya sahrasında seyehat ediyoruz; bir an önce,kazasız belasız menzil-i maksûda varmamız gerekirken oyalanıyor, sanki çölde sonsuza kadar kalacakmışız gibi ebedî ikâmetgâhımıza gitmemek için ayak diretiyoruz. Oysa, kim çölde bir ömür boyu yaşamak ister ki?

    Hem istesek ne olur; yolculuk devam ederken bizi çölde durdururlar mı?

    Hem çöl sanki yaşanacak bir yer midir?

    Çöl ıssız, çöl yakıcı, çöl susuz, çöl vahşidir; orada oyalanmak olmaz. Bir an önce daha rahat bir hayatın olduğu yere merak ve hareket gerekir. İstek ve arzu ve de iştiyak gerekir.Bu fıtratın da bir zarûreti olsa gerek. Birinci Söz’de çöl ile fıtrata muvafık bir metod da gösterilmiş oluyor. Çölde görülen serabın peşine takılp da vadi vadi koşturanın sonu,maksuduna ulaşamadan bir gün susuzluktan ölmek olur. İşte bu da Birinci Sözdeki kıssadan alacağımız bir başka hisse olsa gerek.

    Çöl, dünya sahrası olarak bize hakîkî bir hayatın arkasını ihtar ediyor ve oraya göre hazırlanmamızı ve bu dünya sahrasında ebedi kalamayacağımızı, sahranın arkasında ise çölden daha mükemmel bir memleketin var olduğunu gösteriyor.

    Dünya çok fettandır. Fânî ve fenâ cihetiyle fitne ve fesada insanı teşvik eder, nefsin fenalık yapmasına onu ayartır.Çünkü caziptir. Câzibeli ve kendine ebedî kalacak gibi nefisleri çeker.

    Bu nedenledir ki dünyanın âşığı çoktur, sonsuz isteklerini ise elde edeni yoktur. Düya ne kimseye yâr olmuş, ne de kimseyi kendine yâr etmiştir.Cazip ve süslü fâni ve nefsânî tarafına binlercesini âşık eder, peşinden koşturur. kendine âşık olan hiç kimsenin aşkına mukâbele de bulunmaz; peşinden koşturur, ancak kimseye yâr olmaz ve kimse onda enedî kalamaz.

    Bir tebessüm ettirse, bir zevk tattırsa, binlerce kez elem çektirir, gözyaşı döktürür. Ne insanlar onun yolunda heder olmuş, ne ömürler onun yolunda fedâ olmuş, ne gençler ve kuvvetliler onun yolunda devrilmiş gitmişlerdir.Fâni ve geçici olan dünyanın bu yüzü herkesi kendisine yakın etmeye çalışmış, ancak kendisi herkesten uzak kaçmıştır.

    Hek kalbî kendisine çekmeye ve bağlamaya çalışmış, ancak gönlünü kimseye bağlamamıştır.O devamlı dost görünen gizli bir hırsız gibi gönül çelmiş, ancak kimseye gönül vermemiştir.

    Onun içindir ki onun muhabbeti, esassız ve temelsizdir. Çekiciliği ve güzelliği sûrîdir, cazibesi geçicidir. Sen ona ne kadar sadâkat edersen et, o sana ihânet eder. O fâni dünya aldatılmaya tahammül etmez, ancak kendisi hep aldatmıştır.Ona bel bağlayanları hem mahcup ve telâfisi mümkün olmayan neticelere götürmüştür.

    Öyleyse o aldatır,ancak aldanmaz.Hep o kârlı çıkmıştır,ona bel bağlayanlar zararda kalmıştır.Öyleyse o tıpkı çölde görülen bir seraba benzer.Peşinden koştukça o hep kaçar ve kimse onun sûrî cazibesinden hakîkî olarak istifâde edemez.İnsan ona kaştukça derin bir çukura doğru kulaç attığının farkında değildir.Susuzluğunu dindireceğini sanılır, ancak bilakis o kaçışı i,le hep uzağa düşer.Çünkü onun görüntüsü hep izâfîdir. Hakîkât ile hiç bir ilgisi yoktur. O yalanın ve hatanın tâ kendisidir. Güzel görünür, ancak güzelliği boyalı çürük bir duvar gibidir.Yani görüldüğü gibi hiç değildir.

    Öyleyse bu kadar yalancı ve oyalayıcı dünya çölü ve sahrası elbetteki bizlere çok şeyler anlatıyor olmalıdır.

    Abdülbâkî ÇİMİÇ

    [email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir