“Madem herşey mânen “Bismillâh” der; Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillâh” demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız. Öyleyse, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.[1]” Evet, “Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.”der Birinci Söz’de Bedîüzzamân Hazretleri.
Pekâlâ, ne yapmalıyız? Allah namına vermenin veya vermemenin ölçüsü nedir? Bunu nasıl bileceğiz?
Risâle-i Nûr Külliyatı’nın Lem’alar adlı eserinde On Yedinci Lem’a, On Üçüncü Nota’da bu konu ile ilgili yapılan açıklamalar meselemizi hem açıklıyor hem de müşkülümüzü izâh ediyor. İlgili bahis şöyledir:
Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyâr sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisân-ı hâl ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.
Eğer o sebep ihtiyâr sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü “Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin.[2]” âyetinin mânâ-yı sarîhinden başka bir mânâ-yı işârîsi şudur ki: “Mün’im-i Hakîkîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir.
O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya “muhtaçsan”, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in’âma bak, in’amdan Mün’im-i Hakîkîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen duâ et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.[3]
Demek ki bize gelen nimetlerin görünürdeki sebepler namına alınmaması gerekiyor. Çünkü zahiri sebepler o nimetlerin hakîkî sahibi değillerdir. Burada sebeplerin ikiye ayrıldığını görüyoruz.
Birincisi, ihtiyâr sahibi olmayan sebepler. Bunlar hayvan ve ağaç gibi sebeplerdir. Bu sebepler doğrudan doğruya nimetleri Allah hesabına bizlere verdikleri için mânen “Bismillâh” dediklerinden bizler o sebeplerden alırken muhakkak “Bismillâh” demeliyiz. Zaten o sebepler doğrudan Allah hesabına Allah’ın nimetlerini bizlere takdim ediyorlar ve tablacılık yapıyorlar. Bir nevî yaratılış gâyelerini ve vazîfelerini yapıyorlar. Bu vazîfeler onların ubûdiyetleri ve lisân-ı hâl ile Bismillâh demeleridir. Madem onlar mânen bu vazîfe-i fıtratlarını yapıyorlar bizler de o nimetleri o tablacılardan alırken ve yerken “Bismillâh” demeliyiz.
İkincisi sebep, ihtiyâr sahibi olan insanlardır. Bir nimeti doğrudan hayvanlardan ve bitkilerden değil de insanlardan alırken o insanın “Bismillâh” demesi gerekiyor. Eğer o kişi “Bismillâh” demiyorsa o kişiden almamamız gerekiyor. Bu noktada Bedîüzzamân Hazretleri bu meseleyi bir ayetle meşrulaştırıyor. “Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin.[4]” Ayetinin sarîh mânâsından başka işârî mânâsın “Mün’im-i Hakîkîyi hatıra getirmeyen ve O’nun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir.” diye tefsîr ediyor. “O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli.” Diyerek de meselenin ciddiyetini te’yid ediyor ve bu konuda azamet ve takva yolunu gösteriyor. Ancak âhirzamânın eh dehşetli asrında yaşadığımız zaman diliminde azamet ve takva ile yaşamanın hayli zor olduğu bir hakîkâk olduğundan, gelen açıklamalar işin ruhsat ve fetva cihetini de gösteriyor.
“Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya “muhtaçsan” denilerek, ruhsata ve fetvaya giden yolun “muhtaç” olunması şartı ile gösteriliyor. Ancak muhtaç kelimesi mutlak bırakılıyor ve bu konuda selef ulamasınca gösterilen ve sınırları çizilen prensipler ile hareket edilmesi bizlere bırakılıyor olmalıdır. Öncelikle alacağımız nimetlerde (alışverişlerimizde) zarûrî ihtiyaçlarımız öncelemelidir. Haram olan nimetler zaten mevzuumuzun dışındadır. Bir kişi k sû-i ihtiyârıyla kendisini sarhoş eder ve bağımlı olursa bu bağımlılık o kişi için “muhtaç” ruhsatına giremez. Çünkü Bedîüzzamân Hazretleri, “Biz şimdi mecbûruz.” Zarûretler mahzurlu şeyleri mübah kılar.” kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usullerini medeniyetin icaplarını taklide mecbûruz[5]” dediler.” Sualine şöyle cevap vermiştir.
Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zarûret sû-i ihtiyârdan gelse, kat’iyen doğru değildir; haramı helâl etmez. Sû-i ihtiyârdan gelmezse, yani zarûret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam sû-i ihtiyârıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, sû-i ihtiyârıyla bu zarûret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyârı dâhilinde değildir.”
“Ekmek yemek, yaşamak gibi zarûrî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zarûret var? Sû-i ihtiyârdan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zarûret olmadığı ve sû-i ihtiyârdan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz. Kânun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyâr haricinde zarûret-i kat’iye ile, sû-i ihtiyârdan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kânun-u İlâhîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.[6]”
Görüldüğü gibi Bedîüzzamân Hazretleri “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarûrî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zarûret var? Diyerek zarûret olarak ekmek ve yaşamak için gerekli olan ihtiyaçları saymaktadır. Yoksa sû-i ihtiyârdan, alışmak ve tiryakilikten gelen davranışların ve gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar diyerek meseleyi netleştirmiştir.
Öyleyse alışverişlerimizde ne yapmalıyız? Bedîüzzamân Hazretleri’nin “mecbûrsan” kelimesini nasıl anlamayız?
Öncelikle “mecbûrsan” kelimesini zarûrî ihtiyaçlarımız olarak anlamalıyız. Gelenek-görenek, tiryakilik ve alışkanlıklardan tevellüt eden ihtiyaçlarımızın “mecbûriyet” içersinde olmadığını bilmeliyiz. Rızk-ı mecâzî olan bizim ihtiyâr dairemizde olan rızkın, sû-i istimâlâtla hâcâtı gayr-ı zarûriye hâcât-ı zarûriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olunmasının bir mecbûriyet olmadığını bilmeliyiz.
Hem öncelikle nimetlerin bize ulaştırılmasındaki ihtiyâr sahibi insanlardan alırken, o kişinin nimetin hakîkî sahibi olmadığını bilecek derecede olmasını, kendisinin Allah’ın nimetlerine aracılık yaptığından tamamen bihaber olmadığını bilmeliyiz. Sadece zahiri durumuna değil, Mün’im-i Hakîkîyi hatıra getirebilecek olan insanları öncelemek gerektiğini düşünmeliyiz. Eğer Mün’im-i Hakîkîyi hatıra getirmeyen bu tür ihtiyâr sahibi kimseler yoksa ve o Bismillâh demiyor ise, biz de almaya “mecbûrsak” biz Bismillâh deyip alacağız, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini görüp, şükürle öpüp, ondan alabiliriz. Yani, nimetten in’âma, nimeti verene bakacağız, in’amdan Mün’im-i Hakîkîyi düşüneceğiz. “Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen duâ et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.[7]” İşte bize verilen ruhsat budur.
Ancak yaşadığımız bu âhirzamân asrının dehşetli isrâfât tuzaklarının en dehşetli şekilde tatbik edildiği bir dönem olduğunu da unutmamalıyız. Zamanın dehşetini ve fitnelerin umûmî yaşandığının farkında olarak azamî takva, azamî ihlâs ve azamî sünnet-i seniyye mesleğini temsil ettiğimizi, hatta maddî ve mânevî fırtınaların her şeyi kendisine alet ettiği bir zaman diliminde yaşadığımızı unutmayalım. Bedîüzzamân Hazretleri’nin özellikle umûma değil talebelerine gösterdiği düsturları yaşamaya gayret edelim. Şöyle ki;” Risaletü’n-Nur, gerçi umûma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.[8]” İşte Nûr Talebelerine gösterilen hayat prensipleri. Öyleyse hemen işin ruhsat tarafına değil, azimet ve takvâ tarafını tutmak gerekiyor. Özellikle yaptığımız alışverişlerimizde bu prensiplere bağlı kalmalıyız. Mebûrsan kelimesinin hatırdan çıkarmamalıyız. Üstâd’ın diğer hayat safhalarımızda da gösterdiği prensiplere dikkat etmeliyiz. Meselâ;
*Hastalıklarımızda hâzık ve mütedeyyin hekimleri tercih etmeliyiz. Hekimnin hâzık olması işinin ehli olmasına, mütedeyyin olması da mânevîyatının dindar olmasına işarettir. Buna işareten Üstâd Bedîüzzam3an Hazretleri şöyle demiştir: “Hâzık, mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünkü ekser hastalıklar sû-i istimâlâttan, perhizsizlikten ve israftan ve hatîattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesâyâda bulunur. Sû-i istimâlâttan, israfattan men eder, teselli verir. Hasta o vesâyâ ve o teselliye itimad edip hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinden bir ferahlık verir.[9]”
*Hem diş tedavisinde de aynı prensipler gösterilmiştir. Hem hâzık hem de mütedeyyin hekim olması tavsiye edilmiştir. Şöyle ki;”Eğer mütedeyyin bir hekîm-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sûreti olsa, altındaki diş ağzın zahirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması, guslü iptal etmez. Çünkü üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer’an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. “Gerçek Allah katındadır. Ancak O bilir.” Madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünkü, hattâ zarûret derecesine geldikten sonra, böyle umûmü’l-belvâda(umûma yayılmış bela), eğer bilerek, su-i ihtiyârıyla olsa, o zarûret ibâhaya sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuşsa, zarûret için elbette cevaz var.[10]”
Meselenin bir diğer boyutu da bu asrın fitne cereyanlarının insanları isrâfâta teşvik etmeleridir. Beşinci Şua, Birinci Mesele bu noktaya temas ediyor. Şöyle ki;” Rivayette var ki, “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyanın eli delinecek.”
Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, isrâfâta akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filân adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.
İşte, “Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder” diye bu hadîs ihtar ediyor; “İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer” diye haber verir.”[11]
Öyleyse bu asrın isrâfât hastalığına kapılmamak için çok dikkatle Risâle-i Nûrlara sarılmak gerekiyor ki o dehşetli fitnenin damına düşülmesin. Yoksa en zayıf damar olan isrâfât, hırs ve tamâ ile dünyevîleşme tuzaklarına düşebiliriz. Böylece zarar eder, hasârete uğrayabiliriz.
Bu konu münasebetiyle Emirdağ Lahikası’ndan önemli bir mektup daha ekleyelim.
Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kânun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları, faydalarına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u Hakîkî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur’ân’ın kânun-u esasîsi, “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.[12]” “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.[13]” ferman-ı esasîsiyle, “beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası, sû-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zarûriyeyi, zarûrî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kânun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı şefkatini temin eden o kudsî kânunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbûr etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.
İkinci nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, Hakîkî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için, sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.
Meselâ, Risale-i Nur’daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmekle bir mânevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz, mâlâyâni şeylere sarf edildiğinden, tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.
Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa’y ve amel ve Hakîkî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm, ondan bir ikisi zarûrî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbûr ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.
Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.
Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Sû-i istimal ve israfatla yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.
Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı veriyor.
İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kânun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kânunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kânunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.[14]
Abdülbâkî ÇİMİÇ
———————————-
[1] Sözler, 2004,s:17
[2] En’âm Sûresi, 6:121.
[3] Lem’alar,2005,s:324
[4] En’âm Sûresi, 6:121.
[5] Emirdağ Lâhikası (2) – 2006,s:873
[6] Emirdağ Lâhikası (2) ,2006,s:873-74
[7] Lem’alar, 2005,s:324
[8] Kastamonu Lâhikası,2006,s:98
[9] Lem’alar,2005,s:493
[10] Barla Lâhikası,2006,s:445
[11] Şualar,2006,s:910
[12] A’râf Sûresi, 7:31.
[13] Necm Sûresi, 53:39.
[14] Emirdağ Lâhikası (2) ,2006,s:649