Allah’ın üç küllî kânunu vardır. Bunlar kader, kazâ ve atâdır. Kader, geçmiş, hâl ve gelecek her şeyin mukadderât programıdır. Kazâ kaderde şartları tahakkuk eden hükümlerin icrâsı ve yaratılmasıdır. Atâ da kaderde mukadder olan kazânın şartlara göre iptalidir.
Meselâ, bir musîbetin ve belânın takdîr edilip yazılması kader, belânın nüzûlü kazâ, sadakanın belâyı durdurması ise atâdır. Tîn Sûresi’nde de kader, kaza ve atâya misal vardır. “And olsun ki, Biz, insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik; ancak îmân eden ve güzel işler yapanlar müstesnâ’[1].” Bu âyette insanın en güzel sûrette yaratılması kader, sonra da onun kendi irâdesi ile en aşağıya inmesi kazâ ve îmân edip güzel işler yapanların bundan müstesnâ kalması ise atâ kânununun şümulüne dâhil olmalıdır.
Öyleyse şöyle diyebiliriz: Atâ yani, Allah’ın şarta bağlı olarak, affı ile infâzı kaldırması, kazâ kânununu, kazâ da kaderi değiştirebilir. “Bu hakîkate vâkıf olan ârif, ‘Yâ İlâhî! Hasenâtım ve iyiliklerim Senin atândandır, seyyiâtım ve günâhlarım da Senin kazândandır. Eğer atân olmasa helâk olurdum’ der.[2]”
Konuya bir de şöyle bakabiliriz. Kuzey Anadolu fay hattı mukadderât olarak kaderdir. Kader programında yüce Rabbimizin takdîri böyledir. Ancak bu fay hattının kazâya geçmesi veya kazâdan affı için de kader programında şartlar vardır. Nasıl ki dolu, patlamaya hazır bir tüfek tetiğine dokunmadan ve patlatma irâdesi ve şartları olmadan patlamıyor ise; aynen öyle de dolu bir tüfek durumunda olan fay hatları da şartları kazâya terettüb ettiği anda irâde-i ilâhiye ve kudret-i rabbâniye ile kazâya geçer. Kazâdan affı için ise atâya terettüp eden haseneler, sadakalar, duâ ve ubûdiyet gibi emirlere ittibâ’ gerekir.
Madem umûmî musîbetler umûmun hatasından meydana geliyor. Çünkü kader programında umûmi musîbetlerin kazâsı umûmun hata ve yanlışları olarak takdîr edilmiştir. Öyleyse dahâ başka umûmî ve şiddetli musîbetlerin gelmemesi için umûmî duâ, tövbe, ubûdiyet ve de en önemlisi sadakalara ihtiyaç şiddetlidir.
Belâ; Allah’ın insanları imtihân etmek, denemek için verdiği maddî ve mânevî üzüntü, sıkıntı, musîbet ve âfetlerdir. Sözlük anlamı olarak da belâ “denemek, sınamak; musîbet, darlık ve sıkıntı” anlamına gelmektedir.
Sadaka, Allah’ın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden her türlü iyilikte, ihsânda bulunmadır. Öyleyse “Her iyilik sadakadır.[3]” Ayrıca “Hoş (güzel) söz, bir sadakadır.[4]” Hatta “Mü’min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır.[5]” Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır. Madem Allah’ın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden her türlü iyilikte, ihsânda ve hizmette bulunmak sadakadır. Öyleyse Risâle-i Nûr hizmetleri de sırf Allah rızâsı için, karşılık beklemeden yapılan Kur’ân ve îmân hizmetidir. Bu hizmetler de çok makbûl bir sadaka hükmündedir. Risâle-i Nûr Külliyatının müteferrik yerlerinde bu mânâda açıklamalar vardır. Ta’kîb edelim: “Hadîs-i şerifte vârit olmuştur ki, “Bazan belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.[6]” Şu Hadîsin sırrı gösteriyor ki, mukadderât, bazı şerâitle vukû’â gelirken geri kalır.[7]”
“Nasıl ki, sabık Hadîsin sırrıyla, sadaka belâyı ref’ eder; ekseriyetin hâlis duâsı dahi ferec-i umûmîyi cezb eder.” Eğer”ferec-i umûmî” gelmemiş ise demek ki “Kuvve-i câzibe vücûda gelmediğinden, fütûhât da verilmedi.” denilmelidir. Öyleyse “Hem siz, hem onlar bilsinler ki, sadaka belâyı def ettiği gibi, Risâle-i Nûr Anadolu’dan, husûsan Isparta, Kastamonu’dan âfât-ı semâviye ve arziyenin def ve ref’ine vesîledir.[8]”
Bununla berâber sadaka belâyı def eder” meâlindeki hadîs-i sahîhin hükmüyle, Risâle-i Nûr Anadolu için belâları def eder bir sadaka hükmüne geçer. Sadaka, kazâ ve belâyı nasıl def ediyorsa Risâle-i Nûr’un da Anadolu’ya gelecek kazâyı, belâyı, yirmi senedir def ettiği aynelyakîn ispat edilmiştir. Risâle-i Nûr’un intişârı ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî belâların def’ine çok emâreler ve çok hâdiselerle tebeyyün etmiş. Hattâ Kur’ân’ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Hatta “Anadolu’da ekser okunması İkinci Harb-i Umûmînin Anadolu’ya girmemesine bir vesîle olduğu Sûre-i Ve’l-Asr işaret ettiği[9]” görülmüştür. “Risâletü’n-Nûr’un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu vilâyetleri saîr yerlere nispeten âfât-ı semâviyeden mahfûz kaldıklarının sebebi, Risâletü’n-Nûr’un verdiği îmân-ı tahkîkî ve kuvvet-i i’tikâdiyedir. Çünkü böyle âfatlar, za’f-ı îmândan neşet eden hatâların neticesidir. Hadîsçe, sadaka belâyı def ettiği gibi, o kuvve-i îmâniye dahi o âfâta karşı derecesiyle mukâbele ediyor.[10]
Musîbet ve belâların vukû’unda ise mü’minlere şöyle müjdeler vardır: “Kulumu bir belâ ile ibtilâ (imtihân) ettiğim vakit sabreder ve ziyâretçilerine beni şikâyette bulunmazsa, ona etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. İyileştiği vakit günâhsız olarak iyileşir. Onu öldürürsem rahmetime yâni Cennetime gider.[11]
Hayat musîbetlerle tasaffî edeceği için de belâların bir hikmeti de şöyledir: “Şüphe edilen altını, ateşle muâyene ettikleri gibi, Allah(cc) da insanları, dertle, belâ ile imtihân eder. Bâzısı belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Bâzısı da bozuk olarak çıkar.[12] “ Ne mutlu o kimseye ki belâ ateşinden hâlis olarak çıkmıştır. Ayrıca “Mü’mine; dert, belâ, üzüntü, hastalık, eziyet gibi sıkıntı verici şeylerden biri gelirse, Allah bunu günâhlarına keffâret (bedel) eyler.[13] “ Peygamberler (asm) hep dert ve belâ içinde yaşadı. Hattâ “Belâlar, mihnetler (sıkıntılar) en çok peygamberlere, sonra evliyâya, sonra bunlara benzeyenlere gelir.[14]” buyruldu.
Dert ve belâ gelince Allah’a sığınılmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ edilmeli, yalvarılmalıdır. Allah, duâ edenleri, sıhhat, selâmet ve âfiyet istiyenleri sever. Birinize dert ve belâ gelince Yûnus Peygamberin duâsını okusun. Allahü teâlâ onu muhakkak kurtarır. Duâ şudur: “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn.[15]”
Bir kimse sıkıntı ve belâya uğrarsa; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil’azîm” desin.[16] “Kula belâ gelmez hak yazmadıkça, Hak belâ yazmaz kul azmadıkça. [17]” sırrını da her zaman hatırda tutmak gerekir.
Bâkî ÇİMİÇ
Dipnotlar:
———————
[1] Tîn Sûresi, 95:4–6
[2] Mesnevî-i Nuriye, 175
[3] Hadîs-i şerîf-Dimyâtî
[4] Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim
[5] Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred
[6] el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:492.
[7] Lem’alar,2005,s:268
[8] Kastamonu Lâhikası,2006,s:177
[9] Emirdağ Lâhikası(1),2006,s:74
[10] Kastamonu Lâhikası, 2006,s:36
[11] Hadîs-i kudsî-Muvattâ
[12] Hadîs-i şerîf-Kimyâ-ı Seâdet
[13] Hadîs-i şerîf-Müslim
[14] Buhârî, Merdâ, 3; Tirmizî, Zühd, 56; İbn Mâce, Fiten, 23; Dârimî, Rekâik, 67
[15] Enbiya Sûresi,87(Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim.Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.)
[16] Ca’fer-i Sâdık
[17] Mevlana