Bedîüzzamân’ın Şam’a yolculuğu…

Bediüzzaman Birecik’te…

Bediüzzaman, Urfa Yusuf Paşa Camii medresesinde birkaç gün kaldıktan sonra Birecik’e geçer. Urfa’dan ayrılan Bediüzzaman, Suruç yoluyla Birecik’e gitti. Birecik, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin Orta Fırat Bölümünde, Şanlıurfa iline bağlı Fırat Nehri kıyısında bir ilçedir. Bediüzzaman Birecik’e gelince Birecik’in ileri gelenleriyle görüştü. Birecik Rüştiyesi’nde o zaman öğrenci olan Halil Sıtkı Sözmen, Bediüzzaman’la ilgili hatırasını şöyle anlatır: “Üzerinde hırka denen bir elbise, başında siyah sarığı vardı. Hocamızla birlikte derse girdiler. Hocamız tahtaya: “Bugün mektebimize lebleri gülbâr gelir, Dili bülbül, yüzü gül, kâkülü gülnâr gelir.” şeklindeki mısraları yazdı. Öğrencilerden bunu açıklamalarını istedi.”[1] Bediüzzaman, Birecik’ten sonra Gaziantep’e gitti.[2]

Bediüzzaman Kilis’te…

Kilis, Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Suriye sınırında bir serhat şehirdir. Yirminci yüzyılın başlarında Bediüzzaman Hazretleri Arap ülkelerini ve insanlarını yakından görmek için yollara düşer. Eski insanların ve eski tarihlerin “Şam-ı Şerif” dedikleri Şam’ın Emeviye Camii’ndeki o muhteşem hutbesini vermek için hareket halinde oldukları 1910 senelerinde Diyarbakır, Urfa, Suruç, Birecik, Kilis ve Kırıkhan üzerinden Şam’a ulaşmak için yollara düşmüştü. Bediüzzaman uğradığı mahallerin en şerefli mevkilerinde misafir olarak kalıyor ve uğradığı yerde insanlar ona hürmet gösteriyorlardı. 1910 yılı yazının sonunda Kilis’e gelen Bediüzzaman, Şeyh Efendi Tekkesi’nde üç gün misafir kalır.[3] Başında sarık, belinde tabanca ve hançerini görenler, ilk etapta onun bir din bilgini olduğuna inanmamışlardı.

‘O Said Nursî değil, Bediüzzaman’dır’

Kilis’teki Nur Talebelerinden Camcı Mehmed Yeşildal, Şeyh Efendi Tekkesi’ndeki Muhammed Vâkıf Efendi’den 1960’lı yıllarda dinlediği bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:

“Ben Risale-i Nurları 1963 yıllarında tanımıştım. Şeyh Efendi’ye yakın komşu olmam dolayısıyla ona, ‘Said Nursî nasıl bir zattır?’ diye sormuştum. O da bana sert bir tavırla; ‘O Said Nursî değil, Bediüzzaman’dır’ diyerek Üstadın ismini iki defa zikredip öyle cevap vermişti. Ben, niye sert bir şekilde bana böyle söyledi, gibilerden yüzüne bakarken, Şeyh Efendi sözlerine devam etti:

“O müstesna zat zamanında bihakkın vazifesini yaptı ve öyle gitti. Bana Mektubat isimli eserini gönderdi. Eser bu zamana hitap eden çok güzel bir eser. Bizim Kilis’teki bu tekkeye misafir gelmişti. Biz onu karşıladık. Ben o zamanlarda çok gençtim, babayiğittim. Ata biner, cirit oynardım. Babam, Sermest Hazretleri’nin zamanında bizim tekkede üç gün misafir kaldı. Babam Mehmed Bican Hazretleri’nden sonra gelmektedir. Bican Hazretleri ise Mevlana Halid Hazretleri’nden ders almış. Üstad Bediüzzaman buradan Şam’a gitmişti, Şam’a, Şam’a’ diye vurguyla birkaç kere Şam ismini zikretti.

“Bediüzzaman’ın başında sarığı, belinde varabillo ve kısa bir kılıç gibi hançeri vardı. Görenler onun büyük bir âlim olduğunu bu acayip şeklinden dolayı pek anlayamıyorlardı.’ “Üstad Bediüzzaman, şimdiki Şeyh Efendi’nin kitaplarının tanzim edilip kütüphane olarak kullanılan odasında kalmıştı. Bu oda Şeyh Efendi’nin kendi odasıydı. Çocukları, pederlerine hürmeten o odaya kimseyi sokmazlarmış. Üstad Bediüzzaman kendilerine Zülfikâr ismindeki bir başka eserini de göndermiş.[4]                                                            

Bediüzzaman Kırıkhan’a uğruyor

Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Belen kazasına bağlı bir nahiye iken 1924 yılında İlçe merkezi olan Kırıkhan, coğrafi konum ve yüzölçümü bakımından Hatay’ın en büyük ilçesidir. Bediüzzaman, Şam yolculuğu esnasında Kilis’ten sonra Kırıkhan’a geçer. Ünlü mutasavvıflardan Bâyezid-i Bistâmi’nin türbesine gider.[5] Orada kaldığı süre zarfında Şam’a ve Arabistan’a gitme nedenini anlatır. İlim ehline, kurulmasını istediği Medresetü’z-Zehra’nın niçin gerekli olduğu hakkında bilgi verir. Daha sonra Halep’e gider. Halep’e nasıl gittiği ve kaç gün kaldığı hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

Halep’ten Şam’a geçiş…

Halep Suriye’nin en büyük ikinci kentidir. Bediüzzaman, Kırıkhan’dan sonra Halep’e uğrar. Halep’te bir müddet kaldıktan sonsa Şam’a gider. Bediüzzaman’ın Halep seyahati, bölgede dilden dile dolaşmıştı.”[6]

Halep ve havalisine Risale mecmuası gönderiliyor

Halep mevzubahis olmuşken Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahika mektuplarında Halep ile ilgili bir mektubunu da derhatır edelim: Halep’te İhvan-ı Müslimîn âzâsının bana yazdığı tebriğe mukabil onu ve İhvan-ı Müslimîni ruh u canımızla tebrik edip “Binler bârekâllah” deriz ki, ittihad‑ı İslâmın Anadolu’da Nurcular-ki eski İttihad-ı Muhammedînin halefleri hükmünde-ve Arabistan’da İhvan-ı Müslimîn ile beraber hakikî kardeş olan Hizbü’l-Kur’ânî ve İttihad-ı İslâm cemiyet-i kudsiyesi dairesinde çok saflardan iki mütevafık ve müterafık saf teşkil etmeleriyle ve Risale-i Nur ile ciddî alâkadar ve bir kısmını Arabîye tercüme edip neşretmek niyetleri, bizleri pek ziyade memnun ve minnettar eyledi. Benim bedelime, İhvan-ı Müslimîn Cemiyeti namına bana tebrik yazana cevap verirsiniz. O taraftaki Nur şakirtlerine ve Nur eczalarına himayetkârâne alâkadar olsunlar.”[7] Ve “Seyyid Salih’in Halep ve havalisindeki çok ehemmiyetli İhvan-ı Müslimîn Cemiyeti için sizden istediği Nur mecmualarından, kendime mahsus mecmualardan on tanesini ona gönderdim ki onlara versin.”[8]

Bediüzzaman Şam’da…

Bediüzzaman aşîretlere, ulemâ ve rüesâya Hürriyet, Meşrûtiyet, … dersleri vere vere nihâyet Şam’a varır.[9]  Şam’a varması 1910 güz mevsimi sonları[10] veya 1911 yılı başları[11] olarak tahmin edilebilir. Şâm’da iken ulemânın ilhâhı üzerine Câmi-ül Emevî’de bir nutuk söyler ve bunun sûretini Hutbetü’ş-Şâmiyye ismi altında tab‘ etmişlerdir.[12] Kırk sene evvel Şam’daki Câmi’ul- Emevî’de, Şam ulemâsının ısrârıyle, on bin adama yakın ve içinde yüz ehl-i ilim bulunan bir azîm cemâate verilen bu Arabî ders risâlesindeki hakîkatleri, bir hiss-i kablelvukù‘ ile Eski Sa‘îd hissetmiş, kemâl-i kat’iyyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakîkatler görünecek zannetmiş.[13] Bediüzzaman, Câmi’ul- Emevî’de Hutbe îrâdından sonra Şam’da fazla kalmaz.

Bediüzzaman’ın Şam Günleri

Bediüzzaman’ın Şam’a gitmesinin iki sebebi olduğu düşünülmektedir. Bunlardan birincisi hac ibadeti, diğeri de Ezher’i yakından tanımak ve incelemek niyetiyle Kahire’ye gitmektir. Şam ve Câmi’ul- Emevî Medresesi’nin bütün ulemâsı Ezher mezunu olduklarından, bu durum Kahire’ye gitmekten vazgeçmesine sebep olmuştur. Çünkü istediği bütün bilgileri onlardan alabileceğini düşünmüştü.[14] Anlaşıldığı kadarıyla vaktin darlığından dolayı hacca da gidemedi. Bediüzzaman, sonbaharın sonuna doğru veya 1911 yılı başları gibi Şam’a ulaştığı söylenebilir. Salihiyye Mahallesi’ne gider. Burası, Kasyun Dağı’nın eteklerinde olan bir yerdir. Mevlânâ Halid-i Bağdadi’nin türbesi buradadır. Bediüzzaman, burada kaldığı sürede Mevlânâ Halid-i Bağdadi’nin türbesine yakın bir medrese veya evde kalır. Onun Şam’a geldiğini duyan Şam ulemâsı ve halk, gruplar hâlinde kendisini ziyaret eder. Doğu Anadolu, Kuzey Irak ve Suriye’deki medreselerden dolayı onun şöhreti daha önce Şam’a ulaşmıştır. İslâm dünyasının içinde bulunduğu sıkıntıları ve çıkış yollarını gösteren konuşmaları büyük yankı uyandırmıştır. Şam’da bulunduğu süre içinde ilim dünyası ve halk nezdinde büyük hürmet ve saygı görür. İttihad-ı İslâm hakkındaki düşünceleri, bütün ulema arasında karşılık bulur. Birçok güncel konularda görüşlerini almak için kendisine müracaat ederler.

Bediüzzaman Hacca Gidemez

Hacda buluşmak için haberleştiği Nurşinli Şeyh Muhammed Ziyaüddin’i, hac dönüşünde karşılar. Bediüzzaman, bazı sebeplerden dolayı hac mevsimine yetişemediğinden gidememiştir. Bediüzzaman’ın, Şeyh Murhammed Ziyaüddin’e büyük bir muhabbeti vardır. Emeviyye Camii’nde bir gün avluda yüksek bir yere çıkarak, yanında Şeyh Muhammed Ziyaüddin olduğu hâlde cemaate hitap eder. Şeyh Muhammed Ziyaüddin’i tanıtır. Doğuda yapmış olduğu ilim ve irşad hizmetlerinden bahseder. Üstün vasıflı bir kişi olduğunu anlatır.[15] Şeyh Muhammed Ziyaüddin (Hazret), Şam’da bir ay kalır. Bediüzzaman, kendisine yakın bir ilgi ve alâka gösterir. Memlekete uğurlamasına bizzat katılır.

Şam Hutbesi Ve Hutbe-i Şamiye’nin Basımı

Bediüzzaman kışı Şam’da geçirir. Şam medreselerinde yapılan ilmî toplantılara katılır. İlim ehli, kendisinden bir hutbe vermesini rica ederler. Bediüzzaman, Mart 1911 yılında bir cuma günü Câmi’ul- Emevî’de hutbe irâd eder. İçinde yüzden fazla âlimin olduğu on bine yakın bir kalabalık, bu hutbeyi can kulağı ile dinler. Hutbe bir buçuk saat sürer. Bediüzzaman, verdiği hutbede, İslâm dünyasının maddî ve mânevî hastalıklarına karşı “Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimâîyemize, eczahane-i Kur’âniyeden ders aldığım “Altı kelime” ile beyan ediyorum.”[16] Şekliyle ifade eder. Kısaca bunlar, “Kuvvetli bir iman ile ümid beslemek, ye’se düşmemek, muhabbet, meşveret, şahsi menfaat yerine milletin menfaatini düşünmek ve milletine yardım etmek” olarak ifade edilebilir. Hutbeyi dinleyenler çok etkilenir.

Bediüzzaman’ın verdiği bu hutbe, “Hutbe-i Şamiye” adında bastırılır. Arapça olarak Şam’da bir hafta içinde iki defa basılır. Kitap toplam yirmi üç sayfadır. Daha sonra 1911 ve 1912 yıllarında, İstanbul’da Ebüzziya Matbaası’nda, 1922 de Evkâf-ı İslâmiye Matbaası’nda Arapça olarak basılır.

Bediüzzaman Tekrar İstanbul’a Dönmeye Hazırlanıyor

Bediüzzaman, Şam’da bulunduğu zamanda da Osmanlı Devleti hakkındaki haberleri takip ederdi. Gazetelerden öğrendiği kadarıyla İstanbul hükümetinin almış olduğu kararların kritiğini yapıyordu. İttihat ve Terakki mensupları ile Ahrarların önemli makamlara geldikleri haberini alıyordu. Enver Paşa’nın Harbiye Nazırlığına getirildiğini de Sam’da iken öğrenmişti. Hayatının en önemli gayelerinden olan Medresetü’z-Zehra düşüncesinin gerçekleşmesi için büyük bir meblağ gerekiyordu. Hem bu paranın temini hem de devletin bunu sahiplenmesi açısından büyük bir öneme haizdi. Padişah tarafından destek ve kabul gördüğü takdirde resmiyet kazanacaktı. Tahta geçen Sultan Mehmed Reşad’la görüşmek niyetiyle İstanbul’a gitmeye karar verdi. Câmi’ul- Emevî’nde verdiği hutbeden çok kısa bir zaman sonra hazırlıklarını yaptı ve İstanbul’a gitmek için yola koyuldu.[17]

Bediüzzaman dâvâsını Şam’a taşıyor

“Efendim! Sizleri Şam âlimleri adına dâvet ediyorum. Yüksek fikirlerinizden biz de istifade etmek istiyoruz…”
Bu dâvet, Şam’da görev yapan ünlü bir generalden gelmişti. Bediüzzaman ise bunu fırsat bilerek, 1911 yılında Şam’a gitti. Hem Şam âlimleriyle tanışacak, hem de Arap dünyasını yakından tanıyacaktı.
Bediüzzaman’ın Şam’a geldiği duyulunca, kendisine ayrılan ikametgâhı dolup taşmaya başladı. İstanbul âlimlerinin baş edemediği bu genç zatı, Arap âlimleri çok merak ediyordu. Şam’daki âlimler ve halk, Bediüzzaman’a öylesine ilgi gösteriyordu ki, ziyaretçilerinden dolayı çalışma programı altüst olmuştu. Herkesin tek tek merakını gidermek mümkün değildi. Şam âlimleri buna bir çözüm bulmak için, Emeviye Camii’nde Bediüzzaman’ın bir konuşma yapmasını istediler. Bu güzel fikri, Bediüzzaman da kabul etti. Bediüzzaman’ın Emeviye Camii’nde konuşma yapacağını duyan halk, erkenden yollara düşmüşlerdi. Kalabalık öylesine yoğunlaşmıştı ki, on binden fazla insan Bediüzzaman’ı tanımak ve fikirlerini dinlemek için birbirleriyle yarışıyordu. Camii’nin tarihinde böyle bir insan seli oluşmamıştı. Ayrıca Camii’de, çevrenin en tanınmış âlimlerinden onlarca kişi de yerini almıştı. Bediüzzaman, Camii’nin içini ve dışını dolduran coşkulu kalabalığın merak dolu bakışları arasında kürsüye çıktı. Duruşu, hali, genç ve dinamik yapısıyla göz dolduruyordu. Osmanlı Devleti’nin sarsıldığı, dört bir yanda çöküşlerin ve isyanların başladığı o karanlık günlerde, halk bir ümit, bir ışık arıyordu. Herkesi gelecek korkusu sarmıştı. Toplumsal problemleri ve çıkış yollarını çok iyi bilen Bediüzzaman, bu psikolojik hava içinde tarihî konuşmasına başladı. Camii’deki binlerce kişilik kalabalık, İslâm dünyasının ümidi haline gelen Bediüzzaman’a kilitlenmişti. “Ey bu Cami-i Emevî’de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim!” diye başladı, ünlü hutbesine… “Ben haddimin fevkinde, bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü, size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemâate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki; o sabî çocuk, sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşam da babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. Tâ, doğru ders almış mı, almamış mı, babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nispeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstatlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir kısmını sizler gibi üstatlarımıza şöyle beyan ediyorum.”[18] Girişi harikaydı. Bu mütevazı hali, dinleyenler arasında müthiş bir dalgalanma oluşturmuştu. “Kardeşlerim,” diye devam etti. “Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette Kurun-i Vusta’da durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır: Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimâiye-i siyasiyede ölmesi. Üçüncüsü: Adavete muhabbet. Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek. Beşincisi: Çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat. Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek…”[19] Bediüzzaman, yalnızca toplum hastalıklarını sorgulamakla kalmadı, onların sebeplerini ve çözüm yollarını da gösterdi. Saatler süren o muhteşem konuşma, nefesler tutularak dinlenmişti. Hele âlimlerden büyük bir kısmı, İslâm âlemine sunulan çözüm tekliflerini dinleyince gözyaşlarına boğulmuştu. Özellikle de geleceğe dair verdiği müjdeler, ümitsizlik içinde çırpınan insanlar arasında büyük heyecan meydana getirmişti. Bu konuşma sıradan bir konferans veya hutbe değil, gelecek asırlara da hayat stratejisi ve planları sunan, şahane bir teklifler listesiydi. Konuşmasını cemaatin “Âmin, âmin!” sesleri eşliğinde tamamladı: “Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.”[20] Bediüzzaman’ın bu konuşması daha sonra Hutbe-i Şamiye (Şam Konuşması) olarak kitaplaştırıldı. Birçok kez basıldı. Bu kitap Bediüzzaman’ın hâlâ ilgiyle okunan eserlerinden birisidir. Ve bu kitapta sunulan tavsiyeler, hâlâ hayret uyandıracak kadar tazedir.[21]

Şamlı Mehmet Hafız Tevfik Göksu

“Şamlı Hafız” lakabıyla anılan Tevfik Göksu, “Şamlı” denmesinin sebebi; subay olan babası Veli Beyle beraber Şam’da on yıl kalmasıdır. 1935 Eskişehir, 1943 Denizli hapislerinde yatmıştır. 1965 yılında vefat eden Şamlı Tevfik’in kabri, Barla mezarlığındadır.[22]

Şamlı Hafız Tevfik Şam’da Bediüzzaman’ı gördü mü?

Bediüzzaman Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatı üzerine yapılan araştırmalar elbette çok kıymetli ve takdire şayandır. Ancak özellikle belge, doğru bilgi ve kaynak konusunda çok dikkat etmek ve hassas davranmak gerekiyor. “Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tespitler” çalışmamızda Bediüzzaman Hazretleri’nin kronolojik olarak hayatını çalışırken birçok konuda tenakuzlarla karşılaştık. Dikkatimizi çeken önemli bir nokta da, Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul hayatının çok çalkantılı hadiselerin yaşandığı bir dönem olarak önümüze çıkması oldu. Elimizden geldiği kadar Bediüzzaman’ın hayatının bilinenleri kadar, bilinmeyenlerine de temas etmeye çalışıyoruz. Elimizde bulunan otuzun üzerinde Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatı üzerine yapılmış araştırma, çalışma ve biyografileri tarayarak en doğru ve sıhhatli bilgileri toplamaya gayret ediyoruz. Bu konularda ihtisas sahibi ve belge ile çalışan Bediüzzaman araştırmacılarıyla da direkt veya dolaylı iletişim içerisinde bulunuyoruz. Onların katkılarını, karşılıklı yardımlarını ve tavsiyelerini dikkate almaya çalışıyoruz. Çünkü konu Bediüzzaman olunca daha dikkatli ve müteyakkız olmak gerektiğine inanıyoruz. Bu süre içerisinde bize ulaşan belge, bilgi ve kaynakları değerlendirirken, yine elimizde bulunan kaynaklara istinaden bazı hatalı bilgileri de ilgili kitaplara itimad ederek kullandığımız yazılar oldu. Bu tür yazılar yayınlandığında hem müteyakkız, hem de muhakkik Bediüzzaman araştırmacısı ve gönüllüsü birçok kıymetli ehl-i gayret ve hamiyetli zatların imdadımıza koştuklarını gördük. İlgili kaynaklarda yer alan bilgilerin hatalı olduğu yönündeki ikaz ve ihtarlarını dikkate alarak doğru ve sahih bilgiler ile bu hataları tashih etme yoluna gittik. Bu tür bize ulaşan ve bundan sonra da ulaşacak olan bilgilere her daim muhtaç olduğumuzu ve çok da ihtiyacımız olduğunu tekrar hatırlatalım.

Bediüzzaman biyografilerindeki hatalar…

Burada önemli bir noktaya daha temas etmek istiyoruz. O da Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatı ile ilgili yazılan kitap ve çalışmalarda ne yazık ki çok miktarda hatalı bilgilerin mevcut olduğunu bizzat müşahede ettik. Bilgi, belge ve kaynak yetersizliğinden olsa gerek, ilk dönem yazılan biyografi ve çalışmalarda epey hatalı bilgiler var. Belki o günün şartlarında bu gibi hatalı yaklaşım ve bilgilere müsamaha ile bakılabilir; ancak aradan bu kadar zaman geçtiği halde halen aynı hatalara devam edilmesi kabul edilebilir bir durum değil. Mesela Bediüzzaman’ı 1923’de Ankara’dan Van’a götüren bilet meselesinin detayı çok bilinmiyor. Hatta hatalı biliniyor. Halbuki o zamanlar Ankara’dan Van’a tren seferi dahi yok. Bediüzzaman’ı Ankara’dan Van’a götüren tren bileti dikkatli bir şekilde incelense, üzerinde Gebze(Gebuze) yazdığı açıkça görülecektir. Yine Bediüzzaman’ın Rus esaretinde Sibirya’da kaldığı hatası da yıllarca devam etmiş durumda. Bir başka hata da Bediüzzaman’ın Kosturma şehrinde kaldığıdır. Halbuki yapılan bütün inceleme ve araştırmalarda bu şehrin adı Kosturma değil, Kostroma’dır. Daha bunun gibi epey hatalı bilgi o zamanki tarihçelere ve biyografilere girmiş, müteselsilen bu hatalar devam ettirilmiştir. İnşâallah yeri ve zamanı gelince bu tür konulara da temas etmeye çalışılacaktır.

Hatıralara dikkat edelim…

Şimdi bir de şu hatıralar meselesini konuşalım. Hatıraların dinlenmesi hoş ve insana keyif veriyor. Bir de Bediüzzaman’ın hayatı ile alakalı ise, daha başka bir merak ile karşılanıyor. Çünkü kitaplara girmeyen, dilden dile, nesilden nesile anlatıla gelen hatıralara birçok eklemeler ve mübalağalı anlatımlar da eklenebiliyor. Anlatılan hatıraları eğer Bediüzzaman ve birinci derece talebeleri naklediyor ise, bunlara elbette itibar edilir. Ancak Bediüzzaman’ın temas etmediği ve birinci saff-ı evvel talebelerinin tasdik etmediği hatıralara dikkat etmek gerekir. Çünkü hataların çoğu bu türden, kulaktan dolma bilgiler tabir edilen hatıralardan kaynaklanıyor. Haber-i vahid kabilinden, bilgi, belge ve kaynağa dayalı olmayan hatıralara çok ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor. İnsanların beşerî zaafları ve “İnsan nisyan ile malüldür” kaidesince bu tür hatıralarda hata ihtimali yüksek görülüyor. Elbette hatırayı nakleden kişinin güvenilir olması ve umumun nazarında itimad edilen bir şahsiyet olması dikkate alınabilir. Bu tür hatıralar bir ipucu olabilir, ancak kesim bilgi ve belge kaynağına ulaşılması konusunda araştırma yapmak gerekiyor.

Yeni bir belge ile Şamlı Hafız Tevfik’in hayatını yeniden değerlendiriyoruz

Bu girizgâhtan sonra biz sizlere bahsedeceğimiz konuya gelelim. Bu çalışmamızın içinde mevzu Şam olunca, Şamlı Hafız Mehmet Tevfik Göksu’dan da bahsetmek icab ediyor. Son Şahitler kitabında “Şamlı Hafız” lâkabıyla anılan Tevfik Göksu, Barla’nın Akmescit Mahallesi’nde 1887’de dünyaya gelmiştir. Kendisine “Şamlı” denmesinin sebebi; subay olan babası Veli Beyle beraber Şam’da yirmi yıl kalmasıdır. “Şam’da olduğu yıllarda Bediüzzaman Said Nursî’yi görmüş ve Emevîye Camii’ndeki hutbesini dinlemişti. Âlim ve ehl-i kalb bir zat olan babası, Bediüzzaman’ı göstererek: “Bak oğlum, bu zat meşhur bir zattır. Ona iyi bak. İlerde bu zata hizmet edeceksin” demişti.”[23] Bilgileri mevcuttur. Bu konuda bir başka bilgi Samsun’lu Hamdi Sağlamer’in Şamlı Hafız Tevfik ile hatırası Son Şahitler, Cilt-IV, s. 239’da mevcuttur. Şamlı Hafız Tevfik’in Hamdi Sağlamer’e “Üstad Şam’da Cami-i Emeviye’de hutbe irad ettiği zaman ben çocuktum ve orada bulunuyordum. Babam âlim bir zattı. Namazdan sonra bana eliyle Üstadı göstererek, ‘Bak oğlum, bu zatı iyi tanı, ileride büyük bir hizmette beraber bulunacaksınız’ dedi.”[24] hatırası yer alır. Bu mesele hakkında bize ulaşan müdakkik ve müteyakkız ağabey ve kardeşlerin Necmettin Şahiner’in bir videosunda[25] bu bilgileri tekzip ettiğini, bu konuda hata yaptığını ve kırk yıldır bu hatayı düzeltmek için çalıştığını anlattığını söylediler. Ayrıca videonun linkini de göndererek izlememize vesile oldular. Bizler de iki hafta süren araştırma, ilgili ağabey ve kardeşlerle birebir ve telefonla görüşme neticesinde meseleyi şimdilik vuzuha kavuşturmuş gibiyiz. Bu konuda muhterem İsmail Yazıcı ağabeye de ulaştık ve konuyu kendisiyle konuştuk. İsmail ağabey Şamlı Hafız Tevfik ağabeyin Eğridir müftülüğüne vermiş olduğu bir dilekçenin mevcut olduğunu, bu dilekçede kendisi ile ilgili birçok bilgiyi bizzat kendisinin yazdığını ifade ettiler ve bir hafta sonra da ilgili dilekçenin bir nüshasını şahsımıza gönderdiler. Şimdi bu dilekçede yazılanları buraya aktaralım, sonra bu bilgilerle konuyu kısaca değerlendirelim inşâallah.

Müftülük Makamına-Eğirdir

Doğum Tarihi: 1304(13 Ocak 1889) İstanbul Üsküdar Selimiye Mah.

Adı ve Soyadı: Topçu Yüzbaşı Hafız Veli oğlu Hafız Mehmet Tevfik Göksu.

Tahsil Derecesi: Üsküdar Paşakapısı yanındaki Fıstıklı Mektebinde okudum. 5. sınıfta şahadetname alarak hafızlığa başladım. Hafızlığı ikmalden sonra ta’lim-i Kur’ân okudum. Ondan sonra Seba: Aşera: Takribi ikmal derecesine gelip arabi dersine Üsküdar Ahmediye Medresesinde devama başlıyarak arabi dersine devam ettim. Halebi ve Molla Camiini bitirdim. Aynı mektebin 1. Ve 2.sınıflarında da öğretmenlik ettim. Selimiye Mahallesinin harem İskelesi camiinde de İmam vekilliği yaptım.

Tasdikat ve tasvurata başlayacağımız zaman Umumi harb çıktı. Peder ve validemle Şam’a gittim. Şam maarifine müracaatle beni muharicin Mahallesi Meşrutiyet Mektebi öğretmenliğine tayin etti. O mektepte 10 sene öğretmenlik vazifesini icra ettim. Harbin sükûtunda muhacir olarak çıktık ve İstanbul’a geldik. İstanbul’daki evimiz içindeki eşyasıyla beraber yanmış. İkâmet edecek bir mahal bulamayınca ana ve baba vatanı olan Isparta’ya geldim. Annemin memleketi bulunan Barla’da ikâmet ettim.

1948 senesi Barla fahri hafız öğretmenliğine resmen tayin edildim. 1953 senesinde de Barla’ya İmam Hatip olarak tayin olundum. Şimdi Barla nahiyesi camii kebir mahallesinde Çeşnigir Paşa Camii şerif İmam ve Hatibi bulunduğumu arzederim. 2.6.1962[26]

Çeşnigir Paşa Camii şerif İmam ve Hatibi

Mehmet Tevfik Göksu

İki adet pul

       6.6.1962

Müftülük kaydı

Şamlı Hâfız Mehmed Tevfik Göksu’nun Doğum Günü

Rûmî:  1 Kânûnisâni 1304

Hicrî:  11 Cemâziyelevvel 1306

Mîlâdî:  13 Ocak 1889

Bu dilekçeyi tahlil edelim:

1.Şamlı Hafız Mehmet Tevfik Göksu’nun bizzat Eğridir müftülüğüne verdiği bu dilekçede hayatı ile ilgili çok önemli bilgiler var. Doğum tarihinden(1403/1888), doğum yerine(İstanbul Üsküdar Selimiye Mah.); tahsil hayatından, yaptığı vazifelere kadar.

2. Bizim için en önemli olan yer “… Umumî Harb çıktı. Peder ve validemle Şam’a gittim.” kısmıdır. Eğer bu tarih I.Harb-i Umûmî ise 1914 tarihinde Şam’a gitmiş oluyor. Öyleyse Hutbe-i Şâmiyeyi babasıyla birlikte dinlemesi mümkün gözükmüyor.

3.Umûmî Harb dediği Birinci Cihan Harbi 1914 târihinde başlıyor. Bediüzzaman’ın Hutbe’yi irâd ettiği târih ise 1911 yılının Mart ayından sonra Haziran ayına kadar bir zaman dilimidir.

4. “Harbin sükûtunda muhacir olarak çıktık ve İstanbul’a geldik.” dediğine göre, eğer bu Harb, I.Harb-i Umûmî ise o zaman I.Harb-i Umûmî’nin bitiş tarihi 1918 yılıdır. Eğer “Harbin sükûtu” dediği zaman Millî Mücadele Savaşı’nın bittiği târihler ise o zaman 1923-1924’ler olur ki; zaten 10 sene öğretmenlik yaptım dediği 1914-1924 tarihlerine tevafuk ediyor. Yeni ve kesin bir bilgi ve belge olmadan bu târihlerin doğru olduğunu düşünebiliriz. Elimizdeki bu bilgilere göre Şamlı Hafız Tevfik 1911’de Bediüzzaman’ın Emevî Camii’nde irâd ettiği hutbeyi dinlemesi mümkün değildir.

5.Başka bir çelişki de Şamlı Hafız’dan nakledilen hatıralarda “Üstad Şam’da Cami-i Emeviye’de Hutbe irâd ettiği zaman ben çocuktum ve orada bulunuyordum.”[27] ifadesidir. 1911 yılında Şamlı Hafız Tevfik Şam’da bulunmuş kabul edilse bile çocuk yaşta değil, 23 yaşlarında yetişkin bir gençtir. Bir başka hatırada da babasının çocukken elinden tutup Emevi Camii’ne götürdüğü anlatılır ki, bu da elimizdeki belge ile mümkün görünmüyor.

Netice olarak bu belge ile birlikte, Bediüzzaman’ın hayatı ile ilgili anlatılan Şamlı Hafız Mehmet Tevfik Göksu’ya isnâd edilen hatıranın sıhhatli olarak nakledilmediği, hatta târihen mümkün de olmadığını düşünüyoruz. Eğer Şamlı Hafız Tevfik’in “Harbin sükûtunda muhacir olarak çıktık ve İstanbul’a geldik” dediği târih I.Harb-i Umûmî’nin bitiş târihi olan 1918 târihi ise, o zaman 10 sene öğretmenlik yaptığını da hesaba katarsak 1908 tarihinde Şam’a gitmiş olur. 1908’lerde ise Harb-i Umûmî’nin başlangıcını gösteren hiç bir bilgi, belge ve kayıt yoktur.

Hamdi Sağlamer, Şamlı Hafız Tevfik ile hatırasını anlatıyor

Eğirdir’e uğrayıp Çilingir Ali ve Hacı Bahri Ağabeylerin müzaheretiyle bazı yerlerini gezip Üstadın hatıralarını dinledikten sonra Barla’ya gittik. Altı kahve, üstü üç-dört yataklı bir otele çantalarımızı bıraktık. Camiye akşam namazını kılmaya gittik. İmam mübarek bir insandı, adeta beni çekiyordu. Duadan sonra hiç âdetim olmadığı halde ellerine sarıldım ve öptüm. Nereden geldiğimizi sordu. Ben de Samsun’dan Bediüzzaman’ın ziyaretine geldiğimizi, Barla’yı ve Çamdağı’nı gezmek istediğimizi söyledim, çok memnun oldu ve bizi gece saat bire kadar bırakmadı. Kendisinin de Şamlı Hafız Tevfik olduğunu söyledi. Bize Üstadın çok hatıralarından bahsetti, çok feyizlendik.  Yer ayırttığımız otelin altındaki kahvede geç saatlere kadar sohbet ettik. Bu sohbetimiz esnasında Hafız Tevfik Efendi Üstadın kâtibi olduğunu söyledi. Üstadla birlikte bulunduğu sıralardaki birçok hadiseden bahsetti. Üstada kâtip oluşunu şöyle anlatmıştı: “Üstad Şam’a Cami-i Emeviye’de hutbe irad ettiği zaman ben çocuktum ve orada bulunuyordum. Babam âlim bir zattı. Namazdan sonra bana eliyle Üstadı göstererek, ‘Bak oğlum, bu zatı iyi tanı, ileride büyük bir hizmette beraber bulunacaksınız’ dedi.(Bu bilgiyi İsmail Yazıcı ağabey bizzat Hamdi Sağlamer ağabeyden dinlediğini bize de ifade etmiştir.) Aradan zaman geçti, ben Barla’ya döndüm. Garip bir tecellî, Üstadı da Barla’ya nefyetmişler. Barla’ya gelişinde beni görünce yanına çağırdı. Ben de gittim ve bu hizmette beni istihdam etti. Risalelerin yazılması için bende her şey hazırdı. Kâğıt, kalem, her şey koynumda hazırdı. Hattâ yağmura karşı yanımızda şemsiye bulunduruyorduk. Üstad bana âni olarak, ‘Kâğıdı kalemi çıkar’ diyordu. Bulutlara bakarak devamlı konuşuyordu. Biz de mütemadiyen yazıyorduk. Hattâ öyle ki, yanlış olacağından korkuyorduk. Fakat sonradan bakıyorduk ki, takatimizin fevkinde yazı hatasız ikmal oluyordu.’[28]

Bediüzzaman’ın Şam Hutbesi ve Muhaddis Şeyh Bedreddin El Hasenî

Salih Okur anlatıyor: Merhum Ali Uçar Bey bir sohbetinde anlatıyor; “Ali Sert Hocamdan dinlediğim şu hatırayı, Konya’da Molla Fahreddin Hoca’ya sordum. Baktım o da aynı istikamette beyanda bulundular. İki hocamızın anlattıklarının özeti şöyle; Üstad Bediüzzaman 1911’de Şam Emeviye Camii’nde meşhur hutbesini verdiğinde on bin kişilik dinleyici topluluğu arasında bulunanlardan birisi de Suriye’nin meşhur muhaddisi Şeyh Bedreddin Efendi’dir. Aslında hem Ali Sert Hoca’nın, hem de Fahreddin Hoca’nın verdiği malumata göre, Şeyh Bedreddin Efendi münzevi bir insandır. O sadece kendi hücresinde ikamet ediyor, misafir de kabul etmiyor. Sadece hizmetinde olanların muavenetiyle inzivagahına en yakın olan camiye cuma namazlarını ifa edebilmek düşüncesiyle gidiyor ve geliyor. Bunun haricinde dışarı çıkmadığı gibi insanları da kabul etmiyor. O tarihlerde-ismini hatırlamaya çalıştığım ama hatırıma gelmeyen- bir zat var. O, ravileriyle beraber otuz bin hadis-i şerifiezbere biliyordu. Hâlbuki bu rakam Şeyh Bedreddin’in hafızasına nispet edildiğinde daha az bir rakam diyorlardı. Şeyh Bedreddin Efendi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Şam-ı Şerife geleceğini, böyle bir hadis-i şerif irad edeceğini duyunca, öteden beri devam ede gelen âdetini değiştirecektir. Hizmetinde bulananlara “beni de bu Cuma günü Cami-i Emeviye’ye götürünüz. Ben de bu Genç Hocayı dinlemek istiyorum diyecektir. Ve dinleyecektir. Daha sonra inzivagahına döndüğü zaman, Şeyh Bedreddin Efendi‘ye soracaklar, o ise kanaatini şöyle özetleyecektir; “Ben bu Genç Hocayı dinledim. Artık bu bütün İslâmî ilimlerde bir sondur. Daha kimse bunu geçemez.”[29]

Hutbe-i Şâmiyye’nin tab‘ı, tanzîmi ve münderecâtı

Bu konuda bilgi, belge ve kaynaklara dayalı Bediüzzaman biyografisi, Risale-i Nur imlâ, tashihât ve nüsha karşılaştırmalı çalışmalara ciddî katkılar sağlayan ve kendisinden çok istifade ettiğimiz risâletashih.org sitesinden bir çalışmayı sizlerle paylaşmak istiyoruz. Emek veren muhterem Bilâl Tunç ağabeye çok teşekkür ederiz.

“Üstâd Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretlerinin 1911’de Şam’da Câmiu’l-Emevî’de îrâd buyurdukları meşhur Şam Hutbesi ehemmiyetine binâen müteaddid def’alar basılmış. Bugün de ufkumuzu aydınlatıyor. Öyle anlaşılıyor ki, ona ihtiyâç hep devâm edecek. Eserin tab‘ı, tanzîmi, münderecâtı ile ilgili araştırmalar da dahâ uzunca bir müddet süreceğe benziyor. Muhtelif kaynaklarda mevzûumuzla ilgili verilen bilgiler, bâzan birbirini te’yid, bâzan nakzetmekte hattâ önemli sehivler ihtivâ edebilmektedirler. Belgelerle te’yid edilemeyen bilgi ve rivâyetler her zaman ihtiyatla karşılanmalıdır diye düşünüyorum! Mihenge vurup doğruyu seçmek herkesin hem vazifesi hem hakkı…

Burada Hutbe-i Şâmiyye ile ilgili bâzı bilgileri, mümkün olduğu kadar belgeler eşliğinde tedkiklerinize arz etmeye çalışacağız.

El-Hutbetü’ş-Şâmiyye’nin İlk Baskısı:

Abdurrahmân Nursî, tab‘ târîhi, yeri ve baskı sayısı vermemiş: “… Câmi-ül Emevî’de bir nutuk söyler ve bunun sûretini Hutbetü’ş Şâmiyye ismi altında tab‘ etmişlerdir.”[30] Hz. Üstâd’ın kendi elyazısı ile Ahmed Nazîf ve arkadaşlarına yazdığı duâsının bulunduğu “El-Hutbetü’ş Şâmiyye Tercümesi”nin kapağında “İki def’a tab’ edildiği” yazılmışsa da yine yer ve târih belirtilmemiş. Esâsen ilk baskıya veyâ bununla ilgili bir belgeye bugüne kadar ulaşılmış değil. Onun için Şam’da mı, Beyrut’da mı, İstanbul’da mı ve hangi târihte basıldığını tam olarak bilemiyoruz! İkinci baskı bilgilerinden istifâde ile Matbaa-i Ebüzziyâ’da 1911’de basıldığı tahmin olunabilir.

Hâl-i hâzırda Eski Sa’îd Dönemine âid iki nüshaya ulaşılabilmektedir: 

1- Matbaa-i Ebüzziyâ’da basılan ve üzerinde “İkinci Tab‘ı, 1330” yazan nüsha: 22 Aralık 1911–10 Aralık 1912 .

Bu nüshada, “El-Hutbetü’ş-Şâmiyye (Devâü’l-Ye’s)” ile, zeyli olan “Teşhîsü’l-İllet” aynı kapak içerisindedir.

“Teşhîsü’l-İllet” Rumeli Gezisinin Bir Meyvesidir:

“Sonra Şam’da kalmayarak yine Medreset-üz Zehrâ fikri[ni] vücûda getirmek içün İstanbul’a gelir. Seyâhat-ı Şâhâne münâsebetiyle Rûmeli’ye gider. Ve hattâ şömendöferde bir risâle vücûda getirerek, El-Hutbet-üş Şâmiyye nâm eserin zeylinde tab‘ edilmişdir.”[31] “Devâü’l-Ye’s Zeyli’nin Zeyli” münderecâta dâhil edilmemiş. Aynı matbaada, aynı yılda (H.1330), aynı formatta, aynı harf karakterleri ve aynı puntolarla fakat ayrı bir kitapçık olarak basılmış.

Münderecât: “El-Hutbetü’ş-Şâmiyye (Devâü’l-Ye’s)”, Arabca, 11 sahîfe, 3 satır; “Teşhîsü’l-İllet”, Arabca, 10 sahîfe. Ayni tarihte müstakil basılan “Devâü’l-Ye’s Zeylinin Zeyli” Türkce, 8 sahîfe.

2- R.1336-H.1338 (15 Eyl.1920 öncesi)’de Evkāf-ı İslâmiyye Matbaasında “Sünûhât” içerisinde basılan nüsha:

Münderecât: “El-Hutbetü’ş-Şâmiyye” Arabca, 9 sahîfe; “Teşhîsü’l-İllet” Arabca, 8 sahîfe; “Bundan yedi sene evvel bir risâleme yazdığım zeyldir” Türkçe, 7 sahîfe.

Nüsha Farklılıkları:

Müteaddid def’alar basılan bir eserde bâzı nüsha farklılıklarının olması gâyet tabîîdir. Sekiz sene ara ile basılan iki “Devâü’l-Ye’s Zeylinin Zeyli” nüshalarındaki farklılıklar Müellifin tasarrufu olmalıdır.

Meselâ: 1912 baskısı “Devâü’l-Ye’s Zeylinin Zeyli”, 1920 nüshasında, “Bundan yedi sene evvel bir risâleme yazdığım zeyldir” başlığı ile verilmiş. 1920 nüshasında, “El-Hutbetü’ş-Şâmiyye”nin ikinci adı olan “Devâü’l-Ye’s” kullanılmamış.

Tercümeler: Arabca aslından bizzat Müellif-i Muhteremi tarafından yapılan Türkçe tercümelerde isim de, muhtevâ da, münderecât da 1912 ve 1920 nüshalarından hayli farklıdır.

Meselâ: Ahmed Nazîf ve arkadaşları tarafından teksir edilen nüshanın kapağında “Bedîüzzamân Sa‘îde’n-Nursî” imzâsıyle verilen bilgilerde isim, “Arabî El-Hutbetü’ş-Şâmiyye’nin Tercümesidir”. “Teşhîsü’l-İllet”, “Hutbe-i Şâmiyye’nin Arabî Zeyli” olarak zikredilir.[32] Bu zeyle, “Hutbe-i Şâmiyye’nin Zeylinin Zeyli”[33] “Hutbetü’ş-Şâmiyye’nin Birinci Zeylinin Zeyli”[34] eklenmiş, buraya Üstâd’ın Meşrûtiyet dönemindeki “Yaşasın Şerîat-i Garrâ!..” gibi bâzı yazıları, konulmuş. “Hutbetü’ş-Şâmiyye’nin İkinci Zeyli[nin Birinci Kısmı]”; “Hakîkat Çekirdekleri 1. Cüz’”den alınmış vecîzelerdir.[35] “Hutbe-i Şâmiyye’nin İkinci Zeyli’nin İkinci Kısmı”; “Hakīkat Çekirdekleri İkinci Cüz’”den alınmıştır.[36]

Yeniyazı Nüshalar:

Yeniyazı baskılarda Külliyât neşreden Yayınevlerince Üstâd’ın Arabca’dan Türkce’ye tercüme ettiği “El-Hutbetü’ş-Şâmiyye” esas alınmaktadır. 1957’de Recep Unaz tarafından Antalya’da İleri (Işık) Basımevinde bastırılan yeniyazı nüshada isim; “Hutbe-i Şamiye Namındaki Arabi Risalenin Tercümesi” iken, 1960 Sinan Matbaası basımında ve ondan sonrakilerde “Hutbe-i Şâmiye”dir. 1912’de müstakil, 1920’de Sünûhât içerisinde basılan “Devâü’l-Ye’s Zeyli’nin Zeyli” ise günümüzde muhtelif yayınevleri tarafından Sünûhât ve Bedîüzzamân’ın Eski Eseleri içerisinde neşredilmektedir.( Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Bundan yedi sene evvel bir risâleme yazdığım zeyldir, Sünûhât.)[37] Hutbe-i Şamiye (Arapça Metin İlâveli):  Yeni Asya Neşriyât tarafından neşredilen 2016 baskısı. 21-112 sayfaları yeniyazı Hutbe-i Şâmiye tercümesi. Kitabın sağ başında 16 sayfa olarak konulan Arabî metin El-Hutbetü’ş-Şâmiyye 1920 nüshası esaslı görünüyor.  Yeni ve güzel bir tanzim olmuş.

Türkçe’den Arabca’ya Tercüme:

Bu konuda kaynaklar şu bilgileri veriyor: “1952’de müellifin kardeşi Molla Abdülmecid tarafından bu geniş şekliyle olan Hutbe‑i Şâmiye, Türkçe’den Arapçaya tercüme edilerek Türkiye’de, Suriye’de ve Mısır’da bir kaç defa basıldı. 1973 senesinde de Âsım Hüseynî tarafından Türkçesinden yeniden Arapça’ya güzel bir üslûb ile tercüme edildi. Ve birkaç kez basıldı.”[38] “Âsım Hüseynî, Dr. Saîd Ramazan El Buti, İhsan Kāsım Sâlihî ve Hizmet Vakfı’ndan bir heyetin yazdığı, yânî şu anda elimizde olan ve bildiğimiz 4 nüsha vardır.”[39]

Hutbe-i Şamiye’nin îrâd târîhi ve mahiyeti

Bediüzzaman Hazretleri, İslâm Âlemi’nin pek büyük içtimâî bir dersi olan Emevi Camii’inde hutbesini okur ve kısa süre sonra Şam’dan ayrılır. Hutbe-i Şamiyye’nin îrâd tarihi kesin olarak bilinemiyor, ancak Bediüzzaman’ın hayatından bazı karşılaştırmalar ile meseleye yaklaşılabilir. Bu konuda yapılan çalışmalardan istifade ederek hutbenin îrâd târîhi noktasında bazı bilgileri takip edelim inşâallah.

Hutbenin Îrâd Târîhi:

1- Öncelikle 1920 (1336-1338) basımı Sünûhât’a dercedilen El-Hutbetü’ş-Şâmiyye’nin takdîminde [Hicrî]1329 tarihi veriliyor. 1329 Hicrî, 2 Ocak 1911’de başlıyor.

2- İnebolulu Ahmet Nazif ve arkadaşları tarafından teksir edilen Üstâd tashihli Türkçe Tercümenin başındaki Mukaddemede [Rumî]1327: “(…) doğrudan doğruya, 1327’ye bedel 1371’de ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde, üçyüzyetmiş milyon bir cemâate hakîkatli ve tâze bir ders-i ictimaî ve İslâmîdir diye, tercümesini neşretmek zamânıdır tahmîn ederim.”[40] 1327 Rûmî, 14 Mart 1911’de başlıyor. Hutbe bu tarihten evvel olamaz. Küçük birâderi Adülmecîd tarafından 1952’de Türkce’den Arabca’ya tercüme edilen “El-Hutbetü’ş-Şâmiyye” kapağında te’lîf târîhi 1326 gösterilmişse de vâkıa mutâbık görünmüyor.

3- Hutbe îrâdından sonra Sultan Mehmed Reşâd’ın 5 Hazîran 1911’de başlayan Rumeli seyâhatine iştirâk ettiğine göre herhâlde en geç Mayıs’ın ilk yarısında Şam’dan ayrılmış olmalıdır. Bu tespitlere göre Hutbe îrâdı; 1911 Mart ortalarından îtibâren iki aylık süre içerisinde olmuştur denilebilir.

O sıralarda Yaşı: Bedîüzzamân’ın doğum târîhi 5 Ocak 1878 ile 12 Mart 1878 arasındaki 67 günlük sürede olduğuna göre, o günlerde 33 yaşını doldurmuş olup 34. yaşının başlarındadır.[41] 

Bu hutbenin Arapça aslı fazla büyük ve uzun değildir. Orta boy yirmi üç sayfadan ibarettir. Şam Hutbesi’nin Arapçasının, Şam’da bir hafta içerisinde iki defa basıldığı yazılmışsa da, buna delil olacak bir vesika şu ana kadar ibraz edilmiş değildir. Lâkin Bediüzzaman Hazretleri Şam’dan İstanbul’a döndüğünde, bir haftada mı, bir ayda mı, bir sene içinde mi kesin bilinmiyor, bu hutbenin iki defa basıldığını görmekteyiz. Elimizdeki ikinci baskısı, 1912’de İstanbul Ebuzziyâ Matbaası’nda, Teşhis’ül-İllet isimli zeyli olan milliyet ve din mevzuunu mukayese eden Risâleyle birlikte basılmıştır. Birinci baskısının bundan ne kadar zaman önce basıldığını da kesin olarak bilemiyoruz. Fakat 1336 Rumî, 1920 Milâdî’de basılan Sünûhat isimli Risâlesi’nin ahirinde yer alan Deva’ül-Ye’s ünvanlı küçük bir Risâle’nin baş tarafında: “Bundan yedi sene evvel bir Risâleme yazdığım bir zeyildir” şeklinde bir ibare vardır. Buna göre Hutbe-i Şamiye’nin birinci tab’ı 1911’de, Deva’ül-Ye’s zeyli ile birlikte basıldığı gibi, ikinci tab’ı da bir sene sonra, 1912’de Teşhis’ül-İllet zeyli ile beraber basılmış oluyor.

1951 yılında yapılan Türkçe Tercümesine Nutuk adlı kitapta bulunan çoğu makaleler ve hatta zeyl olarak Hakikat Çekirdekleri ilave edilerek teksir edildi (Süleymaniye Kütüphânesi, Yazma Bağışlar, No: 3364).

1952’de müellifin kardeşi Molla Abdülmecid tarafından bu geniş şekliyle olan Hutbe-i Şamiye Türkçe’den Arapça’ya tercüme edilerek Türkiye’de, Suriye’de ve Mısır’da bir kaç defa basıldı. 1973 senesinde de Asım Hüseynî tarafından Türkçesinden yeniden Arapça ya güzel bir üslûb ile tercüme edildi. Ve birkaç kez basıldı.[42]

Hutbe-i Şamiye, bir ümit çağlayanıdır

Bediüzzaman’ın Şam’da, Şam âlimlerinin ısrarı üzerine Emeviye Camii’nde îrâd ettiği hutbe, bir ümit çağlayanıdır. Yalnız, dinleyiciler arasında bulunan yüze yakın âlimin İslâm dünyasındaki keşmekeş sebebiyle derin bir hüzün ve ümitsizlikten gelen atalet içinde bulunduğu vakıasını da nazardan uzak tutmayalım… “Yeryüzünde müstakil tek İslâm devleti” hüviyetinde bulunan Osmanlı Devleti’nin çatırdayan kubbeleri, tabiatıyla herkesi düşündürmektedir. Çöküşün farkında olan âlimler ise herkesten fazla muzdariptir. Avrupa’nın hızla gelişmesi karşısında tökezleyen Osmanlı Devleti’yle birlikte İslâmî inkişafın duracağı, gerileyeceği, hatta daha kötümser bir düşünceyle “dünyanın Hıristiyanlaşacağı” endişesi hâkimdi. Buna karşılık Bediüzzaman bir umman çağlayanıdır. Hayatının her safhasında “Yaşasın sıdk, ölsün yeis!” düşüncesine bağlı kalan Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’daki gelişmelere karşılık Osmanlı Devletinin tökezlemesine yol açan altı çeşit hastalığa, mezkûr hutbesinde dikkat çeker. Hastalıkların teşhisi son derece isabetli ve önemlidir. Hakikaten yeis ve ümitsizlik, devrin bilinen şartlarından ötürü kalplere dal budak salmış; siyasette ve sosyal hayatta sıdk/doğruluk duygusu ölmüş; “müminlerin kardeş olduğu” hükmü unutulup düşmanlıklar hortlatılmış, inananları birbirlerine bağlayan mânevî rabıtalar/bağlar kopmuş; vaktiyle “hürriyet meş’alesi” olarak görülen meşrûtiyet rejimi, İttihatçıların bozuk kısmının iktidarı ele geçirmesiyle baskı rejimine dönüşmüş; “Ben siftahımı ettim, alış verişini komşu dükkândan yap.” diyebilen ecdadın torunları, maalesef şahsî menfaati uğruna toplumu feda edebilecek seviyeye düşmüştür. Maalesef bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalık kısaca bunlardır.

Evet, teşhis isabetli; acaba çare nedir?

Şüphesiz, Emeviye Camii’nde o gün Bediüzzaman’ı dinleyen cemâatin kafasında birçok sual dalgalanıyor, kulaklar cevaba hasret olarak bekliyordu. Bediüzzaman’ın prensibi, hiçbir derdi devasız, hastalığı ilaçsız, toplumu çaresiz bırakmamaktır. Hiçbir zaman teşhiste kalmamış, tespitle iktifa etmemiş, mutlaka çareyi de, çözümü de vazetmiştir. Bediüzzaman’ın “Hutbe-i Şamiye” isimli eserinde toplanan “çare”ler, bugün “naçar” kalmış Müslümanların da ümit kaynağıdır. Şu kadarını belirtelim ki, Bediüzzaman’ın Emeviye Camii hutbesi, yalnız bir devrin dertlerine ve çözüm yollarına temas etmiyor, asırları kucaklayan bir mahiyet arz ediyor. Hizmet tarzını, maksadını, geleceğe dönük plân ve programı ile hayata bakışını da açıklıyor. Âlem-i İslâm’ın hastalıklarının teşhis ve tedavilerinin tespiti yapılan Hutbe-i Şamiye eserinin tamamı okunmayı, anlaşılmayı ve hayata tatbik edilmeyi bekliyor.

Bediüzzaman Şam’da ne zaman bulunuyor?

Bediüzzaman’ın Şam’a seyâhati ile alakalı “Vaktâ Meşrutiyetin ikinci yaşında, İstanbul’un temsil ettiği asırdan tarihvârî bir nazar ile göçüp, kurûn-u vustâya karşı aşağıya inmekle, aşâir-i Ekradın içinde cevelân ile bahardan güze bir rıhlet-i sayfiye, güzden bahara bilâd-ı Arabiyeden bir rıhlet-i şitâiye ettim.”[43] Cümlesindeki “Bilâd-ı Arabiye’den bir rıhlet-i şitâiye ettim” ifadesinin ma’nâsı, açık şekli ile ele alınırsa, ilkbaharda Arap memleketlerinden ayrıldığını ifade etmektedir.[44] Burada, Bediüzzaman’ın Şam’a ne zaman, yani hangi ayda muvasalât ettiğini gösteren kuvvetli bir tahmin ve ihtimali söyleyebiliriz. Bediüzzaman, Nurşinli Hazret Ziyâ’üddin (ks) ile Hacc’da buluşmak üzere mektuplaşmaları olduğu için, başlattığı bu seyâhatini çok çabuk bitirerek Kurban bayramından evvel Hacc mevsimine ulaşmak üzere gitmektedir. Nurşinli Hazret Ziyâ’üddin’e Bediüzzaman’ın üstâdı olan Şeyh Fethullah’ın oğlu Şeyh Muhammed Alaaddin de eşlik etmektedir. 1910 yılının Hacc mevsimi, yani Kurban Bayramı ise, Aralık ayı başındadır. Eğer Bediüzzaman’ın Van’dan çıkarak başlattığı seyâhati Ekim başında olmuşsa ve onun beyânı ile bu seyâhat acele olarak kırk elli gün içinde gerçekleşmiş ise, o zaman herhalde Kurban Bayramı’nda Hacc’a ulaşamayacağını anladığı için, Şam’a Kurban Bayramı’ndan sonra gitmiştir. Kuvvetli bir rivayet ve tahmine göre ki Nurşinli Hazret Ziyâ’üddin’i Hacc dönüşünde Şam’da karşılamış Kurban Bayramı’ndan bir ay sonra Şam’a varmış olması lâzımdır. O ise, Aralık ayı sonundadır. Lâkin Hazret Ziyâ’üddin’in Hacc dönüşünün ne zaman olduğu, yani Kurban bayramından ne kadar zaman sonra Şam’a gelmiş olduğu malum değildir. Ama o zamanın şartlarına göre, herhalde yolculuk dâhil Şam’a ulaşması, hac mevsiminden bir ay kadar sonra tahakkuk etmiş olması gerektir.[45]

Bediüzzaman Şam’da Sâlihiye Mahallesinde kalır

Bediüzzaman Hazretleri Nurşinli Hazret Ziyâ’üddin’i Şam’da karşılamış ve hatta bir gün Emeviye Camii’nde bir namaz vakti, halk camiden çıkarken, Camii’n avlusunda yüksekçe bir sekinin üstüne çıkarak avluda toplanan Müslüman halka, Nurşinli Hazret’i büyük senalarla takdim ettiğini, onların Şark’taki İslâm’a büyük hizmetlerini anlattığını, kendisinden onun çok üstün olduğunu anlattığını bizzat hâdiseyi idrak etmiş ulemâdan duyan Şam Sâlihiye semti, Kiki mahallesi Molla Kasım Camii İmâmlığını yapan Bitlisli Molla Abdulaziz bizzat anlatmıştır.[46] Bu duruma göre Bediüzzaman’ın kış ayları ortasında değil, belki güz mevsimi sonlarında Şam’a vardığı tahakkuk etmiş oluyor. Bediüzzaman Sa’id-i Kürdi ismiyle, şöhreti Şam ulemâsınca da duyulmuş olacak ki; Şam’a vardığında, Sâlihiye mahallesi Kasyon dağı eteğinde medfun bulunan Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin türbesi civarında bir medresede mi, bir evde mi bilmiyoruz, misafir kalmış. Bediüzzaman Hazretleri 1947 tarihli bir mektubunda bu konuda izahat yapmıştır. Şöyle: “Şam’da hususan Sâlihiye Mahallesi’nde, ben orada bulunduğum zaman benimle görüşen ve hayatta kalan ahbablarıma ve Hazret-i Mevlânâ Hâlid’in makberesinin civarındaki hemşerilerimize pek çok selâm edip dualarını ricâ ediyoruz. İnşâallah Kardeşim Molla Abdülmecid, sen bu vazife-i Nuriyeyi görsen, otuz seneden beri medresede ilme ve Nur’a çalışmışız gibi, Eski Sa’id’in yüksek bir talebesi olduğun misillü, Yeni Sa’id’in hakâik-i imâniye hizmetinde de mükemmel bir kardeşi ve arkadaşı olursun.”[47]

Şam halkı ve ulemâsı Bediüzzaman’ı ziyarete geliyor

Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin türbesi civarında az zaman zarfında Şam halkı, hususiyle ulemâsı Bediüzzaman’ın Şam’a geldiğini haber alırlar. Şam’ın büyük âlimleri kafile kafile gelip Bediüzzaman’ı ziyaret etmeye başlarlar. Bu ziyaretler, tanışmalar, sohbetler ve bu arada Nurşinli Hazret’in Hacc’dan dönüşü ve Şam’da birkaç gün kalması ve memlekete yolculanması gibi haller ve Bediüzzaman’ın Şam’da okuduğu hutbe zamanı herhalde dört beş aylık bir zamanı içine almıştır. Bu müddet zarfında Bediüzzaman’ın şöhreti, ilmi ve zekâsı Şam’da büyük çapta duyulmuş ve yayılmıştır.[48]

Bediüzzaman’ın Şam Emevi Camii’nde Okuduğu Hutbe-i Şamiye: Mart 1327/Mart 1911. 1327 Rumi senesinin başı olan Mart ayı içinde yani 1911’in üçüncü ayı içinde, Şam ulemâsının ısrarıyla bir cuma hutbesini kendisinin okumasını teklif ederler. Bu ısrarlı teklif karşısında Bediüzzaman Hazretleri Emeviye Camii’nin minberine çıkar ve ebediyyen yaşayacak olan manidar ve İslâm Âlemi’nin her zaman dersi olacak azim hutbesini Arapça olarak irâd eder. O gün Emevi Camii, mahşeri bir kalabalığa, sahne olur. On bin insan ve içinde en az yüz ulemâ olan muazzam bir cemâ’at Bediüzzaman’ın irâd ettiği hutbesini dinler. “Kırk sene evvel Şam’daki Câmi-i Emevi’de Şam ulemâsının ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin adama yakın bir azim cemâ’ate verilen bu Arabi ders Risâlesindeki hakikatları bir hiss-i kablelvuku ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat’iyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatler görünecek zannetmiş.[49]

Bediüzzaman Şam’dan ayrılıyor, İstanbul’a ulaşıyor

Bediüzzaman Hazretleri Şam’da Emeviye Camii’nde o meşhur hutbesini(Hutbe-i Şamiye) irad ettikten sonra Şam’da fazla kalmaz. Kısa süre sonra Lübnan’ın Beyrut kıyı şehrine doğru yola çıkar. Lübnan Demir Yolları, Sultan II. Abdülhamid döneminde İstanbul’u Medine’ye demir yolu ile bağlamayı hedefleyen Hicaz Demir Yolu projesi kapsamında inşa edilir. Osmanlı Devleti’nin bir projesi olarak 125 yıl önce kurulan demir yolu ağı, ekonomi ve ticarette bölgenin en önemli merkezi haline getirdiği Lübnan’a “Doğu’nun Kapısı” unvanını kazandırır. Söz konusu hatta ilk trenin 4 Ağustos 1895’te Beyrut Limanı’ndan hareket ettiği kaynaklarda yer alıyor. Bediüzzaman Şam’dan ayrıldığında Beyrut’a kadar bu demiryolunu kullanıyor.

Bediüzzaman, Beyrut Limanı’ndan gemiye biniyor

Bediüzzaman, İstanbul’dan ayrılışından tam bir yıl sonra, 1911 Mart ortalarından Mayıs ayı başlarına kadar bir tarihte tekrar İstanbul’a gitmek için Şam’dan Beyrut’a on saat süren bir tren yolculuğu yapar. Beyrut’tan gemi ile İstanbul’a doğru yola çıkar.

Bediüzzaman, Kıbrıs Larnaka Limanı’na uğruyor

Bediüzzaman’ın bindiği geminin, Kıbrıs Larnaka Limanı’na uğradığı tahmin edilir. Bediüzzaman’ın, Larnaka’da bulunan Hala Hatun Türbesi’ni ziyaret ettiği de rivayet edilir. Hatta türbede dua yaptığı, biraz dinlendiği anlatılır. Ancak bu bilgilerin belgesi yoktur. Bediüzzaman’ın Hala Hatun Türbesi’ni ziyaret etmesi mümkün olup, belge olmadan kesin olarak ziyaret ettiğini ifade etmenin doğru olmayacağını düşünüyoruz. Bu zamana kadar da bu ziyaretle ilgili bir belge gösterilmiş değildir. Mesele Bediüzzaman’ın hayatı olunca zan, kanaat ve hatıralarla değil; belge ve kesin bilgi ile onun hayatına katkı yapmanın doğru olacağını düşünüyoruz.

Bediüzzaman İzmir’den geçiyor

Bediüzzaman’ın Şam İstanbul yolculuğunda geçtiği şehirlerden biri de İzmir’dir. Vatan Gazetesi’nin 1 Ocak 1953 tarihli nüshasında, “Said, İzmir’de i’dadiye mektebinde Arabiye muallimliği yapmış.”[50] şeklindeki iftira ve yalan haberine Bediüzzaman, “…Bütün eski ve yeni dostlarım biliyorlar ki, tek bir defa Şam’dan gelirken vapur ile İzmir’den geçmişim.”[51] diye cevap vermiştir. Yani “Üstadımız hiç bir vakit mekteb muallimliği yapmamış. Belki Van’da medresede müderrislik etmiştir. Hiç bir vakit i’dadî mektebine ne girmiş, ne muallim olmuş, ne de Arabî ders vermiştir.”[52] Böylece Bediüzzaman bizzat kendisi Şam’dan İstanbul’a Gemi yolculuğu sırasında “Şam’dan gelirken vapur ile İzmir’den geçmişim” ifadesi ile İzmir’e uğradığını ifade etmiş oluyor.

Bediüzzaman İstanbul’a ulaşıyor

Bediüzzaman’ın Şam’daki Emevi Camii’nde hutbe irâdının hemen ardından İstanbul’a dönmesindeki asıl niyeti, Medresetü’z-Zehrâ, yani Şark Üniversitesi’ni kurmaya yönelik tekrar teşebbüse geçmektir. Zira gerçekleştirdiği seyahatleri sırasında, böyle bir üniversitenin, bölgenin problemlerinin hallinde en köklü ve tesirli çözüm yolu olduğuna dair inancı iyice pekişmiştir. Münâzarat isimli risalesinin son kısmında bu idealine yer vermiş, hatta yıllar sonra, bu kısmı, Münâzarat’ın “ruhu ve esası” olarak tarif etmiştir.[53] İşte bu meseleye verdiği önem ve değerden dolayı, bölgede yaptığı uzun seyahatlerin ardından Bediüzzaman, resmî makamlara eğitim projesini tekrar sunmaya ve destek talebinde bulunmaya karar vermiştir. Üstelik her ne kadar hadiselerin beklenmedik mecralarda gelişmesi, böylesi hayati bir projenin gerçekleştirilmesini önlese de, bu sefer resmî mercilerden destek alma konusunda başarılı da olacaktır.[54]

Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ gayesinden asla vaz geçmez

Bediüzzaman, doğuda bir üniversite açılması için hayatının baharında yollara düşmüştür. Birçok tehlike ve sıkıntılarla karşılaştığı halde, bu gayesinden asla vaz geçmemiştir. Özellikle birinci İstanbul seyahatinde tımarhaneye sevk edilmiş. 31 Mart olaylarında hapse atılmış. İdam ile yargılanmış. Yaptığı müthiş savunması ile beraat etmiştir. Arkasına bakmadan mahkemeden çıkmış. Korkusuzca “Zalimler için yaşasın Cehennem!” diye bağırmıştır. O, kendisini hapse atanlarla hesaplaşmak, kendisine kötülük yapanlara karşılık vermek için değil de, hayatının gayesi olan Medresetü’z-Zehra için İstanbul’a geri gelmiştir. Hayatının önemli gayelerinden olan Medresetü’z-Zehra’dan vazgeçmesi mümkün değildir. Bediüzzaman, cehaletin, fakirliğin, yoksulluğun ne kadar tehlikeli olduğunu bizzat görmüştür. O, birçok kabiliyetle mücehhez insanın cehalete, fakirliğe ve yoksulluğa yenik düştüğünü çok iyi biliyordu. Genç Said’in, hayatının hayali ve gayesi olarak hedef koyduğu yeni bir eğitim modeli, insanların akıl ve ruh dünyalarına kapılar açacaktır. Din ve fen ilimlerinin beraberce okutulacağı projesi çok önemli bir yapı olduğundan, Şam’a kadar gitmiş, burada Ezher mezunu din âlimleri ile görüşmüştür. Edindiği izlenimleri anlatmak ve her ne pahasına olursa olsun gayesini gerçekleştirmek için İstanbul’a kadar gelmiştir. Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden kendisine dost olan bazı gerçek hürriyet taraftarları, yönetimde söz sahibi olmuşlardır. Dostu olan Enver Paşa, Harbiye Nazırlığı’na getirilmiştir.[55] Böylece Enver ve Niyazi Bey gibi Bediüzzaman’ın dostları, O’nun Padişahın Rumeli seyahatine katılmasını isterler. Bediüzzaman da onları kırmayarak Şark Vilayetlerini temsilen seyahate katılmayı kabul eder.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s.117

[2] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.274

[3] Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s.117

[4] Son Şahitler 1.Cild s. 6

[5] Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s.117

[6] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.274

[7] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s. 542

[8] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s. 565

[9] Abdülkadir Badıllı; Bedîüzzaman Saîd-i Nursî, Mufassal Târihçe-i Hayâtı, İttihad Yayıncılık-1998, s. 335, 339.

[10] Abdülkadir Badıllı; age, s. 339.

[11] Abdülkadir Badıllı; age, s. 335.

[12] Abdurrahman Nursî; Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı, Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul, 1335, s. 35.

[13] Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; A. Nazif ve Arkadaşları tarafından 1950’lerin başlarında Osmanlıca olarak teksir edilen El-hutbetü’ş Şâmiyye Tercümesi, s.1.

[14] Rahmi Erdem, Davam, İstanbul, Timaş Yayınları, 1993, s.193

[15] Abdülkadir Badıllı, Cilt:I, s.275

[16] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye), 2013, s.235

[17] Bediüzzaman Said Nursi Seyehatnamesi, Mart 1919, s.117, 118

[18] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye), 2013, s.324

[19] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye), 2013, s.325

[20] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye), 2013, s.356

[21] https://www.yeniasya.com.tr/elif/bediuzzaman-davasini-sam-a-tasiyor_111968

[22] Son Şahitler, Cilt-I, s.288

[23] https://www.yeniasya.com.tr/abdulbaki-cimic/bediuzzaman-davasini-sam-a-tasiyor_556712

[24] Son Şahitler, Cilt-IV, s. 239

[25] https://www.youtube.com/watch?v=WyWlO19SH0o

[26] Topçu Yüzbaşı Hafız Veli oğlu Hafız Mehmet Tevfik Göksu’nun 2.6.1962 tarihinde Eğridir Müftülüğüne vermiş olduğu dilekçe.

[27] Son Şahitler, Cilt-IV, s. 239

[28] Son Şahitler, Cilt-IV, s.239

[29] http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=6125&ctgr_id=37

[30] Abdurrahman Nursî; Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı, Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul, 1335, s. 35.

[31] Abdurrahman Nursî; Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı, Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul, 1335, s. 35.

[32] Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; age, s.92.

[33] Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; age, s.121.

[34] Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; age, s.152.

[35] Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; age, s.189.

[36] Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; age, s.233.

[37] Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyât 2009, s.381.

[38] İttihad Yayıncılık; 1911 Şam Hutbesi Tarihçesi. http://www.ittihad.com.tr/hutbe-i-samiye-tarihcesi/

[39] Sorularala Risale; Hutbe-i Şamiye Hakkında Bilgi Verir misiniz?

[40] Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; (A. Nazif ve Arkadaşları tarafından 1950’lerin başlarında Osmanlıca olarak teksir edilen) El-Hutbetü’ş Şâmiyye Tercümesi, s.2.

[41] http://risaletashih.org/bediuzzaman-said-nursi-muhtasar-tarihce-i-hayati-1878-1960-i-1878-1908/

[42] ABIBSNİŞ, Cilt-I,s.770

[43] Eski Sadi Dönemi Eserleri(Münâzarât),2013, s.206

[44] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.338

[45] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.339

[46] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.339

[47] Emirdağ Lahikası, Kâğıt Cilt Osmanlıca, s. 249.

[48] ABIBSNİŞ, Cilt-I,s.761,62

[49] Eski Sadi Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013, s.315

[50] Muhtelif Lahikalar, Emirdağ Lahikası-2 Mektupları

[51] Emirdağ Lahikası-II, Müntehap Dosya No:67; Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt:I, s.2798

[52] Muhtelif Lahikalar, Emirdağ Lahikası-2, Talebe Mektupları

[53] Kastamonu Lahikası, s.101

[54] Bediüzzaman Said Nursi Entelektüel Biyografi, Mary F. Weld, s.137

[55] Nur Yolu, s.80

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir