Bedîüzzamân’ın Meşrû’iyeti

Âlem-i İslâmın önemli problemlerinden birisinin de meşrûiyet problemi olduğu inancındayım. Yani âlem-i İslâm dâvâsını meşrû kaynaklara-Kur’ân’a ve sünnete- dayandırıyor mu? Veya Müslümanların meşrûiyet noktasında problemlerinin çözümü nedir? Bu problemler çözülmüş müdür? Veya âlem-i İslâm icmâ’-i ümmet olarak vazîfesini yapabiliyor mu? Bu vazîfeyi kim yapacaktır? İşte bu sorularımıza cevaplar aramaya çalışacağız inşâallah. Eğer âlem-i İslâm’ın meşrûiyet problemini çözersek sıkıntılarımız dahâ kolay halledilecektir.

Öncelikle şunu ifâde etmek istiyorum. Nasıl ki İmam-ı A’zam verilmiş bir ünvân değilse Bedîüzzamân da verilmiş bir ünvân değildir. Bedîüzzamân, kazanılmış bir ünvândır. Bu mânâda önemli bir yer ekleyelim: “Celcelûtiye, Süryânîce “bedî” demektir. Ve bedî’ mânâsındadır. İbâreleri bedî’ olan Risâle-i Nûr, Celcelûtiye’de mühim bir mevki’ tutup ekser yerlerinde tereşşuhâtı göründüğünden, kasîdenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyâkatim olmadığı halde, bana verilen “Bedîüzzamân” lâkabı benim değildi. Belki Risâle-i Nûr’un mânevî bir ismiydi; zâhir bir tercümanına âriyeten ve emâneten takılmış. Şimdi o emânet isim, hakîkî sahibine iâde edilmiş. Demek, Süryânîce bedi’ mânâsında ve kasîdede tekerrürüne binaen kasîdeye verilen Celcelûtiye ismi, işârî bir tarzda, bid’at zamanında çıkan Bedîülbeyan ve Bedîüzzamân olan Risâle-i Nûr’un hem ibâre, hem mânâ, hen isim noktalarıyla bedîliğine münâsebetdarlığını ihsâs etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmâsında Risâle-i Nûr çok yer işgâl ettiği için hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.[1]”

O halde önce Bedîüzzamân’ın meşrûiyetine bakmalıyız ve Bedîüzzamân üzerinde içtimâ eden selef ve halef ulemâsının icmâ’sına bakalım.

Bedîüzzamân’a Peygamberimiz(asm)’den ve Selef ulemâsından yapılan icmâ’ ve meşrûiyet delilleri.

**Peygamber Efendimiz (asm) “Saîd.. Saîd.. Saîd fitnelerden muhâfaza edilendir. Üç defa tekrâr buyurulmuştur. O ibtilâ olunur ve sabreder. İşte O zayıf ve sakalsızdır… Sonra O zayıf ve sakalsız kelimesinin birçok mânâları olup, burada Hadîs-i Şerifin insan riyâzesinde imâ edilen husûs nazar-ı i’tibâra alınmıştır.

**“İnne’s Saîde lemen cennebe’l fiten” cümle-i cemîlesi Hadîs-i Şerif’te üç def’a tekrar nazar-ı dikkati bu ism-i pâk’in sahibine şiddetle tevcîh etmekte olduğu gibi; O zâtın icrâ-yı fa’âliyette bulunacağı tarihleri ve ilminin hükümranlıgı tarihleri aynen göstermektedir: 1902-1952-2002. Kezâ maddeten zayıf olacağı ve sakalsız bulunacağının da Hadîs-i Şerif’in son fıkraları göstermektedir.[2]

“Saîd fitnelerden uzak duran kişidir. Fitnelere ma’rûz kalır da sabreder. Ona müjdeler olsun, onu bu hale düşürenlere de yazıklar olsun.[3]”

Bu hadîste geçen “Vâhâ” kelimesini İslâm bilginleri “yüzü açık ve sakalı yok” mânâsına geldiğini söylerler. Ramuz’da bu konuda açıklamalar vardır. Bu hadîsin îzâhı ve kaynakları[4] Şaban DÖĞEN, Mehdî ve Deccal adlı kitapta s.158’de vardır.

“Şüphe yok ki saîd (mes’ud, bahtiyar olan) fitnelerden uzak kalandır {Resûl-ü Ekrem (a.s.m.), bu cümleyi üç defa tekrarlamıştır.} Fakat fitnelere mübtelâ olur ve sabreder. Ona müjdeler, onu o hale düşürenlere de yazıklar olsun.[5]”

Bu hadîste geçen, üç defa tekrar edilen ve yukarıda “müjdeler olsun” diye mânâlandırılan “fevâhen” kelimesinin değişik mânâları, Alleme Aliyyü’l-Karî’nin Mirkatü’l-Mefatih’inde[6], Rumuz ve Levamî’de[7] îzâh edilmektedir. Rumuz’un kenarında “fevâhen” kelimesine el-vehyü, yani sakalı tıraş edilmiş mânâsının da verildiği görülmektedir. Tezkire-i Kurtubî’de de aynı mânâya yer verilir.

“Peygamberimiz (sav) pek çok hadîslerinde Kıyamete kadar bu dini tahriften koruyacak ve hakkaniyetini muhafaza edecek, şerîatını ve sünnetini ihya edecek olan 12 İmam geleceğini, bunların hepsinin “Ehl-i Beytten” olacağını haber vermiştir. 13. ise ahir zamanın en büyük ve “Mehdî-i Âhirzamân” olarak beklenen “Mehdî-i Âzam” geleceğini, dine yapıla tecavüzleri defedeceğini ve dini yeninden ihya edeceğini, şeriatı ve sünneti ihya edeceğini belirtmiştir. Elbette bu hadîsler sahihtir ve vaki olmuştur. Her asır başında o asrın mânevî hastalıklarına Kur’an ve Sünnetten çareler gösteren “Mehdî Misal” bir imam gelmiş ve ehl-i imanı “Hidayete ve Sırat-ı Müstakime” iletmiştir. Sonuncusu ise 13 Asırdan sonra gelecek olan “Ahir zaman Mehdîsi olarak ifade edilen” bir “Zât-ı Nuranidir.” O zamanda en dehşetli din yıkıcısı olan “Deccal” geleceği ve doğrudan dinin temeli olan “İmânâ” hücum edeceğinden onun tahribatını tamir ile görevli olan “Mehdî” de “İman Hakikatlerini” îzâh edecektir. Ve “aklî, ilmî ve mantık delilleri ile ispat edecek” Deccalın davasını ve fikirlerini çürüterek” İslamı, Kur’anı ve dinin yüceliğini akıllara ve kalplere kabul ettirerek dini akıllar ve kalplere hâkim kılacaktır. Bunun için “Mehdî”nin hizmeti mânevî olacak ve hâkimiyeti de akıllar, kalpler üzerinde, yani mânevî olacaktır.

Bu vazifeyi “bir zat-ı nûrâni” olan “Bedîüzzamân Saîd Nursi” tam olarak yapmıştır. Kur’ân Tefsiri olan “Risâle-i Nûrlar” her yerde fütühat yaparak mânevî hâkimiyetini sağlamaya devam etmektedir. Bedîüzzamân peygamberimiz (sav) gibi vefat ettiği için, şahsı vefat etmiş, “Risâle-i Nûrları” okuyarak “İman Hizmetine” devam eden ve bu hizmetin “Mehdî”nin hizmeti olduğunu kabul eden cemaati ve talebeleri ile kıyamete kadar yapmaya devam edecektir. Buna da “Risâle-i Nûrun Şahs-ı Mânevisi” denilmektedir. Peygamberimizin hadîsleri doğrudur ve hakikati de budur.[8]”

**Hz.Ali efendimiz kaynağı vahiy olan Celcelûtiye eseri ile eserlerine ve kendisine işaretler ve beşaretler etmiştir. Sekizinci Şua buna delildir.[9] Bir numûnesi şöyle ki;” Hem madem Celcelûtiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamânâ bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor. Ve madem Kur’ân itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur’ân hesabıyla Risâle-i Nûr bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hadîsedir.Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle Risâle-i Nûr Celcelûtiye’nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.Ve madem Risâle-i Nûr ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Siracü’n-Nur’dan, zâhir bir surette haber verdikten sonra, ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden sonra Mektuplardan, sonra Lem’alardan, risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) işaret ettiğini ispat eylemiş.[10]” Kimin şüphesi varsa, işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum. Ayrıca “Hz. Ali (RA) meşhur divanında Hz. Mehdî ve bazı ahirzaman hadîsatından bahsetmiştir. Bu divanın Müştakzade şerhinden aldığımız bir kısmı şöyledir: Tercümesi: Âyâ oğlum! (…) cûş ettiklerinde (kaynadığında, karıştığında…) Mehdî-i Âdil’e muntazır ol…” diye ifâde buyurmuştur.

**Hz. Abdulkadir Geyleni(ks) eserleri ile Bedîüzzamân’a bir müridi ve talebesi olarak işaret etmiş ve onu fitnelerden korumuştur. Sekizinci Lem’a da buna delildir.[11] Bu Lem’a’nın girişinde şöyle bir cümle ve Haşiye bulunur: Gavs-ı Âzamın Hizbü’l-Kur’ân’a dair keramet-i gaybiyesidir HAŞİYE 2

HAŞİYE 2 Üstâd ımızın şahsına sarihan işaret eden bu gibi gaybî keramet ve işârâtın neşrini Üstâd ımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri arzu etmiyor. Fakat bizler düşündük ki, bu gibi delâlet derecesinde olan gaybî işaretlerin ehl-i imanca bilinmesine bu zamanda kat’i lüzum ve ihtiyaç var. Buna binaen neşrediyoruz.[12]

**İmam-ı Rabbani de Asr-ı saadetten 1300 yıl sonra mücedid-i âhirzamânın geleceğini ve Onun hatem-i evliya olacağını ekmeliyetin sonu olacağını beyan etmiştir. “Hz. Mehdî valiyetin en yükseğindedir.[13]” Ayrıca İmam-ı Rabbani Hazretleri şu gelen ifâdelerle meseleyi vuzuha kavuşturmuştur:”Bu makâmdan haber veren tabakat meşayihi azaldı… O makamın ilimlerinden ve maarifinden kelam şöyle dursun… İşbu makâm, şu ayet-i keremede mânâsını güzel bulur: “Bu, Allah’ın fazlıdır; dilediğine verir. Allah, büyük fazlın sahibidir.[14]”

Gelmesi vaad olunan Mehdî’nin dahi rabbı (terbiyesine gelen) ilim sıfatıdır. Hazret-i Ali gibi, İsa ile münasebeti vardır. Hazret-i İsa’nın kademi Hazret-i Ali’nin başında olup bir kademi dahi Hazret-i Mehdî’nin başındadır. Geleceği vaad edilen Mehdî, velayetin ekmeliyetini alacaktır. Bu Tarikat-ı Aliyye üzerine gelecek ve bu Silsile-i Aliyye’yi tamam ve tekmil edecektir. Zira bütün velayet nisbetleri, bu Nisbet-i Aliyye’nin altında bulunmaktadır.[15]

Resulullah (sav) efendimiz şöyle buyurdu: “Tüm olarak, yeryüzünün meliki dört tanedir… Onların ikisi müminlerden, ikisi de kâfirlerdendir. Zülkarneyn ve Süleyman müminlerdendir. Nemrud ve Buhtunnasır ise kâfirlerdendir. Yere, beşinci olarak ehl-i beytimden biri sahip olacaktır. Yani: Mehdî.[16]”

Bir başka hadîs-i şerifte ise, Resulullah (SAV)efendimiz şöyle buyurdu:

“Ashab-ı kehf, İsa’nın yardımcıları olacaklardır.” İsa (as) Mehdî zamanında yere inecektir. Mehdî, Deccalin katlinde İsa’ya (as) muvafakat eder. Onun saltanatı zamanında, Ramazan ayının on dördünde güneş tutulacaktır; o ayın ilkinde ise ay kararacak. Bunların oluşu, adetin ve müneccimlerin hesabı hilafına olacaktır.

Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) efendimiz tarafından bildirilen, daha çok alamet vardır ki; anlatılanlardan başkadır.

Şeyh İbn-i Hacer, Mehdî’nin alametleri üzerine bir risale yazdı ki, onlar iki yüz alameti bulur.

Vaad edilen durumu, açık bir şekilde iken, son derece cehaletlerinden ötürü bir cemaat dalalete saplandı. Sübhan Allah onlara doğru yolu göstersin.[17]

Onun zuhuru, yüz başlarında olacaktır. Şu anda dahi, yüz başını, on sekiz sene geçmiş vaziyettedir.

Hadîs-i şerifte, Mehdî’nin alametleri hakkında şöyle anlatılmıştır: “Şark tarafında bir kuyruklu yıldız doğup aydınlık verecektir.” Mehdî dahi büyüktür. Onun sebebi ile İslam’a ve Müslümanlara büyük takviye gelecektir. Onun velayetinin dahi, zahir ve batın büyük tasarrufu vardır. Nice harika hallerin ve kerametlerin sahibi olacaktır.

Onun zamanında, nice hayret veren haller zuhur edecektir.

Üstte anlatılan mânâlar icabı olarak, yerinde olur ki: Onun vücudunun zuhurundan evvel, adet harici harika haller meydana gele…Tıpkı: Resulullah (SAV) efendimizin nübüvvetinden evvelki irhasat gibi. Bu zuhura gelen işler dahi, onun zuhur mebde’leri olalar. Nitekim, anlatılan mânâlar hadîs-i şeriflerden de anlaşılmaktadır.

Bilesin ki bir hadîs-i şerifte, Resulullah (SAV) efendimiz şöyle buyurmuştur: “Küfür her yanı istila edip hükmü cemiyet içinde aşikare işlenmedikçe Mehdî zuhur etmez.[18]”

Aradan bin sene geçtikten sonra, Mehdî’nin gelişi de bunun içindir. Onun mübarek kudumünü, (gelişini) Hatem’ür-rüsül Resullullah (SAV) efendimiz müjdelemiştir. İsa (a.s.) dahi aradan bin sene geçtikten sonra, nüzul edecektir.[19]”

**Bunların dışında bir önceki mücedid olan Mevlan Halid-i Bağdadi;”Mevlana Halid son müceddid, ondan gayrı Mehdî-i Müceddid” diyerek(Bunu teyit eden Mevlana Halid kolunun şeyhlerinden İsmet Efendi’nin Tarikat Usûlünü beyan eden kitabı “Risâle-i Kutsîye”de 76. sahifede Mevlana Halid son müceddidtir. Ondan sonra Mehdî müceddid olarak gelecektir, buyurur.[20]” Mevlana Halid’den (ks) sonra Bedîüzzamân Saîd Nursi’den başka müceddid var mı? Yok) yine kendisinden sonra gelecek olan müceddididin vasfını ve son olacağını beyan etmiştir. Mevlana Halid-i Bağdad’nini sarığı ve cübbesini Asiye namında bir talebe ile Üstâd ’ımıza intikâl ettirilmiştir. Bu da büyük bir delildir. Risâle-i Nûr’da da buna işaret şöyledir: “Eski zamanda, on dört yaşında iken icâzet almanın alâmeti olan Üstâd tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı…

Saniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı Üstâd lık vaziyeti değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe giydirecek ve Üstâd lık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azimeden dört beş zâtın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir Üstâd ın elini öpmek, Üstâd lığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarıkla, pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakka yüz binler şükrediyorum.HAŞİYE1

HAŞİYE 1 Bu mübarek emaneti Risâle-i Nûr talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım.[21]

**”Bedîüzzamân, yanında başka kitaplar bulundurmuyordu. Neden başka kitaplara bakmıyorsun?” denildiğinde,” buyururlardı ki: “Herşeyden zihnimi tecrid ile Kur’ân’dan fehmediyorum.”Eserlerden nakletse de, bazı mühim gördüğü mesaili, tağyir etmeden alırdı. “Niçin aynen böyle tekrar ediyorsun?” diye sorulduğunda,”Hakîkat usandırmaz. Libâsı değiştirmek istemem” buyururdu.[22]”

Yukarıya aldığımız delillerden sonra şöyle bir neticeye varmak gerekirse Üstâd ’ımızdan önce; hadîslerle ve ulemânın ittifakınca Üstâd ’ımıza işaretler ve beşaretler yapılmıştır. Bu da gösteriyor ki Bedîüzzamân selef tarafından meşrûiyetini hak etmiştir.

Gelelim Bedîüzzamân’ın yaşadığı döneme ve yaşanan olaylara.

Bedîüzzamân Hazretleri küçük yaşlarında doğunun bütün âlimlerini ilzam ederek ilminin şecaatini ilan etmiş ve doğu ulemâsı ittifak ederek bu Bedîüzzamân’dır diye asrın eşsiz güzelliği hakîkatini izhâr etmişlerdir. Bunun gerekçesi olan cübbe giydirilememiş çünkü dahâ büyük bir âlim bulunamamış yaşı bahane edilerek cübbe giyilmemiş. Buda gösteriyor ki doğu ulemâsı izhâr-ı acz ederek Bedîüzzamân için kararını vermiştir. Ayrıntılar Tarihçe-i Hayat’tan ta’kip edilebilir.

** Bedîüzzamân Hazretleri 1907’de İstanbul’a gelerek “Her soruya cevap verilir ancak soru sorulmaz.” diyerek İstanbul ulemâsı ile yapılan bütün münâzaraları kazanmış ve İstanbul ulemâsı El Ezher Rektörü Şeyh Bahid Efendiyi devreye sokarak Bedîüzzamân’ın ilzâm edilmesini istemiş. Ancak Şeyhin sorduğu sorulara Bedîüzzamân’ın verdiği cevaplardan sonra Şeyh Bahid Efendi de izhar-ı acz ederek bu gençle münazara edilmez diyerek O’nun Bedîüzzamân olduğunu tekrar teyid etmiştir. Hadîse şöyle vuku’ bulmuştur:” İstanbul’da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ istisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve harika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve “Bedîüzzamân” ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir “nâdire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı. Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde, Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bedîüzzamân Saîd Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telâkki eden Şeyh Bahît Efendi, yanında ulema hazır bulunduğu halde Bedîüzzamân’a hitaben, مَا تُقُولُ فِى حَقِّ اْلاَوْرُبَائِيَّةِ وَالْعُثْمَانِيَّةِ yani, “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.

Şeyh Bahît Efendinin bu sualden maksadı, Bedîüzzamân’ın şek olmayan bir bahr-ı umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki, zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bedîüzzamân’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْماً مَا وَاِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا Yani, “Avrupa bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir; o da onu doğuracak.”

Bu cevaba karşı Şeyh Bahît Hazretleri: “Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bedîüzzamân’a hastır” demiştir.[23]”

**Yine İstanbu’a gelen Japon başkomutanı âhirzamân ile ilgili sorular sormuş.[24] Darul Hikmete yani âlem-i İslâmın en büyük dînî hükümler dairesi başkanına sorulan bu sorular karşısında başkan hemen bu hadîsleri cevaplasa cevaplasa Bedîüzzamân cevaplar der, i’tirâz eden alimlerin de veremediği cevaplardan dahâ sonra Beşinci Şua olan bu hadîsleri Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri tereddütsüz bir şekilde izâh ve te’vil yaparak hadîsler konusunda da “çok hadîsi” hıfzına alarak[25] otorite olduğunu ve İstanbul ulemâsı tarafından da hem de en büyük dînî daire tarafından meşrûiyeti tasdik edilmiştir.

Bu noktada hadîs otoriteleri hakkında önemli bir izâhat yapmak gerekiyor. Şöyle ki; “Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır.[26]” Hadis Külliyatında inceleme yapınca bu hâkim kelimesinin Hadis Raviliğiyle ilgili bir kavram olduğunu gördüm. Şöyle ki;

A-Diyanet İşleri Başkanlığının Yayınlarından, Sahih-i Buharî Muhtasarı – Tecrîd-i Sarîh Tercemesi adlı Hadis Külliyatının, Türk Tarih Kurumunda basılan 1984 yılı baskısının 1.Cildinin 8. sahifesinde şöyle denmektedir:

“….Muhaddis yüz bin Hadisi metinleriyle, senetleriyle hıfzetmiş ve senetlere dahil ricali tercemeleriyle ve cerh ve ta’dil nokta-i nazarından halleriyle tanırsa Hafiz namını alır. Hüccet de üç yüz bin Hadisi böylece ihata eden Muhaddisin ünvanıdır. HÂKİM de bütün Sünnet’i ihâta etmiş olan İmama denir.Bunlar elsine-i nâsda şöhret bulan tariflerdir……”

B-Akçağ Yayınevinin neşrettiği Doç. Dr. İbrahim Canan’ın Kütüb-i Sittesinin,1988 Ankara baskısının, 1. Cildinin 514.sahifesinden itibaren “Ravilerin Dereceleri” başlığıyla önce 1. olarak TÂLİB, 2. olarak MUHADDİS anlatılmakta;

3.olarak yazılan Hâfiz ile ilgili: “Hafiz’in umumiyetle yüz bin kadar Hadisi senet ve metniyle ezbere bilen Muhaddisler için kullanıldığı ifade edilmiştir.” denilmektedir.

4.olarak yazılan Hüccet ile ilgili olarak da “O’nun da üç yüz bin kadar Hadisi metin ve senetleriyle ezberleyen kimselere dendiği…” belirtilmektedir.

Daha sonra 5. olarak ise HÂKİM yazılarak, ”En yüksek mertebede olanların unvanıdır. Bütün Sünneti nefsinde cem eden kimseler bu unvanı almaya hak kazanırlar” denmektedir.(516)

Yani Bediüzzaman Hazretleri, 29.Mektubun belirtilen yerinde Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında gönderilecek ve Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacak O zatın birçok vasfını sayarken, onun hâkim olacağından da bahsetmesi, bu bilgilere göre değerlendirilmelidir.[27]

** Âlem-i İslâmın İstanbul gibi önemli bir şehri olan Şam’a gidelim. Yıl 1911. Üstâd Bedîüzzamân bu tarihte Şam’a gider ve on bin kişilik bir cemaate hem de içinde yüz tane âlim bulunan ve hadîsler gereğince meşhur ve önemli olan Şam Emevi Camiinde bir hutbe irâd eder. Buradan da anlaşılıyor ki İslâm âleminin ulemâsının da Bedîüzzamân üzerinde bir ittifakı olmuştur.

**Dahâ sonra ise Üstâd Bedîüzzamân’ın da ifâdeleri ile Diyanet işleri başkanı Ahmet Hamdi Akseki ve benzer âlimlerin de ittifakı ile Bedîüzzamân’ın mücedditliği sabit olmuştur. Bedîüzamân Hazretleri Afyon hapsinden sonra Emirdağında yazılan mektuplarının birinde: Aziz, sıddık kardeşlerim, Herhalde biriniz benim bedelime Diyanet Riyasetine gitsin; benim selâm ve hürmetlerimle Ahmed Hamdi Efendiye desin ki:

“Zatınız iki sene evvel Nurun Külliyatından bir takım istemiştiniz. Ben de hazırlattırdım. Fakat birden hapse soktular; tashih edemedim, gönderemedim. Şimdi onların tashihiyle meşgulüm. Fakat tesemmüm hastalığıyla ziyade perişaniyetimden, çabuk bitirmeyeceğim. Bitirdikten sonra inşaallah takdim edilecektir. Hediye almayan elbette hediye veremez kaidesine binaen, bu ziyade kıymettar mânevî tefsir-i Kur’ân, bu memleket-i İslâmiyenin âlimler reisi olan zat-ı âlinize, Nurların serbestiyetine mümkün olduğu derecede çalışmanıza ve nümune için üç cüzü size evvelce gösterdiğimiz Kur’ân’ımızın basılmasına himmet ve sa’y etmenize bir kudsî ücrettir.

“Kat’iyen size beyan ediyorum ki: Meselemizde hiçbir tarihte ilm-i hakikate ve hakaik-i imaniyeye karşı bu derece garazkârâne, gaddârâne tecavüz olmamış. Sizin daire-i ilmiyeniz ve riyasetiniz her şeyden evvel bu vazife-i dîniye ve ilmiyeyi yapmanız iktiza ediyor. Ben bu son zehirlendiğim zaman da öleceğimi düşündükçe, ‘Benim bedelime Ahmed Hamdi Nurlara sahip çıkacak’ diye kalbim ferahlanıyordu, teselli buluyordum. Size mahkeme müdafaatımızdan bazı parçalar evvelce dairenize gönderdiğimiz halde, şimdi tamam, mükemmel ve ayn-ı hakikat bir nüsha müdafaatımı da size gönderiyorum. Ona göre sizin delâletinizle Nurların serbestiyetine çalışacak zatlara bir me’haz olarak göstermek niyetiyle gönderdik.[28]”

Bu mektup Ahmet Hamdi Akseki’ye ulaştıktan sonra Mustafa Sungur şöyle bir mektup gönderir. “Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstâd ımız Efendimiz Hazretleri, Mübarek, makbul, kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti Başkanı Ahmed Hamdi Efendiye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve Nurları kendi hususî kütüphanesine koydu. “İnşaallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedricî tedricî neşrine çalışacağız” dedi.

Çok sevgili Üstâd ım Efendim, Mübarek mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. “Fakat şimdi hemen birdenbire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has kardeşlerime okutturup meraklılara göre ileride neşrederiz. İnşaallah tam ve parlak şekilde ileride neşrine çalışacağını” söyledi.[29]”

Eski Fetva Emini Ali Rıza Efendi’nin de Bedîüzzamân Hazretleri hakkında gelen ifâdeleri dikkate şâyândır: “Bedîüzzamân, şu zamanda, din-i İslâma en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda, mahrûmiyet içinde, ferâgat-ı nefs edip, yani dünyayı terk edip böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her sûretle şâyân-ı tebrîk olduğunu ve Risâle-i Nûr, müceddid-i din olduğunu ve Cenâb-ı Hak, onu muvaffak-un-bilhayr eylesin, âmin.[30]”

Bu kadar delilden sonra artık selef ve halef ulemâsının itifakı ile Bedîüzzamân ismi üzerinde icmâ’-i ümmet gerçekleşmiştir. O zaman şöyle bir sonuç çıkabiliriz. Bu zamanda icmâ’-i ümmet Risâle-i Nur’da içtimâ etmiştir. Çünkü Bedîüzzamân şöyle der.”Ben bir çekirdektim çürüdüm ondan Risâle-i Nûrlar inkişaf etti.”Bedîüzzamân ve Risâle-i Nûrlar etle tırnak gibidir.

Şimdi bir de Kur’ân, Bedîüzzamân ve Risâle-i Nûr için ne diyor onlara bakalım.

İkinci sual: Şiddetle ve âmirâne denildi ki: “Sen Risâle-i Nûr’un makbuliyetine dair Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) gibi zatların kasidelerinden şahitler gösteriyorsun. Halbûki, asıl söz sahibi Kur’ân’dır. Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın hakikî bir tefsiri ve hakikatinin bir tercümanı ve meselelerinin burhanıdır. Kur’ân ise, sair kelâmlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususî ve cüz’î değildir. Belki Kur’ân, umum işârâtıyla ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzulî, lüzumsuz maddeleri yoktur. Âlem-i gaybın tercümanıdır. Sözler hakkında söz onundur. Görelim o ne diyor?”

Elcevap: Risâle-i Nûr doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesi olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’ân’ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risâle-i Nûr’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek âyetlerin işârâtına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlikle itham edenlere hakkımı helâl etmem.

Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki-üç saat zarfında birden Kur’ân’ın âyât-ı meşhuresinden Sözler adedince otuz üç âyetin hem mânâsıyla, hem cifirle Risâle-i Nûr’a işaretleri uzaktan uzağa icmâ’len görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç âyet müttefikan Risâle-i Nûr’u remizleriyle gösterdiği, hayal meyal görüldü.

Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka Üstâd ı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.[31]

Şimdi bu açıklamalardan sonra şöyle diyebiliriz. Kur’ân 33 ayet ile Risâle-i Nûr müellifine, Risâle-i Nûrlara ve talebelerine işaret ederek Bedîüzzamân’ın ve hizmetinin makbûliyetini, meşrûiyetini en kuvvetli ve sağlam delil olarak te’yid etmektedir.

Bâkî ÇİMİÇ

[email protected]

———–

[1] Sekizinci Şuadan, Yedinci remiz

[2] Tılsımlar Mecmuası

[3] Fethu’l-Kebîr, 1:315; Hilyetu’l-Evliya’dan naklen Ramuzu’l-Hadis, 105; Feyzü’l-Kadir, 2:377 Hadis No: 2081

[4] Şaban DÖĞEN, Mehdi ve Deccal, Gençlik Yayınları, 2001, s.158

[5] Ebû Davud, Fitne: 2.

[6] Aliyyü’l-Karî, Mirkatü’l-Mefatih, 5:151

[7] Levami’, 1:652

[8] M.A. Kaya

[9] Risâle-i Nûr Külliyatından Sekizinci Şua’ya bakılabilir.

[10] Sekizinci Şuadan, Yedinci remiz

[11] Risâle-i Nûr Külliyatından Sekizinci Lem’aya bakılabilir.

[12] Sikke-i Tasdik-i Gaybîden-8.Lema-Giriş

[13] İmam-ı Rabbani, Mektubat, s.357-251.Mektuptan

[14] Cuma Suresi,4; Mektubat-ı Rabbani”, c. 1, Mektup 32, s. 125

[15] Mektubat-ı Rabbani”, c. 1, 251. Mektup, s. 550, 554

[16] Ebu Davut,Kıyamet Alametleri(Mehdi-deccal,Ş.Döğen,s:188)

[17] Mektubat, c. 2, 380. Mektup, s. 1162-1163

[18] Mektubat, c.2, 381. Mektup, s. 1169-1171

[19] Mektubat, c. 1, 209. Mektup, s. 440

[20] Risâle-i Kutsiye, s:76

[21] Kastamonıu Lâhikası -Mektup No: 62

[22] Tarihçe-i Hayat – İlk Hayatı

[23] Tarihçe-i Hayat – İlk Hayatı

[24] http://www.risaletashih.com/index.php/tashih-cesitlemeleri/637-risale-i-nurda-japon-bakumandanms-mardin

[25] Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sayfadan fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak…(On Dokuzuncu Mektup)

[26] Yirmi Dokuzuncu Mektup,7.Kısım,4.İşaret

[27] http://www.karakalem.net/?article=2740

[28] Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No:2

[29] Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No:4

[30] Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 274

[31] Birinci Şua

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir